09/10/2019 | Yazar: Ecemen

Kabul görme arzusu tehlikeli bir şeydir, günü kurtarır ama başınıza içinden yıllarca çıkamayacağınız muhafazakâr bir kimlik örebilir.

Lezzo-Travestiliğimin A-politik Sapkın Feminist Tarihçesi Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

2006’da Lambda’ya ilk girdiğimde ilk defa trans kadınlarla tanıştım. Daha doğrusu “gacı”larla. Bazısı kendine gacı derdi, bazısı dönme, bazısı travesti ve bazısı da transeksüel. Çünkü “trans” kelimesi yoktu, hareketin adı “LGBTT” idi. Gacıların çoğu politik olarak doğru konuşmazdı, birçoğu seks işçisiydi; ağızları bozuk, neşeli ve ahlaksızdılar. Ergenliğini doğru dürüst yaşayamamış “lezbiyen miyim, nayır olamam” diye titreyerek kapıdan içeri girmiş bir gençtim. Küçükparmakkapı’daki mekânın mutfağına sığışırdık. O mutfakta but, elvan, kürdan similyalar masaya yatırılır, koli hikayeleri dinlenirdi.

Ben pek konuşmazdım, çekingendim. Kulaklarımı anten gibi açar her ahlaksız gullümü anlamaya çalışır, lubuncayı çözmeye çabalardım. Bu ortamın bana verdiği güvenle de bol bol soru sorardım. “Travesti” ve “transseksüel”in farkını sorduğumda “biri ameliyatlı, diğeri ameliyatsız” derdi biri, ya da “travesti seks işciliğidir” gibi mesleki bir tanım da duyabilirdiniz. Sonra ordan başka biri politik olarak daha doğru bir müdehalede bulunurdu: “transseksüel ameliyat olmayı gerektirmez, ameliyat olmak istiyordur ama parası yoktur hatta kimse bilmiyordur, laçovari yaşıyordur, evlidir. O da transseksüeldir.” Bu sefer “peki travesti ne o zaman?” sorusu sorulurdu. Lambda’nın danışma hattı kitapçığı karıştırılır cevap bulunurdu: “Vestiyer gibi “transvestit” kelimesinden geliyor. Karşı cinsin kıyafetlerini giymekten hoşlanan” O zaman kafam karışırdı. “Ne yani ben şimdi pantolon, kıravat taksam travesti olur muyum?” diye sorardım. O zaman kafalar yanardı hepimizin. “Valla emin değilim bu sözcük eski bir sözcük, icat edildiğinde belki kadınların pantolon giymesi garip bir şeydi” gibi cümleler kurulurdu.

O yıl Nesrin Draguerilla ile tanıştım. Nesrinciğim kendini “travesti” olarak tanımlayan tanıdığım tek insandı. Ama onun canını yakmışlardı. Bir gün Pazartesi kafenin önündeydik, ağlıyordu. Hareketin içindeki bir grup gacı ona “sen travesti değilsin, geysin” demişti. Onu öyle görünce üzülmüştüm, “onlara ne?” demiştim. Ertesi hafta bu sefer de benim canım yandı, üstelik canımı Nesrin yaktı. Bir Lambda partisine pantolon, gömlek, kravat giymiştim. Ve bir şekilde hoş karşılanmadığımı hissettim. Kendisi de sonradan trans olarak açılacak bir lezbiyen bana takıldı. Sonra kapıdan Nesrin girdi, çok güzel bir elbise giymişti. Ağladığı çevrede duyulduğundan insanlar ona ekstra iltifatlar yağdırdı, çok güzel olduğunu söylediler. Ben de onu takdir ettim. Gecenin bir noktasında “kız yoksa sen butch musun?”, “bu memişleri de sarıcan mı bu memişleri?” diyerek benim memerimi tutup salladı. Ben gecenin sonunda kravatımı çıkarıp attım ve bozulduğumu fark ettim. Herkes Nesrin’i feminenleştiği için alkışlamış ama kimse ben maskülenleşirken “çok yakışıklı oldun” gibi bir iltifatta bulunmamış, üstüne de beni butch diye tanımlamışlardı. Butchluk nasıl diyeyim.. hımm.. şimdiki gibiydi işte! Kimse bir şey demese de varlığı arzu edilir değildi. “Butchlar yazmasın” Toplumsal cinsiyet kategö… ve hödö hödö…

