02/10/2015 | Yazar: Nurhayat Köklü

Alev Karaduman’ın, Anlıyorum Ama Konuşamıyorum kitabı üzerine

“Konuşmak demek, belli bir sentaksı

kullanabilecek şu ya da bu dilin morfolojisini

kavrayabilecek durumda olmak demektir,

doğru; fakat konuşmak demek, bir kültürü özümlemek,

bir uygarlığın yükünü dilinin ucunda taşıyabilmek demektir her şeyden önce.”

Frantz Fanon

Siyah Deri Beyaz Maske

Anadilleri hep dillerinin ucunda. Fakat bir türlü sesler sözcüklere dökülemiyor. O dil bir gün öğrenilecek! Kim bilir belki bir kurstan, belki arkadaşlardan, belki bir okuldan… Ama annenin öğrettiği gibi olur mu? Anneannenin dilinden aktığı kadar coşkulu akabilir mi artık? Bir uygarlığın dilinin ucundan dökülen şiirleri, türküleri, ağıtları, sevinçleri, mutlulukları, yasları, kutlamaları, kavgaları anadan duyulduğu kadar derin işleyebilir mi acaba kulaklardan yüreğe… Arkadaşları dışlamasın, başına bir şey gelmesin, canı güvende olsun, okusun, iyi bir hayat yaşasın diye çocuğuna annesinden öğrendiği dilde ninni söyleyemeyen annenin kim bilir daha neler kalmıştır içinde çocuğuna anlatmak isteyip de anlatamadığı…

Alev Karaduman, Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’da 20. Yüzyılın son çeyreğinde doğmuş ve çocuk olmuş, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde büyümüş ve yetişkin olmuş sekiz Kürt gencinin ve kendisinin ait oldukları topraklardan kopmak zorunda kalışlarının, anneleri ile kendileri arasında açılan dil yarığının, neneleri ve dedeleri ile aralarındaki jenerasyon farkına eklenen dil kopuşunun hikayesini anlatıyor. Bir yandan sadece Kürt oldukları için canlarının her an tehdit altında oluşu ve devlet saldırıları, bir yandan geçim sıkıntısı ve çocukların geleceği kaygısı ile doğudan batıya sürüklenmiş dokuz farklı Kürt Ailesi… Bu ailelerde doğmuş ve büyümüş dokuz farklı insan… Büyük şehre gelince, sırf Türkçesi aksansız olsun, Kürt olduğu anlaşılmasın, arkadaşları alay etmesin diye anadilini öğrenememiş dokuz farklı hayat hikayesi…

Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’u okurken kah güldüm, kah öfkelendim, bazen sevinçlendim, bazen ağladım… Kahrettiğim de oldu, umut dolduğumda…Ya da anlatılan hikayelerde öyle anlar vardı ki benim de kendi hikayemin bir anıyla çarpıştı... Benim kendi hikayemden belleğimin bir köşesine itip uzun zamandır dokunmadığım anılar köşelerinden çıkıp tüm duygu yükleriyle bedenimi kapladı. Bu nedenle anladım anlatıcının neler hissetmiş olabileceğini… anında verilen tepkilerin altındaki birikmiş içe atmaları, öfkeleri, kızgınları, hırsları, sevinçleri, umursamazlıkları, ait hissedememe hallerini.. sanki daha önce periler kulağıma fısıldamışçasına bildim o hayatın o hikayesini ve tetiklediği duyguları…

Hani Marx’ın Romalı şair Horace’den alıp Kapital I'in önsözünde yazdıktan sonra artık neredeyse tamamen Marx’la özdeşleşen bir deyişi vardır: “De te fabula narrotur”… “Anlatılan Senin Hikayendir”… Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’da hepimizin hikayesi anlatılıyor. Zaten bu nedenle hangi coğrafyada doğmuş ve büyümüş olursak olalım, hikayemiz ne olursa olsun, dünya görüşümüz, toplumsal sınıfımız, etnisitemiz, dinimiz, cinsimiz, cinsiyetimiz, cinsel yönelimimiz, türümüz, çeşidimiz ne olursa olsun, oradaki hikayelere kayıtsız kalmak imkansız. Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’daki hikayeleri bilmemek hepimizi bir eksik kılar bu nedenle…

Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası’nda şöyle diyor: “Korkarken, tüm dünya bedene baskı yapar; beden, korku nesnesinden kurtulmak için dünyadan geri çekilerek küçülür. Korku bedenin küçülmesine neden olur.” Kitapta yer verilen hayat hikayelerinin hepsine büyük bir korku sirayet etmiş. Hikâyelerin hepsinde insanlar zaman zaman geri çekilip küçücük kalmak zorunda bırakılmış. Ve bu korku nedeniyle anneler çocuklarına kendi dillerini öğretememişler. Kürtçe bu ailelerde bir fısıltı dili haline gelmiş. Annesiyle babasının fısıltıyla hiç bilmediği bir dilde konuştuğunu görmek ve anlayamamak, öğrenmekten korkmak, okulda her daim kim olduğunu gizlemeye çalışmak ve dayatılan dili sadece konuşmaya değil, düzgün konuşmaya mecbur olmak bir çocukta nasıl bir huzursuzluğa yol açar, her an kim olduğunun anlaşılabileceği korkusu bir çocuğu nasıl küçültür bilemiyorum. Ben hiç büyük şehirde Kürt olmadım...

Ama ben kim oldum… Ben Karadeniz köylerinde, Çerkez köylerinde, Alevi köylerinde Türk ve Sünni öğretmen babanın çocuğu oldum küçükken. Ben ortaokula başlayıncaya kadar çok yer dolaştık… Ben babamın doğuda öğretmenlik yaptığı zamanlara yetişemedim ama bir de babamın ilk görev yeri olan Mardin'in Dargeçit ilçesine bağlı Dîlan (Ulaş) köyünü çok seven, oradaki insanlarla aynı dili konuşmasa da onlarla dostluk kurabilen, kaldığı 2 yıl içerisinde anlayacak ama konuşamayacak kadar Kürtçe öğrenen bir annenin çocuğu oldum... 1995 yılında Dîlan köyünün yakılarak tamamen boşaltıldığı haberini alan annemin ağladığını hatırlıyorum…

90’larda başlayan çatışmalarda annemin “Devletin çok zulmü var oralarda. Eziyet ediyor insanlara. Biz Kürtlerle etle tırnak gibiyiz, kardeşiz… Oradaki insanlar ne yapsalar haklılar vs…” gibi sözleri nasıl içime işlemişse, o yaşlarda Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’un Altıncı Bölümünde hikayesini anlatan Önder’in Ülkücü Kürt olması gibi ben de Kürtçü Türk oldum sanırım.

Ben 90’larda çocukken Kürtlere yapılan saldırılara çok üzüldüğümü, o topraklarda devlete karşı verilen mücadelelerinin haklı olduğunu düşündüğümü, biraz Çerkezce öğrendiğim gibi Kürtçe de öğrenmek istediğimi söyleyemedim. Hatta Çerkezce gibi, İngilizce gibi, Kürtçenin de bir dil olduğunu Türkçe söyleyemedim ne aile içinde ne de okulda. Söyleyemeye çalıştığımda babam “vatan haini” diyerek yemek masasından kovdu, rahmetli dedem “Cinsini s*ktiğimin teröristi” diye azarladı… Düşüncelerim ailede onaylanmayınca okulda ağzımı bile açamaz oldum. Ne zaman bu konuda fikirlerimi anlatmaya çalışsam, korkutuldum... Odama gönderildim ve susturuldum. Ben de korkudan kendimi çok küçük kalmış hissettiğimi hatırlıyorum o yaşlarda. Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’daki hayatlara derinden tesir etmiş korku benim de çocukluk yıllarıma çok fazla tesir etti. Bu nedenle ben de yalnız ve sessiz bir çocuk oldum, pek konuşmadım, arkadaş edinmedim o yaşlarda…

