17/02/2017 | Yazar: Ayşe Düzkan

simitçiyi, limoncuyu en süfli, en zor halimiz olarak tanımladıkça koruduğumuz şeyin onurumuz olduğundan emin miyiz?

gezi günlerinde, yaptığı iş tam olarak içine sinmeyen çevik kuvvet polisleri vardı, rahatsızlıkları yüzlerinden bile anlaşılıyordu. onlara, bu ve benzeri sloganlarla seslenmek belki anlamlıydı ama o zamandan bu zamana köprülerin altında çok sular aktı, şimdi karşımıza hep işini “severek” “inanarak” yapan elemanlar çıkartılıyor.

ama bu öneri, neredeyse herkese karşı ve sanki gerçek bir alternatifmiş gibi tekrarlanıyor.

kendi adıma konuşayım, pazarda limon satabileceğimi hiç sanmıyorum. bir kere limonu nereden alacağım; sebze meyve halinin yerini dahi bilmiyorum, hadi onu öğrendim, eve limon alırken bile iyisini seçmekte güçlük çekiyorum, sonra pazarlarda her isteyenin tezgâh açabileceğinden şüpheliyim. ayrıca istanbul’un bütün semt pazarlarını bilmiyorum. bunların hepsini öğrenene kadar limon satarak onurumu korurum ama geçinebileceğim çok şüpheli.

simit de öyle, ruhsatı nasıl alacağım, bizim mahallede iyi simidi hangi fırın yapar, bana güvenip de konsinye verir mi, o arabalar nereden alınıyor acaba, sonra bayatlayan simitleri satmanın bir yolu var mı… hiçbirini bilmiyorum. ayrıca arabayı alacak param da yok. belki avon satabilirim, en azından katalogdaki ürünlerin ne işe yaradığı konusunda fikrim var ama onunla da ev döndürülür mü?

her işin incelikleri, bilgisi, her mesleğin erbabının maharetleri, kendine has sezgileri var. neredeyse her işe, her mesleğe ihtiyacımız var. (“neredeyse” şerhim, banka vb. aslında toplum için gerçek bir ihtiyaç olmayan alanlarla ilgili) ve ateş altındaki bir hastanenin ameliyathanesinde, onlarca insanın canını kurtaran cerrahlar gibi çok özel örnekleri bir kenara bırakırsak, her meslek eşit değerde, hayatımızın üretiminde bütün emekçiler pay sahibi, hepimizin, özellikle üretime dair bilgisi ve emeği değerli. sabah işe giderken güzel bir simit bulmak, o simidi güler yüzlü bir satıcıdan almak da çok şey katabiliyor yaşantımıza.

irfan değirmenci yakın zamanda verdiği bir röportajda başlıktakine benzer bir söz sarf etmiş, bu yazının onunla ilgisi olmadığını bütün samimiyetimle belirteyim. çünkü kendini mesleğiyle ifade etmiş, böyle var olmuş, ekmeğini tehlikeye atacağını bile bile, üstelik de birçok siyaset insanından daha açık biçimde tutumunu ifade etmiş bir gazetecinin, hele de bugünkü heyecanlı ruh haliyle böyle yerleşmiş bir kalıba başvurmasından olağan bir şey yok.

ama bu klişe çok yaygın bir biçimde ve kendini muhalif olarak tanımlayanlar tarafından da kullanılıyor. insanlık onurunu korumak, sözünden dönmemek ve tehlikeyi göze alarak fikrini ifade etmek her mücadelenin ayrılmaz parçası. ama bırakın ücretli/ücretsiz emeğin özgür olacağı bir dünyayı, çoğunluğu “hayır”a ikna edecek bir referandum kampanyası bile, herkesin tanıyıp takdir ettiği cesur kahramanlar tarafından ve onların üstünde değil, çoğu dahi anlamına gelen de’leri/da’ları ayıramayan, adı sanı duyulmamış, ekmeğinin peşindeki garibanlarla birlikte olacak. simit tezgâhı sahibi olmanın ancak hayalini kurabilenlerle. neden simidi bile düşünerek alır hale geldiğini kendi kendine soranlarla, kahraman olacak durumu olmayan ama attıkları oylar ve hayatları birleştiğinde ne çok şeyi değiştirebilecek olanlarla…

yine de sözümüzü sakınmadan, cesaretle konuşmanın bedeli olarak simit satmaya kalkabiliriz tabii. ama simitçiyi, limoncuyu en süfli, en zor halimiz olarak tanımladıkça koruduğumuz şeyin onurumuz olduğundan emin miyiz? 

Bu yazı ilk olarak Artı Gerçek'te yayınlanmıştır.


Etiketler:
İstihdam