15/02/2013 | Yazar: Tunca Özlen

Öngörüm şu ki, Kürt sorunun ulusal boyutu, taraflar arasında yapılacak pazarlıklar sonucu gündeme gelecek bir takım yasal düzenlemeler ve önemli gelişmeler neticesinde, büyük ölçüde ‘çözülebilir’.

Ustalık dönemini yaşayan AKP’nin, bölgede üstlendiği rolü layıkıyla yerine getirebilmesi için içeride elini rahatlatması gereken konuların başında Kürt sorunu geliyor. Pek çok başlıkta yeni bir statüko inşa eden AKP’nin Kürt sorununda da mevcut dengeleri değiştirmekte kararlı olduğu açık.
 
Kürt açılımı, pazarlık masasına oturmadan önce Kürt muhalefetinin direncini düşürme, öbür taraftan milliyetçi kesimleri ülkenin bölünme sürecine girmediğine ikna etme operasyonuydu. Başarıya ulaşmadığı iddia edilebilir mi? AKP açılım devrini, yasal düzenlemelerden ziyade, psikolojik eşiklerin aşılmasıyla geride bıraktı. Açılım devri kapandı, yerine Oslo’da kesintiye uğrayan müzakere süreci başladı.
 
Tecrit koşullarında tutulan Öcalan’ın siyasi muhatap olarak kabul edilmesi ve silahların devreden çıkarılacağı yönündeki haberler, kamuoyunu bir kez daha beklentiye soktu. Öcalan’ı yok sayan, PKK’yi imha etmeyi amaçlayan stratejinin çökmesi kaçınılmazdı. Şimdi gündemde, yeni bir denge kuruluyorken teraziye neler konulacağı var.
 
Açlık grevlerinin de etkisiyle Öcalan’ın bir siyasi muhatap olarak kabul edilmesi, eğitim ve savunma hakkında Kürt dili üzerindeki yasağın hafiflemesi ile yeni Anayasa’da vatandaşlık tanımının Kürtleri de kapsayacak, en azından dışlamayacak şekilde gözden geçirilmesi, terazinin bir ucunda duranlar. Diğer ucunda ise PKK’nin “sınır dışı edilmesi” ve mümkünse silahsızlandırılması, Suriye Kürtlerinin önemli gücü olan PYD ile ÖSO arasındaki çatışmaların Esad yönetimi aleyhine son bulması, Irak Kürtlerinin Sünni eksene yedeklenmesi, yeni Anayasa üzerinde mutabakat ve piyasa mekanizmasının bölgede daha dolayımsız olarak işletilmesi ihtiyacının “demokratik özerklik” projesiyle uyumlu hale getirilmesi var.
 
Sürecin devamı sağlıklı bir şekilde yorumlanacak ise, Kürt hareketinin yapısal olarak 2. Cumhuriyet’le uyumsuz olduğu yönündeki tezi gözden geçirmek gerekiyor. Sovyetik çağda ve Türkiye sosyalist hareketinin içinden doğan bir ulusal harekete tarih-dışı özellikler atfetmenin bedeli ağır olur.
 
Ulusal hareket, tam da pragmatik yapısı sayesinde bir dönem gerçek bir toplumsal güç olan sosyalizme yakın durmuş, öbür taraftan dünyanın en karmaşık bölgesinde izlediği ittifak politikasını neyin belirlediğini, “Halkımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesine hizmet eden ve destek veren tüm çevrelerle geliştirilecek ilişkiler taktik ittifaklar kapsamında değerlendirilir” düsturuyla gocunmadan ortaya koymuştur. (1)
 
Böylelikle, ulusal harekettir ne yapsa yeridir demiş olmuyorum; bu “kayıtsız koşulsuz UKKTH” diyenlere yakışır. Kürt hareketi, mücadeleci ve inatçı çizgisinin yarattığı toplumsal meşruiyet sayesinde, artık muhatap olarak kabul edilmemesi mümkün olmayan bir siyasi güç haline gelmiştir. Misal, Ahmet Türk oldum olası Kürt solunu temsil etmemiş olabilir, ancak “muhalif” bir Kürt siyasetçinin iktidar partisinin dışişleri bakanı gibi konuşmasına alışık olduğumuz, hiç şaşırmadığımız söylenebilir mi?
 
