28/05/2009 | Yazar: Yasemin Öz

1996 yılında İstanbul Habitat-II İnsan Yerleşimleri Zirvesi’ne[1] hazırlanırken Ülker Sokak’ta ikâm

1996 yılında İstanbul Habitat-II İnsan Yerleşimleri Zirvesi’ne[1] hazırlanırken Ülker Sokak’ta ikâmet eden travesti ve transeksüel kadınlara yönelik ‘mahalle baskısı’ haberleri ile karşılaştık ana akım medyada. Ülker Sokak sakinlerine ne oldu ise, o güne kadar birlikte yaşadıkları travesti ve transeksüel kadınlarla artık yaşamak istemediklerine karar vermişler ve sokaklarını bu ‘ahlâksız’lardan temizlemek için saldırılar başlatmışlardı. Toplumu bu duyarlılık örneği(!) temizlik operasyonuna dâhil edebilmek için de, heteroseksüel Ülker Sokak sakinleri evlerine Türk Bayrağı asarak; Ülker sokakta yaşayagelen travesti ve transeksüellerin, ait olunan daha büyük topluluğun bir bileşeni olmadığı iddiasını, bayrağın işaretlemesiyle ilân edip kampanya başlatmışlardı. 

Eşcinsellere ve travesti ve transeksüel bireylere, onları magazinleştirmediği sürece yer vermeyi tercih etmeyen ve onların gerçekliğinin topluma ulaşmasına izin vermeyen ana akım medya, nasıl olduysa, travesti ve transeksüel kadınlara yönelik bu linç kampanyasına pek ilgi duymuş ve Türkiye’de televizyon başında olan herkesin yaşamına onları sokmaya karar vermişti. Zira varlıklarını görünmezliğe hapsederek kurtulabileceklerini sandıkları travesti ve transeksüel kadınlara yönelik bu linç ve def etme kampanyası, tam da ana akım medyanın bakışıyla, onları zihnimizde de linç etmemiz için bir fırsattı. Zaten ana akım medyayı ‘ana akım’ yapan da sorgulamaksızın tek gerçeklik kabul edilen egemen kültürü yeniden üretmesi değil mi? Ve ana akım medya güya duyarlılık örneği göstererek bu def etme kampanyasının taraflarını görünür kılmaya karar vermişti.
 
O zamanlar kendini yeni kabullenmeye çalışan bir eşcinsel olarak aklımda kalan en çarpıcı şey, Savaş Ay’ın, sanırım A Takımı programındaki görüntülerdi. Programda çaresizce dertlerini anlatmaya çalışan travesti ve transeksüel kadınlar ile kışkırtılmış bir faşizmden beslendiği aşikâr olan ve onların sözcüklerini hiç duymayan ve kendi meşruiyetine sonsuz inanmış kimi mahalle sakinleri… Faşizm o an beynime kazınmıştı sanki. Belleğimde böyle kalmış tanıklık ettiğim an. Bir ürküntü duyduğumu hatırlıyorum, dış görünüşümle anlayamasalar bile eşcinselliğimi, bilselerdi başıma ne gelirdi ürküntüsü. Ve dalgalanan bir Türk bayrağı… Çocukluğumdan beri benim bayrağım olduğu öğretilmeye çalışılan ama şimdi benim gibileri işaretlemek ve linç etmek için kullanılan Türk bayrağı… İşte o an heteroseksizm, cinsiyetçilik, militarizm, milliyetçilik, kapitalizm zihnimde en berrak şekilde birleşmişti ve bu kavramların kardeşliğinin gölgesinde, kendimden başka gidecek yerim olmadığını; isyan, acı, öfke, korku, bulantı, tiksinti gibi birbirine karışan duygularla anlamıştım.
 
Bayrağın gerisindekiler...
 
Aslında anlamak zor değildi, Ülker Sokak’ta onca yıldır karşılaşılmayan türde bir saldırının neden o zaman başladığını. Türkiye’nin en gözde şehrinin en merkezi mekânlarından biri gerçek bir rant alanıydı ve mesele mahallenin namusu, ahlâkı değil, getireceği ranttı. Mesele basitçe transfobi ve homofobi de değildi aslında. Habitat-II sürecinde kentin görsel sunumu o derece önemli bir hal almıştı ki, görüntü kirliliği yarattığı düşünülen her şey ‘temizlenmeye’ ve uzaklaştırılmaya çalışılmıştı. Bu anlamda yalnızca travesti ve transeksüel kadınlar değil, sokakta yaşayan çocuklar ve sokak hayvanları da görüntünün dışına çıkarılmaya çalışılmış ve onlar da bu ‘temizlik operasyonu’ndan nasiplerini almışlardı. Yoksa adaletli bir ahlâk ve namus sıralaması yapabilsek, travesti ve transeksüel kadınlara saldıran mahalle sakinlerinin de ahlâksızlıkta onlarla yarışacağına ve iki yüzlülükte tartışmasız galip geleceklerine kuşkum yok. Ama ahlâk deyince bireylerin cinsel alanlarında nelerin, nasıl yaşandığı dışında bir algısı kalmamış bir kültürde, hangi ahlâkın tartışması yürütülebilir ki?
 
Kaldı ki, Pınar Selek’in Ülker Sokak olaylarını konu alan ve sözlü tarih aktarımı yaptığı Maskeler, Süvariler, Gacılar (2006) isimli kitabındaki travesti ve transeksüel kadınlarla yapılan görüşmelerden anlıyoruz ki, travesti ve transeksüel kadınları linç etmek için yarışanların bir kısmı aslında onların müşterileriydi. Travesti ve transeksüel kadınlarla hem para karşılığı seks yapıp hem de gündüz karıştıkları ve ahlâkları toplumsal erkeklik kalkanıyla sorgulanmayan toplumsal yaşamda, onları linç etmeye çalışacak kadar ikiyüzlüydüler. Hem onlarla cinsellik yaşadıkları için en az onlar kadar ‘ahlâksız’ hem de bunu örtbas etmek için onları (ve dolayısıyla aslında kendilerini) linç edecek kadar zavallı, korkak ve çaresizdiler.
 