Geyler kıvır kıvır kıvırır, gacılar feminen şirretliği bir sanat haline getirir, ibneler kolide erkeğin laçosunu sever ama sen bacağını açarak oturan bir lezbiyensen; işte sen ve sadece sen bu hareketin savaştığı o patriyarkal sistemin vücut bulmuş hali olursun. Eğer maskülen bir kadınsan ya da bir trans erkeksen o zaman politik doğruculuk sana karşı işletilir. Bu hâlâ daha böyledir.

Ama neyse ciddiyetsizliği kaybetmeyip geçmişe, hikâyeye geri dönelim. Ben de transfobiktim! Rezillik, İFŞAAAA! … yoktu o zamanlar. Hasgacılar Nesrin’e doğru, Nesrin bana doğru, ben butchlara doğru transfobiktim. Sonra Voltrans’la birlikte Aligül, Kanno, İlksen ve Gülkan hayatıma girdiler. Ben ilk başlarda bu gruptan resmen kaçtım. Cinselliğimi keşfetmekle ve homofobik aileme “kendimi kabul ettirmek”le meşguldüm. Kabul görme arzusu tehlikeli bir şeydir, günü kurtarır ama başınıza içinden yıllarca çıkamayacağınız muhafazakâr bir kimlik örebilir. O zamanların (hâlâ güncel olan) başka bir politik doğrucu argümanı “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklı şeylerdir”i aileme vurgulardım mesela. Bu vurgunun apolitikçe meali şudur: “anne ben ibneyim ama ileride dönme olmuycam, merak etme”. Yalan!

Neyse bir anda beliren trans erkekler sadece trans erkek değil aynı zamanda feministti. Kanno ve Aligül feminist hareketin içinden geliyorlardı. Bir anda hayatımızda çok fazla beden, maskülenlik ve feminenlik konuşmaya başladık. Ben bu konuşmaların içine adeta çekildim. O yıllara kadar “Gacı” diye bir fanzin çıkıyordu. İçinde eski Gacı tayfasından insanların da olduğu bir grup “Dönme” fanzinini çıkardı. Bu fanzin hareketin içinde bir infial yarattı! Bazı gacılar “bizi aşağılamak için kullanıyorlar, öyle isim mi olur” diyordu ama ilk sayı zaten kendini anlatan bir manifestoydu. Sloganı “gerçeğime döndüm, içimde yaşadığıma, kendime…” ydi. Ve ben çok etkilenmiştim. İlk defa dönmüştüm, kendime:)

Şimdi hikayeme ara verip, tarihte aşırı geriye gidelim: 1966 yılında Harry Benjamin diye bir seksolog “Cinsiyet Kimliği Bozukluğu”nu 6 kategoriye ayırarak sınıflandırmış.

“1. Sahte Travesti, 2. Fetişistik Travesti, 3. Gerçek Travesti, 4. Ameliyat Gerektirmeyen Transseksüel, 5. Orta Yoğunluklu Transeksüel, 6. Yüksek Yoğunluklu Transseksüel.”

Bu skala tıp camiasında “gerçek transseksüeller” ile “travestiler”i ayrıştırmak için kullanılıyor. Neden böyle bir ihtiyaç içerisine girilmiş o zaman bilmiyorum ama bu araştırmaların ve “teşhis”lerin içerisinde trans erkekler hiçbir zaman yer almamış. Yapılan bütün araştırmalar erkek eşcinseller ve kadın translar üzerine. Kriterlere uymayan “sahte translar”, travestilerle ne yapılacağı da meçhul.

