02/09/2015 | Yazar: Recep Maraşlı

Acaba Neçirvan’ın ailesi ‘Benim Çocuğum’ belgeselini izleseydi, yaşanılan şeyin bir ahlaksızlık ve hastalık değil, bir insanlık durumu olduğunu görerek çocuklarına mutluluğu zehir etmekten vazgeçerler miydi?

Acaba Neçirvan'ın ailesi “Benim Çocuğum” belgeselini izleseydi, yaşanılan şeyin bir ahlaksızlık ve hastalık değil, bir insanlık durumu olduğunu görerek çocuklarına mutluluğu zehir etmekten vazgeçerler miydi?

Savaş sansürüne uğrayan gelawej.net sitesi editörü Recep Maraşlı’nın yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz:

Berlin'de Arsenal Kino'da “Benim Çocuğum” filminin galasını izledik.

Bir belgesel olan film, çocukları eşcinsel ve ya transseksüel olan anne-babalar ve onların çocuklarıyla yapılan söyleşilerden oluşuyor. LİSTAG'ın (LGBT Aileleri İstanbul Grubu) oluşumu ve etkinlikleri de belgeselin sonuç bölümünde ortaya çıkıyor.

“Benim kızım” ya da “benim oğlum” değil “Benim Çocuğum!” söylemi filmin temel mantığını yansıtıyor. Bir insanın bedeni, doğal duyguları neden “suç” ya da “hastalık” olsun ki... Çocuklarımızın cinsel yönelimi ve aidiyetleri ne olursa olsun, bizim çocuklarımızdır... Ailelerin çocuklarının cinsel kimliklerindeki farklılıkları gördüklerinde yaşadıkları, panik, korku, suçluluk duygusu ve ardından bunun kabullenerek, çocuklarının mutlulukları için yanlarında yer alışlarına dair çok içten, çok duygulu öyküler var belgeselde.

Bırakalım bir bütün olarak toplumu, dar aile içinde bile bu çemberi kıramayan sayısız insanı düşündüğümüzde, bu örnekler oldukça iç açıcı ve umut verici. Sanırım bir çok anne-baba ve çocuk da yalnız olmadıklarını, koca bir dünyanın parçası olduklarını öğrenmenin rahatlığını bulacaklardır filmde Bir tek kişiye bile yalnız olmadıklarını, çıkışsız olmadıkları mesajını iletebildiyse, cesaret ve güven verebildiyse ne büyük kazanç!

Böyle duyarlı ve aynı zamanda “tabu” olan bir konuya eğildikleri için yönetmen Can Candan'la birlikte; söyleşi yapmayı kabul ederek örnek bir medeni cesaret ve duyarlılık gösteren aileleri de yürekten kutluyorum. Çocuklarını yalnız bırakmayarak onların yanında duran, LGBT hakları için mücadele eden bu cesur aileleri her türlü övgünün üzerinde.

Bu yanıyla gözaltında, işkencede “kaybedilen”, cezaevlerinde çürütülen çocuklarına sahip çıkarak çok önemli bir demokrasi ve insan hakları mücadelesi inşa eden “Cumartesi Anneleri”yle aynı dokudan geliyorlar.

“Benim Çocuğum”, insanların kafasına vura vura eğitici olmaya yeltenmeyen ama anne-babaların izleyicinin gözlerinin içine bakarak kendi  deneyimleri paylaşmalarıyla aslında çok da öğretici olmayı başaran bir film. Gerçeklerle, olgularla yüzleşme, kabullenme ve mücadele etme noktasında “umut” aşılamakta.

Queer literatüründe “dolaptan çıkmak” diye bir deyim var. -Ben de son yıllarda öğrendim maalesef!- Escinsellerin veya transeksüellerin kendilerine dışarıdan biçilmiş rolleri reddederek, ailelerine, çevrelerine açılmalarını, toplum içinde kendi kimlikleriyle var olma kararlarını ifade ediyor. Buradaki “Dolap” içinde saklanılan, saklanmak zorunda bırakılan, dayatılmış cinsel kimlik kalıplarını ifade ediyor. Çevreden ve toplumdan gelen ayrımcı, dışlayıcı, yaralayıcı davranışlardan korunabilmek için içine girilen bir korunak.