Ülker Sokak olaylarının en çarpıcı boyutu elbette bütün bu saldırı, def etme ve linç zincirinin emniyet güçleri tarafından engellenmemesi ve saldırganlar hakkında yargıya intikal edip sonuçlanan bir kovuşturma olmamasıdır. Böylece bildiğimiz bir şeyi bir kez daha zihnimize kazıyoruz: Yasalar önünde ne kadar eşitlik kurgusu yaratılırsa yaratılsın, her vatandaş eşit değildir. Bazı vatandaşların can ve mal güvenliği, ikamet ve seyahat özgürlüğü, eğitim ve sağlıktan yararlanma hakkı diğer vatandaşlar kadar eşit değildir. Hatta mümkünse bu travesti ve transeksüel vatandaşlar hiç vatandaş olmasalar daha iyi olur. Vatandaşlarsa da haklarını korumak ve güvenliklerini sağlamak yüce devletimize düşmez, devlet elini bu ‘namussuzlar’la kirletmez, onları linç etme işini bile kendi üstlenmeyip, mahalle bekçilerine havale eder. Zaten her vesileyle işe koşulan bir koyu milliyetçilik marifetiyle, bütün ‘norm-dışı’ları yok etmeye hazır ‘maliyetsiz gönüllüler’ varken, devletin bu gibi ‘temizlik harekât’ları için maaş, ulaşım gideri, emeklilik primi gibi giderlerini kabartmasına da gerek yoktur. Faşist eylemliliği doğrudan doğruya üstlenmek ve finanse etmek yerine, bu zihniyeti ve eylemliliği yaygınlaştıracak, sıradanlaştıracak ve normalleştirecek kanalları güçlendirmek, güvenlik güçleriniyse ancak destek kuvveti olarak istihdam etmek hem minimum maliyetle maksimum fayda sağlayacak, hem de daha kalıcı bir yöntemdir. Böylece devlet olarak yasal yollarla doğrudan doğruya halledemeyeceğiniz işleri gayri-meşru alana ve yöntemlere havale etmiş olursunuz. Uluslararası anlaşmalarla yapmış olduğunuz insan hakları konusundaki taahhütleri görüntüde çiğnemeden, arka bahçede rahatlıkla organize edeceğiniz bir alan da yaratmış olursunuz. Üstelik bir başbakanın aleni olarak ve yaptırımsızca, ‘Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir’ diyebilmesine elveren, kahramanlarıyla, silahlarıyla ve cesetleriyle beslenen bir politik-kültürel iklimde, arka bahçe organizasyonlarının hayata geçirilmesi gayet mümkündür de…
 
Ülker Sokak’ta oturanların evli, çocuklu, heteroseksüel aileler olduğunu ve ‘bir grup çapulcu’nun bu aileleri yerlerinden etmek için gece-gündüz evlerine, kendilerine saldırdığını hayal ettiğimizde ve öylesi bir durumda neler olabileceğini kendimize sorduğumuzda, şiddetle sarmalanmış ayrımcılığı kavramamız hiç zor değildir oysa. Öylesi bir durumda emniyet güçleri bütün olanakları ile heteroseksüel aileleri korumaya çalışmaz mı? Korumazlarsa toplumun her kesimi bu işi vazife edinip hesabını sormaz mı? ‘Kutsal aile’ye tecavüz ediliyor diye bütün ‘kahramanlar’ vazife başına koşup ‘namus’u ve ‘normal’i korumak için bu saldırıyı topyekûn bertaraf etmez mi? Söz konusu olan travesti ve transeksüel kadınlar olunca neden bunun tam tersi bir mekanizma işliyor? Onlara, bırakalım kutsalını (Ülker Sokak getirileri itibariyle kutsal sayılmaya çok aday bir toprak çünkü) en adisinden toprağı bile neden reva görmüyoruz? Herkesin gidecek bir yeri varken neden onlara her kapı kapalı? Birlikte hayal edelim, kendi başımıza geleceği aklımıza bile gelmeyen şey, nasıl olup da aynı şehirde yaşadığımız başka insanlar için gündelik yaşamın bir gerçekliğine dönüşebiliyor? Bize sorgusuz sualsiz ait olduğunu düşündüğümüz bir yerin, hangi bilgiyle, bir başkası için kapılarının sonuna kadar kapalı olduğu varsayımıyla yaşayabiliyoruz?
 
Öncesi...
 
Ülker Sokak olayları transgender kadınlara yönelik kitlesel mekânsal dışlamanın kamuoyunun bilgisine sunulmuş ilk haliydi. Bu nedenle, Ülker Sokak olayları ile birlikte hayatımızda bir şey değişti. LGBTT bireylere karşı uzunca süredir devam eden dışlanma görünür bir kamusal bilgi haline geldi. Pınar Selek’in yukarıda anılan araştırması ile de toplumsal belleğimizden silip geçeceğimiz, yüzyıl geçince de inkâr edebileceğimiz bir günahtan, tarihe düşülmüş bir nota dönüştü.
 
Elbette travesti ve transeksüel kadınların Ülker Sokak’ta birlikte ikamet etmesi bir tesadüf değildi. Dağınık bir biçimde ayrı ayrı şehir ve bölgelerde ikamet ettiklerinde o mekânlara kabul edilmiyorlardı. Güvenlik ve kabul edilme endişesi nedeniyle tek tek yaşadıkları yerlerde açığa çıkamayan travesti ve transeksüel kadınlar, ancak büyük şehirlerde kendileri gibi travesti ve transeksüel kadınların bir şekilde tutunmayı başardıkları yerlere göç ediyorlar ve aslında dışlanma ve korku sonucu belirli bölgelerde ikamete zorlanıyor, bir nevi tecrit hayatı yaşıyorlardı. Tıpkı Romanların Sulukule dışında ikamet etmesi ve kültürlerini yaşatmasının toplum tarafından kabullenilmemesi ve belirli bir bölgeye hapsedilmesi gibi, travesti ve transeksüel kadınlar da Beyoğlu bölgesine hapsediliyorlardı. Bu bir arada yaşama kültürü geliştirme zorunluluğu, aynı zamanda onların birbiri ile dayanışarak güvenliklerini de kendi yöntemleri ile sağladıkları bir güvenlik ağı ve koruma da yaratıyordu. Kendisine benzemeyenlerle yan yana yaşamaya kapalı bir kültürün uzantısı ve dayatması olarak, diğerlerine benzemeyenler, aslında onları bir arada tutan çok az ortak özellik olmasına rağmen (mesela cinsel yönelimlerinin aynı olması iki insan arasındaki yalnızca ve sadece tek ortak özellik olabilir) yalnızca bu benzerlikleri üzerinden birbirine tutunmak ve yaklaşmak, diğerlerinden ayrışmak zorunda bırakılıyor ve tek bir özelliğe dayalı yalıtılma deneyimi yaşıyorlardı. O yüzden bu güvenlik ağının dağıtılması, aynı zamanda kültürel olarak farklı olanın da yok edilmesinin önünü açıyordu.
 