İşte 2010 yılında Voltrans, Transblok, İstanbul LGBTT ve Kadın Kapısı “Stop Trans Pathologization” kampanyasını örgütlerlerken ilk defa trans olmanın ne olduğunu dolayısıyla bu skala sistemini sorguluyorlar ve translar bir manifestoyla yetkili mercilerden, tıp ve hukuk camiasından doğrudan dönüştürücü taleplerde bulunuyor. Bu süreçte sanıyorum ilk defa translar tıbbi “travesti” ve “transseksüel” kelimelerini de sorguluyor. Translığın bir tür acıklı Hollywood klişesinden çıkıp kendi bedenini düşünme, olumlama ve dönüştürme hakkı gibi daha bireysel ve özgürlükçü bir konumlanışına şahit olmak benim açımdan bir devrim oluyor. Manifesto’da “Feminist hareketin kürtaj hakkı mücadelesinden sözünü alıyor ve “bedenimiz bizimdir” diyoruz: Bedenimizi özgürce değiştirme ya da değiştirmeme hakkımızı talep ediyoruz.” deniyor. Kendimi bazen “transgender”, bazen “genderqueer” olarak tanımlamaya başlıyorum.

Manifestoya ve kampanyaya tikel: stp2012.info adresinden ulaşabilirsiniz.

Feminist harekette etkinliğimiz artıyor. Birçok toplantıya katılıyor söz söylüyor, politika üretiyoruz. Lezbiyen, biseksüel, trans kadın, trans erkek, transgender ve interseksler olarak ilk defa bu kadar beraberiz. 2011 yılında Aligül “Amargi'deki Erkek” yazısını yayınlıyor, İllet olarak “Transgender Güzeldir” fanzinini çıkarıyoruz. Bu fanzine “Transfeminist Manifesto”yu yerleştirip, kendimizi “transfeminist” olarak tanımlıyoruz. Böylelikle ilk defa kendimizi feminizmin öznesi kılıyor, politika üretiyoruz.

Ancak yürüyüşlerde problem çıkıyor. Bu problem genelde maskülenlik ve maskülenliği çağrıştıran şeyler üzerinden çıkıyor. Yani birilerinin gözüne “sahte trans kadın” görünürseniz ya da bir trans erkekseniz sorun çıkıyor. Feminist hareketin etkinliklere “kadın / trans” ibaresinin eklemesini ve translara karşı farkındalık oluşmasını istiyoruz.

Bu sorunlar 2012 yılında tırmanıyor ve 8 Mart gece yürüyüşünde birçok LBT saldırıya uğruyor. Ben cinsellikle ilgili “bağ benim belletirim, am benim elletirim” pankartını taşıdığım için duygusal şiddete maruz kalıyorum, bana “git amını başka yerde ellet”, Transfeminizmle ilgili pankart taşıyanlara da “alın o pankartı kıçınıza sokun” deniyor, el ele tutuşan iki lezbiyenin elleri ayrılıyor, trans erkekler pembe kimliklerini göstermek zorunda kalıyor, bütün bir alan homofobisini ve transfobisini üzerimize kusuyor. Aylar boyunca mail gruplarında bir sürü politik doğrucu kelime üzerime yağdırılıyor ve “şiddet uygulamak”la suçlanıyorum. Bu olayların şiddet olarak tanımlanmasını istediğimizde kimse sorumluluk almıyor, bize şiddet uygulayan insan “İllet’in İlletleri ordaysa ben gelmem” diye bazı kurumları tehdit ederken, olan biten “münferit” olaylar gibi yansıtılıyor. Yaklaşık 2 yıl boyunca sürekli tartışmalar dönüyor, “Feminizm Queere Karşı” modunda sansasyonel panellerde bizim hayatlarımızın ne kadar ütopik olduğundan dem vurulup sürekli niyetimiz ve feminizmimiz sorgulanıyor. Bütün bunları yapanların bir kısmı arkadaşımız, bazısı yıllarca yan yana geldiğimiz insanlar. Yıllar içinde birçok feminist bakış açısını değiştiriyor, bu tartışmaların ne kadar verimli olduğunu söylüyorlar ya da politik olarak doğruluğun kriteri değişiyor. Yürüyüşteki insan sayısı artınca da “pankartların hepsi toplantıya gelecek, bakıcaz feminist mi değil mi onay vericez” mantığının en azından mümkünatı kalmıyor.