Bizim toplumumuzda, -Türkiye ve Kürdistan dahil- Doğudaki ülkelerde, özellikle de İslami yaşam tarzının egemen olduğu toplumlarda ise belki de buna “dolap” değil “mezar” demek daha doğru olur. Dolapta, karanlık ve yalnız da olsa yaşama, odanıza çıkma şansınız vardır. Oysa mezar bir daha kapağı açılmamak üzere gömülenen bir yer... Eşcinsel veya transeksüel insanlar oraya kendi doğalarını, duygularını, aşklarını, yaşam isteğini gömmek zorunda bırakılıyorlar. Bir çoğu içine girdikleri bu şeyin mezar olduğunu bilmeden daha ergenlik çağlarında kapatılıyorlar.

Düşünmesi bile ne kadar acı verici; Yüzbinlerce, milyonlarca genç insan, bedenlerindeki cinsel farklıklardan, duygularından dolayı kendi kendilerinden utanmak, suçluluk duymak, ucubeymiş hissiyle yaşamak, bütün iç dünyalarını baskılayarak bir “kabir azabı” içinde yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu çocuklar, bu insanlar  hangi suçlarının cezasını çekmekteler?

Bu bir zulüm ve bunun insanların konuştukları dil, ulusal kimlikleri, renk veya biyolojik özellikler, farklı inanç ve kültürlere ait olmaları nedeniyle ayrımcılık ve aşağılamaya uğramalarından hiçbir farkı yok!

Bu nedenle belki bizim toplumumuz için “açılma”yı “mezardan çıkmak” olarak tercüme etmek yanlış olmasa gerek.  Değil mi ki cinsel kimliğini açıklayıp bununla gurur duyarak yaşamak isteyen insanlara çoğunluk tarafından halen “hayalet” veya “yaratık”mış gibi bakılabiliyor...

“Benim çocuğum” belgeseli bir yanıyla da aslında canlı canlı bu mezara girmeyi reddeden çocukların hikayesi.

Epey gecikmiş de olsam, bu konu üzerinde bir şeyler yazmak bir borçtu ve film de bir fırsat oldu benim için.

Bilinir ki Türkiye'de siyaset dünyasında eşcinsellik özel sohbetlerde, fıkra espri, dokundurma mahiyetinde konuşulan ama ne siyasal, ne de toplumsal çalışmalarda asla yanına yaklaşılmayan bir konu olmuştur. Türk ve Kürt sol, sosyalist hareketlerinde de, ulusal demokrat harekette de asla ve kat'a yanına yaklaşılmayan bir tabu olagelmiştir. Onun siyasal analizlere, siyasal tespitlere konu edildiği; teorik-ajitatif yayınlarda yer verildiği; insana dair bir olgu olarak bile tartışıldığı çok az görülen bir şeydir. Kötülemek, dışlamak, şeytani bir hüviyet içinde durmasına yarayan söylemler olabilir ama anlamaya, çözümlemeye çalışan yaklaşımlar olamaz.

Hele örgütsel çalışmalarda, kitle içindeki parti çalışmalarında sözü bile edilemez. “Halkımızın ahlak ve değer yargıları” Müslüman mahallesinden bile daha sıkı korunur siyasi, örgütsel yaşamda...

Acaba eşcinseller ve translar örgütlerin içinde nasıl yaşadılar, neler yaşadılar? Ahlaki bir suç veya en iyi ihtimalle bir hastalık,  bir sakatlık gibi görülen özelliklerini gizleyebilmek adına bu insanlar nelere katlandılar?