Zaten, sonuç olarak, travesti ve transeksüel kadınlar yaşadıkları, çalıştıkları, hayatlarını sürdürdükleri bir mekândan, yani Ülker Sokak’tan dışlanarak, aslında sürgün edilerek, farklı yerlere dağıldılar. Gündelik hayatlarının sıradan bir parçası olan toplumsal-mekânsal dışlanma, bu örnekte kitlesel bir forma büründü. Böylece Ülker Sokak’ta birbirleriyle dayanışarak örmüş oldukları güvenlik ağı da çözüldü ve birbirlerinden yalıtılmış olarak devam ettikleri hayat, pek çoğunun yok olması, yani öldürülmesi ile sonuçlandı.
 
Aslında, bu ne ilk ne de son sürgündü. 1980 askeri darbesi ile yapılan ‘temizlik’te de travesti, transeksüel ve eşcinseller saçları kazınarak, İstanbul’dan başka şehirlere sürgüne gönderilmişlerdi. Bu sürgünü, 12 Eylül sürecine ilişkin sözlü aktarımlarla biliyoruz. Aslında, 1980 darbesi üzerinden belki de en az konuşulan mağduriyet LGBTT[2] bireylerin mağduriyeti olarak kalmış durumda. 1980 darbesinden sonra pek çok LGBTT bireyin saçlarının kazınarak İstanbul dışına sürgüne gönderilmesi, pek az kişi tarafından bilinen ve dillendirilen bir gerçek. Zira etiketleme, mağduriyetler hiyerarşisinde dahi LGBTT bireyleri en sona atıyor. LGBTT bireylerin tarihini dahi unutarak, görmezden gelerek rahatlıkla ilerleyebiliyoruz. Ama en azından pek çoğumuz o dönemde yurt dışında cinsiyet düzeltme ameliyatı geçiren Bülent Ersoy’un pembe nüfus cüzdanı alıp ülkesine geri dönebilmek için dahi nelere maruz kaldığını hatırlıyoruz sanırım.
 
1980 darbesi yönetimi sahnede kadın kıyafeti giyen erkeklere yasak getirmişti. Yasak, İçişleri Bakanlığı’nın 19 Mart 1981 tarihli ‘Bar, pavyon gibi içkili yerlerde, kadın kıyafetiyle erkeklerin çalıştırılmasının engellenmesini içeren’ genelgesiyle uygulandı. Bu yasaktan iki ay sonra Bülent Ersoy Londra’da cinsiyet düzeltme ameliyatı geçirmiş ve pembe nüfus cüzdanı alabilmek için darbe yönetiminin çekilmesini beklemek zorunda kalmıştı. Ersoy, 14 Nisan 1981’de Londra’da ameliyatla cinsiyet değiştirdiği halde, nüfus cüzdanında ‘erkek’ yazdığı için, ‘kadın kıyafeti giyen erkek’ statüsündeydi. İstanbul Valiliği de, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’na dayanarak, 13 Haziran 1981’de ‘kadın kıyafetiyle sahneye çıkan erkek’ olduğu gerekçesiyle Ersoy’a ‘sahne yasağı’ koydu.
 
Yasa şöyleydi: ‘Polis; genel ahlak ve edep kurallarına aykırı olarak, utanç verici ve toplum düzeni bakımından tasvip edilmeyen tavır ve davranışlarda bulunanlar ile bu nitelikte söz, şarkı, müzik ya da benzeri gösteri yapanları herhangi bir şikâyet olmasa bile engeller.’
 
Bülent Ersoy, ameliyat olduğunu belirterek kadın kimliğini ispatlamak için hukuki süreç başlattı. Sabah gazetesinde 28 Ağustos 2005 tarihinde yer alan Ersan Atar’ın haberine göre, dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz, bu süreci şöyle anlattı: ‘Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’na göre, bir kadın sanatçının gazinoda çalışabilmesi için polisten izin alması gerekiyordu. Bülent Ersoy o dönem, erkek olduğu halde, Emniyet’e kadın olarak müracaat ediyor, izin istiyor. Emniyet bakıyor, ‘Siz kadın değilsiniz, erkeksiniz’ diyor. Emniyet yasak kararını hazırladı. Vilayetten de tasdik aldı. Bülent Ersoy, bu karara karşı Danıştay’a itiraz etti. Danıştay emniyetin kararını onadı. Ersoy, Danıştay Dava Daireler Kurulu’na itiraz etti. Orası da idarenin verdiği kararın hukuki olduğunu tasdik etti.’
 
Ersoy’un hukuk mücadelesi 7 yıl sürdü. Dönemin Başbakanı Turgut Özal ve eşi Semra Özal’ın devreye girmesiyle, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nden ‘kadın’ raporu aldı, Yargıtay’ın da onamasıyla, 7 Ocak 1988’de ‘kadın’ kimliğini resmen tescil ettirdi.
 
Bülent Ersoy’un yasaklanmasına neden olan kanun maddesi ise, ‘Birinci AB Uyum Paketi’ ile kaldırıldı. Polisin ‘kadın kıyafetiyle sahneye çıkan erkeklere yasak getirme’ yetkisi ile daha önce, içkili eğlence yerlerinde sahneye çıkan kadınların polise parmak izi vermesi, zührevi hastalıklar hastanesinden rapor alması gibi uygulamalar da kaldırıldı. Aynı paket, ironik biçimde, şiir okuduğu için hapse giren ve siyasetten yasaklanan Tayyip Erdoğan’ın yasağını da kaldırarak, başbakan olmasının yolunu açtı.
Bu bile tek başına, 1980 darbesi zihniyetinin LGBTT bireylere yönelik tutumunu gözler önüne sermeye yetebilir. Nüfus cüzdanını değiştiremeyip yurt dışında bir nevi sürgün hayatı yaşamaya zorlamak olarak algılanabilecek bu mekânsal dışlanmadan böylelikle haberdar olmuş oluyoruz. Aslında, Bülent Ersoy’un çok tanınmış ve sevilen bir şarkıcı olmasına rağmen nüfus cüzdanı alamaması süreci ve sonrasında aslında o nüfus cüzdanını da ‘sıradan’ biri olmadığı, üst sınıfa mensup ünlü bir şarkıcı olduğu için alabilmiş olması da, dışlamaya dair pek çok şey anlatıyor.
 
Eryaman, Esat...
 