Hatalı olduğunu kabul eden de etmeyen de değişiyor elbet, feminist hareket de değişiyordur. Ama İllet o yılllarda dağılıyor. Duygusal olarak takatim kalmıyor, çok kırılıyorum. 8 Mart’lara daha az, daha kenardan katılıyorum. Her sene Şubat sonu bir tür post travmatik stres bozukluğu yaşıyorum. İçinde olmak istiyorum ama kendimi güvende hissedemiyorum. Feminist hareketteki güç ve iktidar ilişkileri halının altına süpürülmüş ve karartılmış gibi geliyor. Mesela aklıma sürekli taktığım şey bir kadının bana ağlayarak gelmesi! Neden bu kadın kendini güvende hissetmedi; nasıl oldu da onca feministin, on kaplan gücünde görünen onca kadının olduğu bir alanda “ya dışarıdan bir tehdit gelirse, ya bize erkekler zarar verirse?” diye düşünebildi.

Benim cinselliğimin ifadesi nasıl onca feministin suratına tiksinti, korku ve acı salabildi. Ve bu insan benden özür dilediğinde içim ikinci kez yandı. Alanda bana politik doğruculukla, havalı aktivizmlerle gelen değil; çok gerçekçi duygularla gelen insan özür diliyor. O duyguları feminist hareket sahiplendi mi yoksa onlar da mı halının altına süpürüldü emin olamıyorum. Ben ve o yıllarda aktif bir biçimde transfeminist politika yapan bir sürü insan o çevrede varolma mücadelesini bıraktı. Bana “git amını başka yerde ellet, burası senin yürüyüşün değil” diyen kişi ise o feminist çeperde hâlâ saygı görüyor. Ben hayatımı cinsellikle ilgili politikalara verdiğim için dışarıdan “amsalak” gibi görünüyorum, o ise feminizmin saygın tarihinin bir parçası. Hâlâ İllet’ten bahsedildiğinde “onların derdi başkaydı” gibi cümleler kullandığı kulağıma geliyor. Bizim yanlarındaki yokluğumuzu kendi zenginliklerinin kaybı değil, bizim feminizmimizin yetersizliği olarak görücek kadar da kibirli. Neyse diyorum, neyse hâlâ hayatta olanlarımız var; bizim tarihimiz daha yazılmadı, birgün o da olacak!

Komşum ve güzel arkadaşım Aligül 2012’de 38 yaşındayken hayatında bir atılım, bir dönüşüm yapmaya hazırlanıyor. Saçlarını kestiriyor, Karaköy esnafına açılıyor ve göğüs ameliyatı oluyor. Ona cesaret veriyor, yanında olmaya çalışıyoruz. O yılın sonunda rahim kanseri olduğunu öğreniyoruz. Acil ameliyata alınıyor, ameliyat iyi geçiyor. Kemoterapi ve yavaş yavaş kötüleşen bir sürece giriyoruz. Bir dayanışma grubu kurup sırayla refakat ediyor, yanında oluyor, hastane sürecini anlamaya ve yürütmeye çabalıyoruz. Bir yanda da Gezi patlak veriyor. Hastane ve park arasında mekik dokuyoruz. Aklımda şöyle bir anı var: Ali’ye çorba yapmışım. İçeri giriyorum, çorbaya seviniyor ama içemiyor. Sonra tuvalete gitmek istiyor, yardım ediyorum. Sendeleyip kollarımın arasına düşüyor. Onu bir çocuk gibi kucakladığımda, bedeninin hafifliğini hissettiğimde ilk defa dehşete düşüyorum. Bu anıyı O öldükten sonra da çokça hatırladım. Beden denilen şeye dair çok keskin bir farkındalık anıydı! Bedenini beslemek, hastahane kayıtlarına “erkek” olarak geçirmek, kan bağı olmadan muhatap alınmaya çabalamak, ...