80' öncesi sosyalist hareketlerde de Ulusal demokratik hareketlerde de özel olarak “kadın sorunu” yoktu, tartışılmazdı. Feministlerin çabası ve epeyce de zoruyla, batı literatüründe bir hayli tartışılıp kütüphaneler dolusu tez üretilmiş olan “Kadın sorunu” nihayet bizde de tartışılmaya başlandı.  90'lı yıllarda  beli kabullenme ve ayrışmalar oluştu ama halen “kadın sorunu” denince birçok erkek siyasetçinin algı dünyasında “kadınları siyasete çekmek onları cezbetmek için edilmiş sözler” akıllarına geliyor ve buldukları en iyi “özüm de “kadın kolları” olmaktadır.

Benzer biçimde önce 1990'lı yıllarda İnsan Hakları mücedelesinin bir şıkkı, daha sonra da özgün örgütlenmeler yaratılmasıyla LGBT hareketi de, “Sol”dan başlayarak demokrat ve liberal kesimleri etkilemeyi, kısmen de olsa dönüştürmeyi başardılar. Onlara bize de bu cesareti verdikleri ve eğittikleri için teşekkür borçluyuz.

Sol, sosyalist, demokrat yapıların bu konuyu tartışmaları diğerlerinin de duruşlarını değiştirmelerine eni sonu yol açacaktır diye düşünüyorum.

Kürt ulusal demokratik hareketinin bu konuda da bir hayli açık fikirli olması güzel. Siyasetin ve toplumun tüm kesimlerinde kabul gördüğünü söylemek mümkün değilse de örneğin HDP içinde LGBT örgütlerinin kendi özgün talepleriyle yer alabilmeleri, sembolik de olsa milletvekili adayı gösterilmeleri oldukça önemli.

Diyarbakır merkezli olarak çalışan Hebûn LGBT oluşumu, Kürt toplumundaki değişim göstergelerinden birisi. Bildiğim kadarıyla (İsrail dışında) Ortadoğu'daki ender legal LGBT hareketlerinden birisi. Homofobik, transfobik “namus cinayetleri”nin toplumumuzda perdelendiği, aile içi sırlar olarak saklandığı bilinen bir olgu. Diyarbakır'dakı R.Ç. cinayeti üzerine yürütülen kampanya, bu olayın deşifre edilmesi, sanıkların yargılanmasına takipçi olunması, Hebûn gibi örgütlenmelerin ne kadar işlevsel olabildiğine bir örnek.

Ayrımcılık ve aşağılama ile yüz yüze yaşamak durumunda kalan bir çok gencin, çıkıssız kalarak intihara sürüklenmeleri de çok görülen bir olgu. Geçtiğimiz günlerde Van'lı Sinan Akyüz'ün (Nêçirvan) çevre ve aile baskısı nedeniyle intihara sürüklenmesi, kendisi Van Ah Tamara LGBT aktivisti olmasına rağmen yine de çıkıssızlıktan kurtulamadığına acı bir örnek teşkil ediyor.

“Mutlu günlerin geleceği yok, artık gitmeliyim...”  diyen Sinan intiharından belki saatler önce Facebook sayfasında şu sözleri paylaşmıştı: “Dünya size kalsın, yalanlar size kalsın, sahtekarlıklar size kalsın, dostluklar size kalsın, aşklar size kalsın, duygular size kalsın, düşünceler size kalsın, nasihatlar size kalsın.”

Arkadaşları Sinan'ın ailesinden şiddet gördüğünü ve cesedinde darp izleri bulunduğunu açıkladılar.

Acaba Neçirvan'ın ailesi “Benim Çocuğum” belgeselini izleseydi, yaşanılan şeyin bir ahlaksızlık ve hastalık değil, bir insanlık durumu olduğunu görerek çocuklarına mutluluğu zehir etmekten vazgeçerler miydi?

Belki... Ama bu belgeselin, ailesini kazanmak isteyen ve diri diri mezara girmek istemeyen çocuklar için iyi bir gönül ve kafa açıcı olacağına inanıyorum.


Etiketler: insan hakları, aile
İstihdam