Ne var ki sürgünler, ne askeri yönetim dönemiyle ne de Ülker Sokak olayları ile bitiyordu. 10 yıl sonra, 2006 yılı Nisan ayında bu defa, Ankara’nın, şehir merkezine en uzak semtlerinden biri olan Eryaman’da ikamet eden travesti ve transeksüel kadınlara, yine semtin ‘enformel toplum güvenliği timleri’ tarafından bir linç ve def etme kampanyası başlatıldı. Senaryonun Ülker Sokak senaryosu ile olan benzerliği, ‘yaratıcı’ olmaya bile gereksinim duymayacak denli kendini meşru addeden bir şiddet kavrayışını gözler önüne seriyordu. Her biri erkek olan ve erkek oldukları muhakkak olan mahalle sakinleri saldırılarını; travesti ve transeksüel kadınların arabalarının önünü kesip fiziksel şiddet uygulama, darp etme, mallarına zarar verme, evlerinin kapısını kırıp içeridekileri kurşunlama boyutuna taşırken, olaylar emniyet güçlerinin gözünün önünde olmasına rağmen, nedense emniyet güçleri olayları seyretmekle yetiniyordu.
 
Saldırılar önce emniyete, ardından savcılığa intikal etti. Bu aşamada Kaos GL Derneği’nin avukatları, şikâyetçilerin avukatlığını üstlendi. Bir kısmına şahsen tanıklık ettiğim bir yargı süreci başladı sonrasında. Pek çok saldırı olduğundan her bir suç ayrı değerlendirilerek, ayrı soruşturma açılmıştı. Biz öncelikle bu suçların birbirinden bağımsız, adi suçlar olmadığını, Eryaman’da yaşayan travesti ve transeksüel kadınlara, cinsel yönelimlerinden dolayı yöneltilmiş sistematik ve örgütlü saldırılar olduğunu, dosyaların birleştirilerek suç kapsamının bu şekilde değerlendirilmesini talep ettik savcılıktan. Ancak savcılık öncelikle şikâyetçilerin ifadesini yeniden almakta ısrar etti. Şikâyetçilerin bir kısmının dosyalarını takip ediyorduk ama şikâyetçilerin pek çoğu saldırılar sonucu başka şehirlere kaçmıştı. Başta 11 Kasım 2008’de öldürülen Dilek İnce[3] olmak üzere pek çok travesti ve transeksüel kadın, diğer şikâyetçilere ulaşıp savcılıkta şikâyetlerini yenilemeleri için çabaladıysa da, şikâyetçilerin pek çoğuna ulaşmak mümkün olmadı. Ulaştıklarımızı da Ankara’ya getirip savcılıkta dinletmek mümkün olmadı. Muhtemelen yaşadıkları büyük korkunun da etkisi altındaydılar. Ve şikâyet neticesinde, mahkeme sanıklara ancak ‘mala zarar vermek’ suçundan ceza verdi.
 
Ne var ki, Eryaman saldırılarını gerçekleştiren aynı çete Ankara’nın Esat semtinde de saldırılara başladı ve bu defa yakalandılar. Bir süre tutuklu kaldılar. Bu defa bir değişiklik daha oldu. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi olayları organize suç kapsamında değerlendirdi ve bu saldırıların cinsel yönelimleri nedeniyle travesti ve transeksüel kadınlara duyulan önyargı ve nefretle işlendiğine karar verdi. Ancak bir yıl dahi tutuklu kalmamış olan sanıkları, tutukluluk süresini yeterli bularak hükümle birlikte salıverdi.[4]
 
Yine de bir şey değişmişti hayatımızda. Travesti ve transeksüel kadınlar mekânsal dışlanmaya karşı tutunamayıp yaşadıkları yerleri terk ederek başka yerlere dağılmış olsalar da, bu sefer bu kitlesel mekânsal dışlanmaya karşı, en azından hukuksal bir karşı koyma başlamıştı. Elbette bu, Türkiye’de LGBTT bireylerin maruz kaldıkları dışlanmaya karşı bir araya gelip kendi alanlarını, kendi örgütlenmelerini yaratmak için on beş yıl sürdürdükleri mücadelenin de sonucuydu.
 
Gökkuşağı’na Karşı...

LGBTT bireylerin kamusal alandaki görünürlüğüne karşı gösterilen şiddet ve engelleme bunlarla sınırlı değildi elbette. Bunun en çarpıcı tezahürlerinden biri 6 Ağustos 2006’da Bursa’da yaşandı. Bursa’da 2006 yılında kurulan Gökkuşağı LGBTT Derneği, derneklerinin yasaya ve ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılmasına yönelik Bursa Valiliği’nin savcılığa başvurmasını ve LGBTT bireylere yönelik ayrımcılığı protesto etmek için, Bursa’da valiliğin izni ile bir yürüyüş düzenledi. Ancak yürüyüşten haberdar olan Bursasporlu Esnaflar Derneği Başkanı Fevzinur Dündar Bursaspor taraftarlarını yürüyüşü engellemek için göreve çağırdı. 6 Ağustos 2006 günü Bursaspor taraftar formalı yüzlerce kişi, Gökkuşağı Derneği'nin bulunduğu binanın etrafında toplanarak, yürüyüşü engellemek için LGBTT gruba taşlarla, sopalarla saldırdı. Saldırganlar "Bir avuç dönme, dua edin polise", "Buradan çıkış yok, öleceksiniz" gibi sloganlar atıyorlardı. Saldırılar sonucu LGBTT grup binada mahsur kaldı. Zira Emniyet güçleri yasal olarak izin alınmış yürüyüşü gerçekleştirmeyi sağlamak yerine, ‘kamu güvenliğinin tehlike altında olduğu’nu söyleyerek, grubun Gökkuşağı Derneği'nde mahsur kalmasına ve linç girişimi altında korunmadan beklemesine göz yumdu.
 
Bursasporlu Esnaflar Derneği Başkanı Fevzinur Dündar, yürüyüşten önce hem yerel hem de ulusal basında yer aldığı haliyle şunları söylemişti[5]:
 
‘Bursa evliyalar ve padişahlar şehridir. Böyle toplum dışı insanların yürüyüşlerine sahne olacak kadar adının kirleneceği ve kirlenmeyi hak ettiği bir şehir değildir. Kesinlikle engel olacağız. Bu yürüyüş için kanuni yönden belki bir şey yapılamamıştır. Ama toplumsal açıdan bizler bunun karşısında olacağız ve gerçekleşmesini engelleyeceğiz. Bursa böyle kimliği belirsiz lanet insanların cirit atacağı bir şehir değildir. Emniyet yetkililerine, valiliğe ve siyasilere sesleniyorum; bu insanların linç edilmesini istemiyorlarsa tutum ve hareketlerini netleştirsinler. Her maç öncesi saat 16.00'da yaptığımız Atatürk Stadı'na yürüyüşümüzü de eşcinsellerin yürüyüşü ile aynı saate ve güzergâha aldık. Koskoca Bursa'da 300 kişiyi yürütmeyeceğiz. Biz 5 bin kişi olacağız. İstiyorlarsa gelsin, yürüsünler.’
 
Fevzinur Dündar’ın bu ifadesi açıkça LGBTT bireyler kanun yoluyla engellenmezse onları kendi ‘toplumsal kanunlar’ı çerçevesinde engelleyeceklerini ifade ediyordu. Peki, bu gücü, kendi kanununu koyup uygulama yetkisini nereden alıyordu?
 
Elbette faili meçhul cinayetlerin, suikastların gerisinde devletin içindeki derin(!) bazı güçlerin olduğunun bu kadar normalleştirilerek telaffuz edilebildiği bir ülkede, bu gücün nereden geldiğini kestirmek güç değil. Sistemin yasal yollarla bertaraf edemediği kendisinden farklı düşünenleri katletmek için örgütlenmelere giriştiği ve bu örgütlenmelerin doğrudan devletin kendisi tarafından finanse edilip korunduğu gerçeği bu kadar gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelmişken, Fevzinur Dündar’dan başka ne bekleyebiliriz? Bu gücü elbette kültürel olarak dayatılan ve egemen hale gelen, yasalardan bile daha çok meşruiyet alanı bulan ataerki, homofobi, milliyetçilik, faşizm ve militarizmden alıyor. Başka bir damardan ayrıca beslenmesine gerek kalmıyor.
 
Ama LGBTT bireyler artık dışlanmayı kabul etmiyorlardı ve tehditler karşısında kolayca bertaraf olmayacak ölçüde kendi örgütlenmeleri ve mücadele kanallarını yaratmışlardı. Bursa Gökkuşağı ve Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Dernekleri'nin yaptıkları başvuru sonucu, Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı Fevzinur Dündar hakkında TCK'nın 218'inci maddesine dayanarak "halkı kin ve düşmanlığa tahrik, sevk"ten yargılanmasına karar verdi. Ancak Bursa 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılama sonucunda, mahkemenin 02.04.2009 günlü kararı ile ‘Suçunun ispat edilemediği’ gerekçesine dayanılarak Fevzinur Dündar’ın beraatına karar verildi. Suçunu basına demeç yolu ile bildirmişken ve suçunun sabitliği basın yolu ile kamuoyunca dahi bilinir hale gelmişken, Fevzinur Dündar’ın suçunun ispat edilemediği gerekçesine dayanacak kadar gerçeği örtebileceğine sanan bir yargı kararı ile daha muhatap olduk. Ve bu yargı kararlarının dayanaklarını kanunlardan ve gerçeklerden değil, arkasına rahatça sığınabildikleri homofobi, transfobi ve faşizmden aldıklarını bir kez daha çarpıcı bir biçimde görmüş olduk.
 
‘Kendine Ait Bir Oda’...
 
Bütün bu durumlar, dışlamanın yalnızca toplumsal ve mekânsal alanda değil, toplumsalın yansıması olan hukuk alanında da kendini gösterdiğini ortaya koyuyor. Ancak, Türkiyeli LGBTT bireyler 1990’lı yılların başlarından itibaren bu dışlamaya karşı kendi örgütlerini oluşturmaya başlamış ve İstanbul’da Lambdaistanbul, Ankara’da Kaos GL oluşumları kurulmuştu. Kaos GL’de yan yana gelen ve ağırlıkta eşcinsellerden oluşan grup yalnızca yan yana gelmekle kalmadı, dışlamayla mücadele etmek ve o güne kadar eşcinsellerin sözünü yansıtmayı tercih etmeyip homofobik söylemi elden bırakmayan medyanın dezenformasyonuna karşı, eşcinsellerin kendi sözlerini söyleyebileceği ve 1994’ten bu yana aralıksız çıkan tek LGBTT yayını olan Kaos GL Dergisi’ni çıkarmaya başladı.
 
LGBTT örgütlenmelerin öncesinde de LGBTT bireyler elbette yan yana geliyordu. Bu yan yana gelmeler erkek eşcinseller ve transgender kadınlar için daha çok park, hamam, porno film gösterimi yapan sinemalarda, ev toplantılarında ve LGBTT bireylere hizmet eden veya varlıklarına göz yuman barlarda gerçekleşiyordu. Bu karşılaşmalar da politik bir var oluştan çok sosyalleşme, tanışma, karşılaşma, buluşma ve cinsellik amaçlarına hizmet ediyordu. Zira LGBTT bireylere özel hizmet eden mekânlar dışında, LGBTT bireylerin birbirini tanıması, sosyalleşmesi ve bir araya gelmesi neredeyse imkansızdı. Özellikle dış görüntüleri ile heteroseksüel bireylerden ayırt edilmesi pek mümkün olamayan LGB bireylerin, kamusal alanda birbiri ile karşılaşsalar bile birbirlerinin cinsel yönelimlerini, yani ortaklıklarını anlamaları mümkün değildi.
 
Bu esnada, travesti ve transeksüel kadınlar da İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Mersin gibi çeşitli büyükşehirlerin bazı bölgelerinde birlikte yaşama kültürü geliştirerek kendi mekânlarını oluşturmaya ve kendilerine alan açmaya çalışıyorlardı.
 
Lezbiyenler için ise bu seçenekler dahi mevcut değildi. Lezbiyenlere hizmet eden özel bir mekân dahi bulunmuyordu. Ancak elbette lezbiyenler de varlıklarına bir şekilde göz yuman çeşitli cafe ve barlarda yan yana geliyorlardı. İnternet kullanımının olmadığı o yıllarda karşılaşmalar yaşamak oldukça güçtü. O yüzden LGBTT bireyler kendi etraflarında yaratabildikleri yalıtılmış küçük dünyalarda cinsel yönelimlerini yaşıyorlardı. Örgütlenme sürecine kadar LGBTT bireylerin kendileri için yaratabildikleri mekânlar bunlarla sınırlıydı.
 
Örgütlenme ile birlikte de LGBTT bireylerin kendi mekânlarını kazanmaları hemen gerçekleşmedi. Kaos GL’nin bir kültür merkezi açarak mekâna kavuşması 2000 yılında gerçekleşti. Lambdaistanbul’un ofis kurması ise 2002 yılında gerçekleşti. Böylece ailelerinin dahi evden kovduğu, şiddet uyguladığı, tedaviye ve evlenmeye zorladığı, ekonomik olarak cezalandırdığı, toplumsal yaşamda da bunun başka bir tekrarını yaşayan ve bu anlamda gidecek pek de yerleri olmayan LGBTT bireyler de kendi mekânlarını yaratmaya başladılar. Ama kendi mekânlarını yaratırken gettolaşma ve yalıtılma tehlikesini de gördükleri için, Kaos GL Dergisi’nin sloganlarından biri; ‘Gettoları değil kentin tamamını istiyoruz’ olmuştur. Zira LGBTT bireyler bu gettolarda bir yandan kendi güvenlikleri için dayanışma ağlarını kurmak zorunda kalırken, bir yandan da toplumdan yalıtılma tehdidi altındadır.
 
1990’lı yılların başında, içinde çalıştıkları İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’nde kurmak istedikleri Eşcinsel Komisyonu dernek yönetimi tarafından engellenen ve orada eşcinsellik üzerine politika yapmalarına izin verilmeyen LGBTT bireyler, bu dışlamaya son vermek için kendi mekânlarına kavuşup kendi sözlerini üretmekten başka çare bulamadılar. Ancak bundan sonra gelişen 15 yıllık süreçte, insan hakları ve kadın örgütlerinin kapılarını LGBTT bireylere kapatmak, en azından muhalif kesimde, kabul edilemez bir duruma dönüştü. Böylece LGBTT bireylerin mücadele sürecinde kendi mekânlarını oluşturmaları, başka kapıların da yavaş yavaş açılmasına neden oldu ve alanlarını genişletmiş oldular. Mekânsal dışlanmaya direniş önce kendi mekânını kurarak gerçekleştirildi.
 
Sonraki süreçte, Kaos GL grubu 2005 yılında dernekleşme kararı alıp, Türkiye’de ilk LGBTT derneğini kurdu. Ancak kurulmasının hemen ardından, Ankara Valiliği, Medeni Kanun’da yer alan ‘Hukuka ve ahlâka aykırı dernek kurulamaz’ hükmüne dayanarak, Kaos GL Derneği’nin kapatılması için Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na başvurdu.
 
Ancak, Ankara Savcılığı, 10.10.2005 tarih ve Basın Soruşturma No: 2005/2247, Basın Karar No: 2005/1491 sayılı kararı ile, Kaos GL Derneği'nin adında ve tüzüğünde ahlâka aykırı bir durum bulunmadığına, derneğe kapatma davası açılmasına yer olmadığına karar verdi. Kararda, 5253 sayılı Dernekler Kanunu'nun, AB siyasi kriterleri, Katılım Ortaklığı Belgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve taraf olunan uluslararası insan hakları sözleşmeleri dikkate alınarak hazırlandığı belirtildi. Uluslararası sözleşmelere ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne atıf yapılan kararda, "cinsel işlev bozukluklarının genel olarak ahlâki bozulmanın bir sonucu olarak düşünüldüğü, ancak Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından 'başlı başına bir bozukluk' olarak ele alınmadığı ve eşcinselliğin spesifik olarak tanımlanmadığı" belirtildi. "Lezbiyen" ve "gey" kelimelerinin günlük hayatta ve bilimsel araştırmalarda rahatlıkla kullanıldığına işaret edilen kararda, "Bu kavramlar, toplumlara göre değişir. Yeni TCK'nın yapılandırılmasında 'cinsel yönelim ayrımcılığının' tartışıldığı bir dönemde, eşcinsel olmak ahlâksız olmak anlamına gelmez. Aslolan tüm ahlâk bilimleriyle uğraşanların ortak birleştikleri nokta olan insan iradesinin hür olması gerektiğidir," denildi. Kararda, derneğin adında ve amaç bölümünde "Ahlâk dışı olarak tanımlanabilecek bir husus bulunmadığı" ifade edilerek, uluslararası sözleşmeler de dikkate alınarak derneğin kapatılması talebiyle kamusal dava açılmasına gerek olmadığı kaydedildi.
 
Böylece, LGBTT bireyler T.C. devleti tarafından resmi olarak tescil edilmiş bir statüye ve mekâna kavuştular. Kaos GL’nin dernekleşmesinin hemen ardından 2006 yılında Bursa’da Gökkuşağı LGBTT Derneği ve Ankara’da Pembe Hayat LGBTT Derneği kuruldu. Böylece LGBTT mekân sayısı Türkiye çapında dörde yükseldi. Bu dernekler de Kaos GL ile aynı süreci yaşadılar ve valilikler derneklerinin kapatılmasını talep ettiyse de, savcılıklar kapatma talebini reddetti.
 
Ancak, yine aynı yıl İstanbul’da dernekleşen Lambdaistanbul Derneği hakkında İstanbul Valiliği tarafından Beyoğlu Savcılığı’na yapılan başvuru sonucu, Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dernek aleyhine kapatma davası açıldı ve yapılan yargılama sonucu 29 Mayıs 2008 tarihinde derneğin tüzüğünün hukuka ve ahlaka aykırı olduğu gerekçesi ile kapatılmasına karar verildi. Ancak, kararın temyiz edilmesinin ardından, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi dernek hakkındaki kapatma kararını, dernek faaliyetlerinin hukuka ve ahlaka aykırı olmadığı ve örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği gerekçesi ile bozdu.
 
LGBTT dernekleri kapatmaya yönelik olarak işleyen bu yargı süreci, hukukun LGBTT bireylerin dışlanması ve ahlaka aykırı algılanması konusunda nihayet bir karar vermesi ile sonuçlandı. Ve dışlanmaya karşı verilen mücadele LGBTT bireyler lehine bir kazanım getirdi.
2008 yılında İzmir’de Kaos GL İzmir grubunun kendi mekânına kavuşması ile birlikte, LGBTT bireylerin örgütlendiği mekân sayısı beşe yükseldi.
 
Her Yer, Hiçbir Yer...
 
Tüm mücadeleye ve kazanımlara rağmen mekânsal ve toplumsal dışlanma elbette genellikle önce ailede başlayarak toplumsal yaşamın her alanında kendini göstermeye devam ediyor. Ailede evden kovma şeklinde yaşanabilen mekânsal dışlanma, çeşitli alanlarda farklı biçimlerde tezahür ediyor. Örneğin eğitim alanında, özellikle travesti ve transeksüel bireyler dış görüntüleri nedeniyle görünür olan cinsel yönelimleri dolayısıyla, etiketlenmeden kaçınmak için eğitimlerini sürdürmemeyi tercih ediyorlar genellikle. Eğitim hakkı Anayasa’nın 42. maddesi ile düzenlenmiş ve her vatandaş için güvence altına alınmış olduğu halde, travesti ve transeksüel bireylerin eğitim hakkı adeta görünmez kanunlarla ellerinden alınıyor. Zira etiketlenmeye karşı hakları güvence altına alınmamış bireyin, buna karşı tek başına direnmesinin beklenmesi dışında özel hiçbir koruma sağlanmıyor. Bu şekilde aslında eğitim alanından bir mekânsal dışlanma da gerçekleşiyor.
 
Bir şekilde eğitim sürecini tamamlamış LGBTT bireyleri ise bu defa istihdam alanındaki dışlanma bekliyor. Devlet görevinde çalışan tek bir travesti veya transeksüel birey olmaması dahi bu durumun en somut göstergesi. Dış görünüşleri ile cinsel yönelimleri ayırt edilemeyen lezbiyen, gey ve biseksüel bireyler ise işten atılma korkusu ile iş yerlerinde cinsel yönelimlerini gizlemeyi tercih ediyorlar. Cinsel yönelimi nedeniyle işten atılan pek çok LGBTT birey olmasına rağmen, yeniden dışlanma ve açığa çıkma korkusu ile, bu durum yargıya nadiren intikal ediyor. Bu da istihdam alanındaki mekânsal dışlanmanın bir tezahürü aslında. Keza, Devlet Memurları Kanunu’nda yer alan ‘genel ahlâka uygun davranmak’ yükümlülükleri devlet görevlisi eşcinsel bireylerin açığa çıkmasını neredeyse imkânsızlaştırdığı gibi, özel sektörde de hemen hemen aynı süreç işliyor. Devlet görevlilerine ilişkin çıkarılan pek çok özel kanunda da benzer düzenlemeler yer alıyor. Ancak bunun en çarpıcı ve açık örneği elbette Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki düzenlemeler.
 
Türk Silâhlı Kuvvetleri Sağlık Yeteneği Yönetmeliği’nin eki Hastalık ve Arızalar Listesi’nin 17. maddesindeki düzenlemeye göre; ‘psikoseksüel bozukluğu olduğu tespit edilenlerin, seksüel davranış bozukluklarının askerlik ortamında bilinerek sakıncalara yol açması, bu durumun kıt'a anketi veya resmî belgelerle saptanması, ileri derecede psikoseksüel bozukluğu olduğu tespit edilenlerin, seksüel davranış bozukluklarının tüm yaşamlarında ileri derecede belirgin olması, askerlik ortamında sakıncalı bir durum yarattığının ya da yaratacağının gözlem veya belgelerle saptanması halinde, askerliğe elverişsiz kabul edilecekleri ve askerlik yapmalarına izin verilmeyeceği’ hüküm altına alınmıştır.
 
‘Psikoseksüel bozukluk’la kastedilen eşcinsellik, ‘ileri derecede psikoseksüel bozukluk’la kastedilen ise travesti ve transeksüelliktir. Bu düzenleme GBTT bireyleri hastalıkla tarif ettiği gibi, bu hastalığın askeriyede görev yapamayacak ve askerlik hizmetini yerine getirmeyecek kadar kabul edilemez olduğunu da söyleyerek, GBTT bireyleri açıkça etiketlemekte ve dışlamaktadır. Üstelik Türkiye’deki askeri psikiyatri, tüm dünyada kabul edilen ve psikolojik hastalıkları tanımlayan Amerikan Psikiyatri Birliği’nin DSM-IV adlı kriteri yerine, aynı kuruluşun DSM-II kriterini esas alarak eşcinsellik, travestilik ve transeksüelliği hastalık kabul etmektedir. Ancak, eşcinsellik, travestilik ve transeksüellik 1974 yılında DSM-II’nin listesinde hastalık olmaktan çıkarılmış, bundan sonra Amerikan Psikiyatri Birliği DSM-III ve DSM-IV adlı kriterleri yayınlamıştır. Yukarıda anılan düzenleme, psikiyatride 1974’ten beri terk edilen bir uygulamaya dayanmakta ve GBTT bireylere yönelik açık bir ayrımcılık içermektedir. GBTT bireylerin askeriyeden dışlanması, aynı zamanda askeriyeye ait mekânlardan dışlanmayı da içermektedir.
 
Dışlama elbette bunlarla sınırlı kalmamakta ve gündelik hayatın her alanında tezahür etmektedir. Toplumsal cinsiyet kalıplarının tezahürü olarak bireylerin belli bir yaştan sonra evlenmesi beklenmekte ve evlenmemiş olan LGB bireylere yönelik çevrenin soruları ve merakı asla bitmemekte, yalnız veya birlikte yaşayan LGB bireyler bitmek bilmeyen bir gözetleme ve merak kuşatması altında kalmaktadır. Bu, komşulardan akrabalara, esnaftan iş arkadaşlarına kadar sonsuz bir zincir olarak uzanmaktadır. Cinsel yönelimleri görüntüleri nedeniyle genellikle açık olan travesti ve transeksüel bireyler ise yaşamlarının her anında toplumsal alana her adım attıklarında bir şiddet, nefret, dışlanmaya maruz bırakılmaktadır. Bu nedenle travesti ve transeksüel bireyler gündüz karşılaştıkları bu dışlanmadan kaçınmak için geceleri yaşamaya mahkûm edilmektedir. Zaten istihdam alanının dışına itildikleri için seks işçiliği yapmaya zorlanmaktadırlar. Aynı şekilde barınma hakları da çoğunlukla ellerinden alınmakta, ancak büyük şehirlerin belirli bölgelerine sığınarak buralarda yaratabildikleri gettolarda yaşamaya mahkûm edilmektedirler. Oluşan bu gettolarda LGBTT bireyler bir yandan kendi güvenlikleri için dayanışma ağlarını kurmak zorunda kalmakta, bir yandan da toplumdan giderek kopartılıp yalıtılmaktadırlar.
 
Dışlama halen, özellikle travesti ve transeksüel bireyler için, emniyet ve toplum tarafından el ele yürütülen bir süreç olarak gündelik yaşamın olağan bir parçası halinde devam etmektedir. Emniyet tarafından travesti ve transeksüel bireylere sırf görüntülerinden dolayı Kabahatler Kanunu’ndaki düzenlemelere dayanılarak sürekli olarak para cezası kesilmekte, bu şekilde kamusal alana çıkmaları engellenmeye çalışmakta ve kamusal mekândan dışlanmaktadırlar. Bunun yanı sıra, özellikle İstanbul Beyoğlu’nda travesti ve transeksüel kadınların ikamet ettiği evler, fuhuş yasal olarak suç olmadığı halde, fuhuş gerekçe gösterilerek mühürlenmekte ve bu şekilde barınma ve ikamet hakları sürekli gasp edilmekte, mekânsızlaştırmaya çalışılmaktadırlar.
 
Son olarak, en bilinen örnekleri gazeteci Baki Koşar, Dilek İnce ve Ahmet Yıldız’ın öldürülmesi olmak üzere, pek çok LGBTT bireyin sırf cinsel yönelimlerinden ötürü nefret cinayetlerine kurban gitmesi, LGBTT bireylere yönelik dışlamanın yok etmeye kadar varabildiğini çarpıcı bir biçimde göstermekte ve mekânsal dışlamanın, LGBTT bireylerin gezegen üzerinde var olmasına tahammül edememeye kadar uzandığını göstermektedir.
 
Sonsöz Yerine...
 
LGBTT bireylere yönelik dışlama her gün hayatın her alanında devam etmektedir. Hastaneye kan vermeye gittiğinizde doldurduğunuz formda dahi eşcinsel olup olmadığınız sorularak, kanınızın bile tehlikeli olabileceğine işaret edilmektedir. Ülker Sokak, Esat-Eryaman ve Bursa olayları LGBTT bireylere yönelik dışlamanın kitlesel ve görünür hale gelip kayıt altına alınmış halidir yalnızca. Dışlama çoğunlukla aileden başlayıp sokakta, eğitim, istihdam, sağlık, barınma gibi en temel haklara dahi kavuşamama şeklinde tezahür ederek yaşamın her alanında her gün süren bir süreçtir hâlâ. Sosyal güvencesi genellikle olmayan travesti ve transeksüel bireyler için sağlık hizmetlerine erişim dahi oldukça zor bir süreçtir. Bir şekilde paralı sağlık hizmetinden yararlanırken dahi, sağlık personeli ve hastanede bulunan insanların tutumları ile bir aşağılama ve dışlamaya tabi tutulmaktadırlar. İnsanlar bakışları ile dahi ‘Burada ne işin var, senin burada olmaya hakkın yok’ duygusunu rahatlıkla geçirebilmektedir. Özellikle travesti ve transeksüel bir bireyin yolda yürümekten alış-veriş etmeye kadar sokakta yaşadığı her an, insanların mekânın kendilerine ait olduğunu ve bu mekânlarda travesti ve transeksüel bireylere yer olmadığını hissettirdiği bir sürece dönüşmektedir. Bunu anlayabilmek için travesti ve transeksüel bir bireyle gündüz yaşamında herhangi bir yerde birkaç saat geçirmek dahi yeterlidir.
 
Ancak, LGBTT bireyler binlerce yıldır yok sayılan tarihlerine ve gördükleri tüm şiddet, zulüm ve baskıya rağmen buharlaşıp uçmuyorlar. Tüm kapıları onlara kapatmaya çalışanlar da; ‘Peki nereye gidecekler?’ sorusunu kendilerine sormuyor. LGBTT bireyleri kendi görüş alanının dışına çıkarmaya çalışan toplumsal bileşenler, hiyerarşinin en alt basamağındaki LGBTT bireyleri kolayca gözden çıkarırken, kendilerinin hiyerarşinin hangi basamağında durduğunu sormuyor. Oysa gözden çıkarılan en alt basamak, kaçınılmaz olarak sıranın bir üst basamağa gelmesini sağlayacaktır.
 
Burada bir karar vermek zorundayız hep birlikte. Arkamızı döndüğümüzde hiçbir basamak kalmadığını mı görmek istiyoruz, yoksa artık hep birlikte yaşamayı öğrenmek mi?

Not: Bu yazı "cins cins mekan" adlı kitapda yayınlanmıştır.

Referanslar
 
Selek, Pınar (2001) Maskeler, Süvariler, Gacılar: Ülker Sokak – Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekânı, İstanbul: Aykırı.
2. baskı: (2007) İstanbul: İstiklâl   
Habitat-II Ulusal Rapor ve Eylem Planı (Haziran 1996)(İstanbul)
Radikal Cumartesi, 16 Haziran 2007 (Transeksüel ‘Deniz Anne’ ile Yonca Cingöz tarafından yapılan röportaj)
LGBTT Hakları Platformu 2008 Raporu.
http://www.mavi-nota.com/index.php?link=yazi&no=2462
http://www.ntvmsnbc.com/news/437238.asp


* Av., Kaos GL Derneği Hukuk Sekreteri
[1] Burada anlatılacak olan ‘hikâye’yle tezat oluştururcasına, Habitat-II  küresel eylem planı ile ulusal eylem planlarının hazırlanması ve uygulanmasında temel hedef, ‘sürekli ve dengeli, insanca yaşamaya elverişli ve hakça yerleşimler’ olarak belirlenmiş, bu hedefe ulaşabilmek için de üç araçsal ilke tanımlanmıştı: (i) ‘yapabilir kılma’ olarak duyurulan toplumsal failleri güçlendirme ilkesi, (ii) kentli bağlılığı ve dayanışması ilkesi, (iii) ‘yönetişim’ olarak yeniden kavramsalaştırılan çoğulcu ve katılımcı yönetim  (Habitat U.R.: 76-80).
[2] Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transseksüel
[3] Söz konusu davanın hem şikâyetçilerinden hem de tanıklarından olan Dilek İnce, sanıkların tutuklulukta geçen süre göz önüne alınarak tahliye edilmelerinin ardından, Ankara-Etlik’te, otomobil içindeyken pompalı tüfekle kurşunlanarak öldürüldü. Bkz. http://www.bianet.org ve http://www.savaskarsitlari.org, 12 Kasım 2008. Ayrıca, LGBTT Hakları Platformu 2008 Raporu.  
[4] Bkz. http://www.bianet.org, 20 Ekim 2008.
[5] http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=195036


Etiketler: yaşam
İstihdam