Gezi bitti, Aligül vefat etti. Tanıdığım hareketten insanların çoğu bir yas sürecine girdi. Aligül’e destek ekibi çok ağır bir travma yaşadı. Yas duygusuyla ne yapacağımızı bilemedik; öfke, pişmanlık, suçluluk, yalnızlık herkesten ayrı bir duygu çıktı. İnsanlar kavga etti, kalp kırdı, akıl sağlıklarını kaybetti. Ben diğer insanların duygularından kaçtım, kendi başıma spor yapmaya başladım. Basketbol oynadım, politik şeylerden biraz çekildim. Birçoğumuz kendi bedenlerimize döndük. Bu süreçte ilk defa, “ölümlü dünya” diyerekten hormon kullanmak ve fiziksel olarak daha da maskülenleşmek istediğime karar verdim. Ancak bana cesaret ve para gerekiyordu.

2015 yılıydı çalışmaya ve terapiye başladım. Ancak bocaladım. Hormon için bağımsızlığa ihtiyacım var ama bağımsız olabilmek için ikili cinsiyet sisteminin uygulandığı bir sisteme girip çalışmak durumundayım. İlk girdiğim iş yerinde hep kadınlar vardı, kadın gibi olmam bekleniyordu. Sonra girdiğim iş yerinde hep erkekler vardı, patronuma kahve yapmam bekleniyordu. Kendimi lisedeki gibi uyumsuz hissediyor, kendimi ifade edemiyordum. Açıkçası LGBTİ+ hareketteki özgüvenimin yarısı kadar bile özgüvenim yoktu. Özgüvensiz olduğum için de hak ettiğimden daha azına razı oluyor böylelikle o ikili cinsiyet sisteminden de çıkamıyordum. Sanki prangalara vurulmuşum gibi geliyordu.

Üstelik etrafımdaki aktivist çevreye de sinirlenmeye başladım, kimle konuşsam herkes sanatçı, freelancer, doktora yapan, aktivist falan. 8 saat çalışıyorum, bir bakıyorum 30 mail, 60 WhatsApp mesajı. Aktivistlere iş yapayım diyorum, emeğime saygı gösterilmiyor; iş yerinde almadığım revizeyi alıyorum. Ve gittikçe fark ediyorum ki LGBTİ+ hareket lubuncayı, gullüm felsefesini ve ahlaksızlığı bırakıyor. Herkes birbirine benziyor. Herkes ciddileşip solcular gibi sıkıcılaşıyor. Ciddi seçimler, ciddi kayıplar, ciddi otorite, ciddi davalar, ciddi bir politik doğruculuk, ciddi bir birbirini yargılama süreci… Bir yandan da her şey olabildiğince ciddiyetsizce sosyal medyada.

Yıl 2018. Hayatımdaki insanların yarısına trans, yarısına eşcinsel olarak açığım. İş yerinde bazen kadınım, bazen ucubeyim. Bir de sevgilimden ayrıldım, hayatımın dibine batmış gibi oldum. İnsan dipteyken bir noktada sıkılıyor ve biraz da deli bir enerji topluyor. En sonunda “eh yeter!” dedim, kendimi işten attırdım ve bir hastaneye gittim.

