24/01/2012 | Yazar: Gülnaz DUMAN BİLGE

Bazen, elinizdeki bir metayla sanat yapmaktan daha zor olan şey, o sanatı; karşınızdaki erkeğin elinde bir metaya dönüşmeden icra edebilmektir.

Kendimi, kurtların kemirdiği bir lahanaya benzetiyorum... Ne zaman bir yaprak ortaya çıkarsam, yiyip bitiriyorlar”... Camille CLAUDEL
 
Bir avuç toprağı yoğurmayı bilmeyenler
Duygusuz yavan insanlar
Bu benim ruhum en kutsal varlığım
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkanırken, ben heykelimle yalnızdım
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum...” Heykeltraş C.C.
 
Bazen, elinizdeki bir metayla sanat yapmaktan daha zor olan şey, o sanatı; karşınızdaki erkeğin elinde bir metaya dönüşmeden icra edebilmektir.
 
Eserinizin önündeki erkekleri kenara çekip yürüyebilmenin, güzel eserler yaratmaktan daha da zor olması, hala sanatçı kadının baş belası sorunudur.
 

Kadını, aşk ile görünmez kılmak
Birçok erkeğin, kendilerinden daha gelişecek olan kadınları farkettikleri zaman (hele hele de bu kadın, sanatçı ve aydınsa) devreye soktukları en muhteşem yolları, onları ya yedeklerine almak ya da aşk ile onları görünmez kılmaktır. Zirvede kalabilmelerinin en isabetli ve sonuç almış yöntemlerinden biri de budur.
 
Sanki, ‘varmış da yokmuş’; sanki ‘yokmuş da varmış’ misali, bizlere görünmez kılınmış kadınlar... anıtsız, tarihsiz, adsız, talihsiz... aşksız kadınlar...
 
Simone de Beavoir’ın ‘aşkın kadınlar’ diye söylediği tanımının içinde, özellikle de sanatçı ve aşık kadınların nasıl da yalnız kadınlar olduğu kuşku götürmez.
 
Aşk ve sanat, bir başkası ve herkesle bütünleşmek olmalıyken, genleşip büyümek olabilecekken, aksine sizi nasıl olur da daha da çekip-küçültüp, yalnızlaştırabilir ki?! Eğer bu işte bir hile yoksa!
 
Siz, ruhunuzu tüm herkese göstermek isterken, bir bakmışsınız ki o hilekar, sanatınızın koluna giriyormuş gibi yaparken, meğer çelme takıyormuş.. Siz, aşkınızın hafızanızdaki yüzünü bir taşa birebir, eksiksiz-fazlasız resmedebiliyorken, bir bakarsınız ki; meğer o yüzün gerçeğini hiç görememişsiniz... Bir bakarsınız ki, siz akıl hastanesi ya da bir hapse tıkıldığınızda, değil ruhunuzu herkese göstermek; kendiniz bile görünmez olmuşsunuz... ve bir süre sonra bakarsınız ki, siz bir yerlere kapatılmışken, eser ve fikirleriniz ortalıkta gezinmekte, ama altında sizin değil, sizi bu hale getirenlerin isim ve imzaları sırıtmaktadır... gel de çıldırma!
 
Hizaya gelmeyen kadın için; çanlar artık onu cadı diye çağırır ve asar. Ya ihanetçi ünvanı, ya akıl hastası ünvanı ya da ‘erdemsiz’ gibi; çok yakından bildiğimiz sıfatlar artık bekler onu. Üstelik kadının, bu mücadeleci ve çekişmeli süreçleri, bir sanatçının dingin ve huzur arayan en naçizhane anlarında yaşamak zorunda kalması, elbette ki ‘istenen ve istenmeyen hallerin birlikteliği’ne dönüşüp, onu çılgına da döndürür.
 
 
Kim bilir çevremde, çevremizde; ne çok kadın vardır böyle. Adını duysak da bir sokakta, bir okulun tabelasının üstünde; kim olduğunu merak bile etmediğimiz, bilmediğimiz ne çok kadınlar!.. Bizlere anlatılmamış, anlatılsa da yalnış, eksik ya da ‘taraflı’ anlatılmış ne muhteşem kadınlar...
 
Peki neden aşk, erkeği belirgin; kadını görünmez yapar. Erkeği sabitleyip, kadını buharlaştırır. Erkeği güçlendirip, kadını anemi eder... Peki neden aşklarda onların tanrısı varken ve artarken, sizse tanrıçalaşacak kadar yalnız kalırsınız hep... Neden onlar somuttur hep ve sizse, daha soyutlaşırsınız hep...
 
Aslında, bu hale düşürülen kadının öyküsünde, amaç yalnızca onu bizlere görünmez kılmak değildir. Bir yandan da, bizler de ona görünmez kılınırız... Bir toplumun bir sanatçıya görünmez kılınmasının ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz? Bu onun ruhunu tüketmenin, onu asimile etmenin bir başka yöntemidir.
 
Niye düşünen adam vardır da, düşünen kadın yoktur?!.
Bizim ‘tarihin cinsiyeti’nde, eğer erkek düşünüyorsa; bu düşünen adamın heykeli değil ülkenin, dünyanın her köşesine dikilir. Bütün dünya sergi salonlarını gezer. Bütün erkeklerin ‘düşündüğünün’ sembolü olup, tarih ve edebiyat kitaplarına geçer. Akıl hastanelerinin bahçelerine ‘şaheser’ diye dikilir (Auguste Rodin)... Ama eğer kadın düşünürse, o; akıl hastanesinin bahçesinde değil, içinde bulur kendini... Hem de öyle heykel falan da değil, canlı-canlı (Camille Claudel)...
 
“Düşünen kadın heykeli” olmaz bizim “cinsiyeti belli” tarihimizde. Kadının heykeli ancak, ya çocuğu için bir fedakarlık yapmaşsa dikilir, ya çıplaksa, ya bir savaşta kahramanlık yapmışsa, ya da o savaşta ölmüşse...... Hele ki; ne yaptığı sanatı için, ne de yaşattığı aşkı için ölmüş kadının heykeli hiç olmaz... olsa olsa mitolojide rastlarsınız...
...
‘Ancak erkeğin belirlediği çerçevede cemaat içinde ‘var ve görünür’ olmak, kesinlikle; erkeğin asla taviz vermediği-vermeyeceği bir tarihin özeti ne yazıkki...
 
Kadın üzerinden doğuran, yaşatan, ünlenen, güçlenen, paralanan, konuşan, yazan... adını yüzyıllar ötesine taşıyacak kaç adam daha var kimbilir, değil mi... ve bunu ne yazık ki biz kadınlar o anda değil de, ancak başka bir asırda, iş işten geçtiğinde mi farkedeceğiz hep, değil mi... ya da bizim en yakın çevremizde, bunu aklından geçiren kaç dostumuz(!) ya da aşkımız daha vardır?! Ve biz bunu, ne zaman göreceğiz?... Kim bilebilir?
 

Etiketler:
İstihdam