Sorunun ulusal boyutu aşılıyor mu?
Sorunun “Güneydoğu, terör, geri kalmışlık sorunu” vb. olarak adlandırılması, çoğu zaman konunun siyasi, ekonomik ve toplumsal boyutlarından sadece birinin merkeze konarak ele alınmasından veya siyasi önyargılardan kaynaklanmaktadır. “Kürt sorunu” ifadesinin yerine kullanılan tanımlardan her biri, sorunun gerçek alt boyutlarına denk düşüyor olsalar da, sorunun bütününü kapsamaları mümkün değil. Konu farklı boyutlarıyla ve tarihsel bir bütünlük içinde incelendiğinde görülecektir ki, Osmanlı’nın otonom Kürt beyliklerini tasfiye etmesinden günümüze kadar, her tarihsel uğrakta soruna  “Kürt sorunu” diyebilmemizin yapısal bir sebebi vardır. Türkiye modernleşmesinin bir çıktısı olan meseleyi, söz konusu kapitalistleşme sürecinin oldukça farklı dönemlerinde yine “Kürt sorunu” olarak anabiliyor oluşumuzun temeli, sorunun etno-politik çekirdeğidir.
 
Meseleyi sınıfsal olarak ele alan sosyalistlerin yaklaşımı ise, söz konusu etno-politik özün inkârı olarak yorumlanamaz. Sosyalistler, Kürt sorununu ortaya çıkaran dinamiklerin (merkezileşme, uluslaşma, sekülerleşme), Türkiye’nin kapitalistleşme yolunda attığı ilk adımlarla beraber ortaya çıkmaya başladığına dikkat çekerler. Bununla birlikte söz konusu dinamiklerle de tarihsel olarak kavgalı olamazlar. Buradan hareketle, kapitalistleşmenin dolaylı bir sonucu olarak çıkan Kürt sorununun, kapitalizm yıkılmadan çözülemeyeceği söylenebilir mi?
 
Yanıt, sosyalistlerin meseleyi ele alışında yatıyor: Özünde etno-politik bir mesele olan Kürt sorunu, sınıf sorununa indirgenemez; emek-sermaye çelişkisi gibi kapitalizm koşullarında çözülmesi mümkün olmayan bir konu olarak görülemez. Yapılması gereken, Kürt sorununun etno-politik özünü teslim etmek, diğer yandan sınıfsal bakıştan ödün vermemektir.
 
Öcalan’ın tecrit koşullarının hafifletilmesi, anadilin kullanılabildiği kamusal alanların genişlemesi, yeni bir yurttaşlık tanımı ve bunun beraberinde PKK’nin ateşkesi silahsızlanmaya doğru evriltmesi durumunda, iktidarın sınıfsal karakteri değişmemiş olsa dahi, sorunun etno-politik özü büyük ölçüde çözülmüş olacaktır. Bu “çözümün”, Türkiye’de üzerine sosyalizmi inşa edeceğimiz temeli daha da çürütecek bir içerikte gerçekleşmesi halinde, sosyalistlerin defteri kapatmayacakları açıktır. Bir farkla. Çehre değiştirmiş olan sorun, sınıfsal bağlamda ele alınmaya çok daha müsait hale gelecektir zira artık özü etno-politik bir karaktere sahip olmayacaktır.  
 
Öngörüm şu ki, Kürt sorunun ulusal boyutu, taraflar arasında yapılacak pazarlıklar sonucu gündeme gelecek bir takım yasal düzenlemeler ve önemli gelişmeler neticesinde, büyük ölçüde “çözülebilir”. Sorunun sürmeye devam edecek olan sınıfsal boyutu ise, artık bu haliyle “Kürt sorunu” olarak tanımlanamayacaktır. Geriye kalacak bu “öze”, biz 150 yıldır emek-sermaye çelişkisi diyoruz.
 
(1)          PKK 10. Kongre Belgeleri, Siyasi Tutum Belgesi, sy 140.    

Etiketler:
nefret