Hastanelerden hep korkuyordum. İkili cinsiyet sisteminin içinde hayatta kalma savaşında, yıllara yayılan bir hikayeniz varsa, translığınızın onaylanmayacağı korkusunu yaşıyorsunuz. Neyseki bende öyle olmadı! Dünyanın en hızlı endokrinoloji sevkini aldım! Üstelik hastanede “ben ameliyat olmak istemiyorum” dedim, kendim gibi davrandım. Arkadaşlarıma “ben hormon kullanmaya başladım” dedim; bazısı saçmaladı, bazısı cesaret verdi, birçoğu da merak etti. Benim için önemli olan transfobileri varsa da yoksa da yanımda olduklarını hissetmekti, öyle de oldu.

Tüm bunlarla uğraşırken ve ailemle ilgili bin bir korku içerisindeyken sosyal medyada fırtınalar kopuyor. Biri “disforisi olmayan kendine trans demesin” diyor, başkası Sylvia Rivera’nın görsellerini paylaşıyor “haklı trans öfkesi” diye. Bir kişi de “peki ya trans erkeklerin öfkesi?” diye düşündü mü? Trans erkekler, butchlar, maskülen kadınlar nasıl öfkelerini çıkarır, bunun politik olarak doğru yöntemi nedir, bize bu hak verilmiş midir yoksa öfkemiz çıktığında bu sefer de başka bir politik cümleler yığını bize doğru mu savrulur?

Çocukluğumdan beri beni “kız çocuğu projesi” olarak görenler bana bastırmayı, saklamayı, ifade etmemeyi öğretti; ben bunu “kadınlık deneyimi” olarak ifade ediyordum. Şimdi o da politik olarak yanlış, yerine de bişey koyulmadı! Eh ben kendimi nasıl ifade edeceğim? Kızdığımda kendimi feminenleştirmeye çalışıyorum, ordan bir “ayol” ekliyorum ki camiamız beni ifşa etmesin! Ama bazen trans erkekler bu caminanın kum torbasıymış gibi hissediyorum.

Voltrans’tan insanların da konuşmacı olacağı bir feminist etkinliğe “Trans erkeklerin feminist ortamlara alınması transfobik bir şey” dendiğini gördüm! Bu grup o yüzden TERF miş! Arkadaşlar: “Trans-Exclusionary Radical Feminists” meali Transları Dışarda bırakan Radikal Feministler. Trans sadece trans kadın mı demek? Ya da “bir trans erkekle birlikte olup kendine lezbiyen diyemezsin” diyor bir trans kadın arkadaşım… Ya bırak desin, benim neden seks hayatımı baltalıyorsun? Bana ne faydası var dediğinin?

Yıllar önce ben lezbiyenken bir takım geyler “siz çok rahatsınız, el ele tutuşuyorsunuz, sokakta rahatça geziyorsunuz” derdi; şimdi hem en transfobik feministle en cabbar trans-kadın aktivist trans erkekleri / transgenderları Benjamin skalasına göre yeterince trans olmayanları gömen bir ifade de birleşebiliyor ve “siz çok rahatsınız” diyebiliyor.

Lambdaistanbul 2006 yılında eşcinsel ve biseksüellerin, 2008 yılında ise trans kadınların sorunlarıyla ilgili çok kapsamlı akademik araştırma yaptı; bu yayınlar o yıllarda hareketimizin temel taşı oldu. Ancak trans erkeklerle ilgili bu tarz kapsamlı bir araştırma hiç bir zaman yapılamadı. “Lezbiyen görünmezliği” gibi “trans erkek görünmezliği” de camiamızda ciddi bir sorun. Toplumsal kadın varsayılan bir aile ve sistemin içinden çıkma çabası, yaşadığımız cinsel istismarlar, zorla evlendirmeler, eğitim ve istihdam hayatına katılımımızın engellenmesi, ameliyatların pahalılığı ve başarı oranlarının şeffaf bir şekilde açıklanmaması, cinsel haz / cinsel sağlık ve jinekoloji alanlarında trans erkeklerin ihtiyaçlarının gözetilmemesi, daha ekonomik ve risksiz bir ameliyat olan metoidioplasty’nin yapılmayışı (çünkü erkek hekimler küçük penis yapmak istemiyorlar), testesteron hormonunun piyasada sürekli bitmesi ya da karaborsaya düşmesi gibi bir çok sorun varken camia tarafından adeta “erkekler ağlamaz” denmesi beni çıldırtıyor!