Kürtler özgürce konuşamadığı için ben de Türkçeyi kekeler oldum. Yaşadığım yerde insanların Kürtlere karşı nefreti beni de korkuttu. Yalnız kaldım, yalnızlaştıkça da küçüldüm... Kürtler hala özgürce konuşamıyor ve ben de tıpkı çevremdeki pek çok Türk gibi Türkçeyi kekeliyorum, özgürce, dilediğim gibi konuşamıyorum. Bu topraklarda birlikte yaşayan farklı kültürler, “etle tırnaklar”, “kardeşler” olarak dillerimiz hepimizin birbirinin dilinin ucunda yerleşseydi, nasıl bir kültür zenginliği olurdu, nasıl bir ifade alanı yaratılırdı hayal bile edemiyorum… Doğuda kelimenin kendi anlamıyla katliam, batıda toplumsal baskı biçiminde işleyen kültür katliamı her birimizi küçülttükçe küçülttü, söyleyeceklerimiz hep yarım kaldı, iktidarın dilimizin ucuna yerleştirmeye çalıştığı bir ve tek uygarlık, yalnız kaldı, yerine tam oturamadı!

Bu nedenle, her ne kadar ilk girişimim başarısız olsa da ben de bir gün Kürtçe öğrenmek çok istiyorum. Kitabın Yedinci Bölümünde hikâyesini anlatan Eylem gibi Kürtçenin Türkçeden çok farklı bir dil olduğunu, öğrenmenin hiç de kolay olmayacağını görünce motivasyonum biraz düşmüş olsa da ben de Kürtçe öğrenmek, Kürtçe konuşabilmek ve okuyabilmek ve hatta yazabilmek istiyorum. Sürekli “Bir lisan, bir insan” atasözünü tekrarlayıp Kürtçeyi ve Kürtleri bu topraklardan tamamen yok etmeye çalışan egemenlerin bu ikiyüzlülüğüne karşı duyduğum öfkeyi bağıra bağıra Kürtçe türkü söylemekten başka bir şeyle dindirebileceğimi sanmıyorum.

Ancak, Anlıyorum Ama Konuşamıyorum’da anadilini öğrenememiş dokuz ayrı hayat hikayesi, bu topraklarda yalnızca ırkçılık ya da milliyetçilik üzerinden inşa edilen iktidarı anlatmıyor aslında. Kitapta yer alan hikâyeler aynı zamanda toplumsal cinsiyet ve aile, heteroseksizm, göçmenlik, kimlik, eğitim sistemi gibi tertibatlarla da işe koyulan iktidarın yakın tarihine dair bir harita çıkarıyor. Kitabın özellikle de bu anlamda çok değerli olduğunu düşünüyorum. Daha önce de belirttiğim gibi, kitaptaki hikâyeler her birimizin hikâyesi ve Kürtlerin canları, hayatları pahasına verdiği özgürlük mücadelesi her birimizin mücadelesi.

Fanon, dilin gücünü anlatmak için Valéri’nin “Dil ete saplanmış tanrıdır.” sözlerine başvuruyor. Türkiye Cumhuriyeti Kürtçeyi tüm çabalarına rağmen bu toprakların etinden tamamen söküp çıkaramamış olsa da, 92 yıllık tarihinde Kürtçeyi Kürtlerden sökmeye çalışırken geriye çok yara bıraktığı, büyük acılara neden olduğu aşikar… Türkiye Cumhuriyeti bu topraklarda yüzyıllardır yaşayan Kürtlerin etindeki Tanrıyı sökmeye çalışırken, Türklerin Tanrısını da kötürüm bıraktı. Kürtçe sustu, Türkçe kekeledi… Kürtçe özgürce konuşamadan, Türkçe coşkuyla akamaz bu tokraklarda… Hem zaten Nietzsche’nin de dediği gibi “Bir tek Tanrı’nın değil, tanrıların olması değil midir asıl tanrısallık?”.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam