05/12/2013 | Yazar: Zeynep Akkuş

Tamam, bu ülkedeki LGBT’lerin çok büyük bir çoğunluğu LİSTAG ailelerinin evladı olarak doğacak kadar şanslı değil ama farklı cinsel yönelimlere ve kimliklere sahip evlatlarına sahip çıkan, destek olan ailelerin sayısı da birilerinin inandırmaya çalıştığı kadar az değil.

Yetişkin bir evladı olan bir arkadaşım, “Benim Çocuğum”u izledikten sonra, “Evladım bana gelip, ‘Baba ben eşcinselim’ diyerek açılsaydı ne yapardım diye düşündüm. Gözyaşları içinde bağrıma basardım onu” demişti.
 
Can Candan’ın, LİSTAG ailelerini konu alan belgesel niteliğindeki filminin gösteriminin, Gaziantep Üniversitesi’nde önceden onaylandığı halde, rektörlük tarafından “içeriği uygun bulunmadığı” gerekçesiyle iptal edilmesinin temelinde yatan şey, yukarıdakine benzer sözlerin, daha başka anne babalar tarafından da söylenecek olmasından duyulan katıksız korkunun ta kendisidir.
 
“Batının ahlaksızlığını değil, bilimini almayı şiar edinmiş” bir toplum olarak, ecnebi ülkelerdeki aile yapısının nasıl da “dejenere” olduğuna bakar, “Oh, neyse bizimki öyle değil” diyerek tahtaya vururuz. Bizim aile yapımız son derece sağlam ve fakat her nedense bir o kadar da kırılgan olduğu için “büyüklerimiz” gecelerini gündüzlerini feda edip bu kutsal müesseseye halel gelmemesi için tetikte bekler. Alınan her türlü önleme rağmen patlak veren “sorun”lar ise “Kol kırılır, yen içinde kalır” düsturuyla gizlenir. Varsın bunca kırıkla çıkıkla, toplum devasa bir ortopedi kliniğine dönsün; sonuçta, en yaşlısından en gencine kadar herkes, daha ilkokuldan itibaren “toplumun en küçük birimi” olarak beyinlere kazınan “kutsal aile”yi korumak ve var etmek adına omuzlarına yüklenen çok çeşitli görevleri yerine getirmek için didinir durur; kimileri can-ı gönülden, kimileri mecburiyetten.
 
“Eşcinsellik, batının, Türk aile yapısını çökerterek toplumu darmadağın etmeyi hedefleyen büyük planının bir parçası, kirli bir oyunu”(!) olduğu için LGBT’leri (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) yok saymak ve haklarını bir türlü tanımamak; aileyi ve devamında toplumu koruyup var etmek adına alınan önlemlerin en başında gelir (ama bu saçmalıklara inananlar her ne hikmetse, LGBT’lerin “batı”da da var olduğunu, evlilik ve evlat edinme de dahil olmak üzere çok çeşitli hak ve özgürlüklere sahip olduklarını unutmuş gibidir). LGBT hakları konusunda atılacak her türlü adımı, “Toplum daha hazır değil” diyerek öteleyen zevat, bu tavrıyla toplumun hazır olacağı zamanın gelmesini sürekli ertelediğinin farkında değildir ya da umursamaz. Muhalefetteyken “Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. (…) Muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz” diyen bir siyasetçinin, 10 yılı aşan iktidarı boyunca, sahip olduğu güce rağmen sözlerinde samimi olduğunu gösterecek hiçbir somut girişimde bulunmadığı, “Eşcinsellik hastalıktır” diyebilen, “Eşcinseller de hak talep ediyor, verecek miyiz” diye sorabilen bakan ya da vekillerini en azından uyarma gereği bile görmediği bir ülkede yaşadığımızı, LGBT’lere layık görülen en “insanî”(!) muamelenin, onları haysiyet celladı sözde ruh hekimlerinin eline teslim etmek olduğu gerçeğini de aklımızdan çıkarmayalım.
 
Hal böyleyken “Benim Çocuğum”, bu ülkede L(ezbiyen), G(ey), B(iseksüel) ya da T(rans) evlatlarının ruh ve beden bütünlüğüne saygı duyan, onları saklamayan ama daha da önemlisi onlarla birlikte saklanmayan, o psikolog senin bu psikiyatr benim gez(dir)meyen, “iyileşmedikleri” zaman kapının önüne koymayan, en ama en önemlisi ise, canlarına kıymaya kalkışmayan ebeveynler DE olduğunu gözler önüne seriyor. Böyle ilkellikleri sergilemedikleri gibi, evlatlarıyla birlikte yürüyüşlerde en ön sırada yer alan, kendi elleriyle dövizler pankartlar hazırlayan, özel tişörtler bastıran, siyasilerle görüşen, çalmadık kapı bırakmayan, “Bir kişi bir kişidir” diyerek şehir şehir, ülke ülke dolaşan ve ne acıdır ki, bu çabaları yüzünden kâğıt ziyanı gazete müsveddeleri tarafından hedef gösterilen kişiler bunlar.
 
Adı “üniversite” olan bir bilim kurumunun, tehlikeli boyutlara varan homofobi, transfobi ve bifobiyle mücadelede etkin rol üstlenmek yerine, verilen çabalara köstek olmayı seçmesi, bu ülkenin geleceği adına ürkütücü. Türkiye’deki LGBT’lerin çok büyük bir çoğunluğu LİSTAG ailelerinin evladı olarak doğacak kadar şanslı değil maalesef. Gencecik bedenleri çoktan toprak olup giden Ahmet (Yıldız) ve Roşin (Çiçek) bu şanssız çoğunluğun sadece ve sadece iki ferdi (Bugün gözümüz kulağımız yine Roşin’in Diyarbakır’da görülen davasından gelecek haberlerde. Akşam Galatasaray’da toplanıp onu anacağız ama ne yaparsak yapalım ne Roşin dönüp gelecek gittiği yerden, ne Ahmet, ne de adları bilinen bilinmeyen daha nice nefret suçu kurbanı).
 
Tabii şunu da unutmamak gerek: Tamam, bu ülkedeki LGBT’lerin çok büyük bir çoğunluğu LİSTAG ailelerinin evladı olarak doğacak kadar şanslı değil ama farklı cinsel yönelimlere ve kimliklere sahip evlatlarına sahip çıkan, destek olan ailelerin sayısı da birilerinin inandırmaya çalıştığı kadar az değil. Kendi dört duvarları arasında çocuklarıyla sessiz sedasız, mutlu bir hayat süren bu insanların kendilerini daha da güçlü hissedebilmeleri için yalnız olmadıklarını bilmeleri, bir araya gelmeleri, örgütlenmeleri gerekiyor. “Benim Çocuğum” gerek bu ailelere ulaşabilmek, gerek hâlâ genel geçer yanlış inanışların etkisiyle, bilerek ya da bilmeyerek çocuklarına cehennem hayatı yaşatanları hatalarından döndürebilmek açısından çok önemli ama bazıları için de yine aynı sebeplerden ötürü son derece uygunsuz(!), hatta tehlikeli(!!) bir yapım. “Oğlumun eşcinsel olduğunu bilseydim, babasına bırakmaz kendim öldürürdüm” diyebilen annelerin olduğu bir ülkede, bu film, suya atılan bir taş, süte çalınan bir maya. Filmi izleyen, LİSTAG anne ve babalarına ulaşan o sessiz sedasız insanların, ama yavaş ama hızlı bir şekilde birbirlerini bulup kenetlenmesiyle, satranç tahtasındaki buğday taneleri gibi çoğalmalarıyla olacakları düşünürsek, bütün düzenlerini eğreti kutsallar üzerine kuranların, sudaki halkaların yayılmasını, mayanın tutmasını dehşet dolu gözlerle seyretmesine de şaşırmamamız gerekir.
 
Yine de, beyhude çabalar içinde olanlara söylenecek bir tek söz var:
Geçmiş ola…   

Etiketler:
İstihdam