Deneyim farklılığımız yokmuş gibi bir politik doğruculuk birçok şeyi görünmez kılıyor! Hepimiz sınıf, ekonomik durum, politik güç, etnik köken, ikili cinsiyet sisteminde bizi soktukları kategoriler ve o kategorinin bizde bıraktığı etkiye bağlı olarak avantajlara ve dezavantajlara sahibiz. Feminist hareket de bazen aynı hatayı yapıyor! Bütün bu güç ilişkilerini yok sayıp ikili cinsiyet sistemiyle politika ürettiğinde: güçlü, aktif erkek ve güçsüz pasif kadın ikililiğini tekrar üretiyor! Ve sonra sen kendi cinselliğinle ilgili güçlü bir şey yazdığında, “bizi yanlış temsil ediyorsun, orda kameralar vardı, biz ölen kadınlar için pankart taşırken lezbiyenler dans ederek yürüyordu” gibi tepkiler alıyorsun (bunlar da söylendi). Arkadaşlar çeşit çeşit feministler ve translar; bakan göze daha mağdur göründüğümüzde daha fazla hak elde etmiyoruz!

İktidara karşı mücadele ederken kendi içimizdeki makro faşistlere, kimlikleri ve politik doğruculuğun verdiği politik gücü kötüye kullananlara karşı da uyanık olmamız lazım! Feminist harekette de, transların içinde de bizi sadece kendi deneyimlerine hapseden birçok insan var. Birisinin kafasında tek bir feminist imgesi var, bütün feministler öyle olsun istiyor. Diğerinin kafasında sadece kendi trans deneyimi var. İkisinin de özelliği: farklılıkları kendi kimliğine tehdit olarak alıyor! İkisinin de aynı manipulatif özelliği var; korkulara oynuyorlar. İkisi de aynı içinde bulunduğumuz politik atmosfer gibi ikililikte bizi taraf olmaya zorluyor. İkisi de ütopyalarımızı küçük görüyor, naif buluyor. Teşhis ediyor, çözüm getirmiyor. “Transfobik” diyor ama transfobik insanlarla nasıl mücadele edeceğimizi söylemiyor, kalp kırıyor ama en mağdur olduğu için sorumluluk da kabul etmiyor. Bu iki figür de bizim arkadaşımız, bizi çaresiz ve aciz hissettiren kendi öz yıkımımız.

Bir süredir arkadaşlarımdan nefret ediyordum. İstanbul’da gerçekleşen Pembe Hayat Kuirfest’te epey zaman sonra Türkiye’nin ve dünyanın dört bir tarafından insanlarla oturup uzun masalarda içtik. Kendimi çok güçlü ve özgüvenli hissettim. Beni iki şey çok etkiledi. Birincisi Bixa Travesty'i izlemek. “İbne travesti” kimliği benim kimliğime çok yakın geldi, kendimi bir lezzo travesti gibi hissettim! Hem lezbiyen hareketten güç alan ve bu kimliği bir türlü bırakamayan, hem de sürekli dönen değişen devinen asla varması istenene varamayan bir trans gibi ikililiğin dışında hissettim. Diğer bir etkilendiğim olay da çok uzun yıllar mücadele etmiş bir interseks aktivistin söylediği söz oldu: “Bizim en büyük düşmanlarımız, en yakın arkadaşlarımız!”

Kaos GL dergisine nasıl ulaşabilirsiniz?

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin 167. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye; online aboneler dergi websitesinden ulaşabilir. Basılı halini edinmek isteyenler ise önümüzdeki haftadan itibaren kitapçılardan yeni sayıyı satın alabilirler. Dergiyi internetten satın almak için ise Notabene yayınları ile iletişime geçebilirsiniz.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam
nefret