26/10/2009 | Yazar: Nevin Öztop

Feminist ve LGBT hareketi içerisinde, biseksüel bir anne olmanın tam olarak neye benzediğini Ebru’dan dinledik.

Feminist ve LGBT hareketi içerisinde, biseksüel bir anne olmanın tam olarak neye benzediğini Ebru’dan dinledik. Bedenin ve anneliğin, nasıl kurumsallaştığını da…
  
26 Eylül, Cumartesi günü, konuşmacımız Ebru ile araladık kapımızı, Kaos GL konuklarına… Gündemimiz, ‘Öteki Anne Olmak’. Feminist ve LGBT hareketi içerisinde, biseksüel bir anne olmanın tam olarak neye benzediğini ondan dinledik. Bedenin ve anneliğin, nasıl kurumsallaştığını da…
 
Ebru: ‘Öteki anne olma’nın feminizmin neresinde yer aldığına değinmek oldukça karmaşık ve geniş bir konu ancak onun da öncesinde anne olmaktan söz etmek gerekli olacak düşünüyorum. Aramızda, benden başka çocuğu olan yok sanırım. Anne olmak, 18 yaşından beri benim deliler gibi istediğim bir şeydi ve bunun nedenine dair fikrim yok açıkçası. Çok güzel bir deneyim ama doğumdan sonra nelerin olacağını kestiremeyeceğiniz bir dönem bu aynı zamanda… Bütün hayatınız değişiyor ve tam zamanlı bir iş yapmaya başlıyorsunuz. Sosyal ilişkileriniz, hayatı algılamanız, gündelik pratikleriniz değişiyor ve dolayısıyla zaman zaman çok sarsıcı bir deneyim de olabiliyor.
 
Adrienne Rich’in 1976’da yazdığı ‘Deneyim ve Enstitü Olarak Annelik’ isimli bir kitabı var. Anne olmayı ikiye ayırıyor: deneyim olarak anne olmak ve kurumsal düzeyde anne olmak. Kurumsal olarak anne olmak, tepenize inen hakikaten korkunç bir kurum. Toplumun, kurumların ve kişilerin beklentileri ile çok büyük bir sorumluluk altında kalıyorsunuz ve bu, insanda bitmek bilmez bir suçluluk ve eksiklik duygusu yaratıyor. Asla tamamlayamayacağınız bir konumun hatırlatması… Hamilelik, iki kişilik bir deneyim: çocuk ve ben. Hamile kaldığınız andan itibaren, toplum her alanınıza müdahale etmeye başlıyor: Ne yediğine, nasıl giyindiğinize, bebeğe dair beklentilerinize… Bedeniniz, herkese açık hale geliyor. Doktor muayenelerinde, tıbbın iktidar alanını hissediyorsunuz. Kısaca, bir bebekten sorumlusunuz, o bebeğin iyiliğini sizden başka isteyenler de var ve siz onlara karşı da yükümlüsünüz. Doğum sırası da, feministlerin büyük eleştirilerini gerektirecek kadar var. Doğum denilen prosedür, kadın bedenine ve doğumun kendisine uygun değil. Yer çekimi ile aşağı doğru doğurmanız gerekirken, siz bir masaya yatıp bacaklarınızı havaya kaldırıyorsunuz. Aniden çırılçıplak bırakılıyorsunuz. Birisi birden bacaklarınızı açıyor, bir hademe sonda takıyor ve bir öteki sizi tıraş etmeye uğraşıyor…
 
Doğumdan sonra, herkesin, size neyi nasıl yapmanız gerektiğini söylemesi dönemi başlıyor. Hatırlıyorum, bebeğim 3-4 aylıkken, onu düzenli olarak dışarı çıkarıyordum çünkü çok bunalıyordum ve doğum travmasını atlatmam uzun sürmüştü. Doğum yaptığım için işsiz kalmıştım, kocam eve asla uğramıyordu ve bütün feminist arkadaşlarım beni aramayı kesmişlerdi. Çocuğunuzu dışarı çıkıyorsunuz ve her adım başı birisi siz durdurup, ‘Bebeği üşüteceksin; evine git.’ diyor. Oysa 100 m aşağıda, bir çocuk mendil satıyor üzerinde bir tişörtle… Bu kadar da ikiyüzlü bir toplumuz. Çocuğunuzu nasıl yetiştireceksiniz, hangi ahlaki kurallarla şekillendireceğiniz, ona ne giydireceksiniz ve hangi mamayı vereceğiniz, başkalarına bakan bir konu oluyor.
 
Annelik, zor bir süreç ve feminist hareketin anneliğe dair birbirine aktardığı bir pratik yok. Anneniz, teyzeniz, komşunuz ve kayınvalideniz size yardım ediyor ama bu şekilde yürüdüğü için, bütün o geleneksellik yeniden üretiliyor. Anne olmak, herkesin sandığı gibi biyolojik bir şey değil ve çocuğu kollarınıza verdiklerinde, duygusal bir şey falan yaşamıyorsunuz. Bebeğinizle birlikte hazırlandığınız ve karşıladığınız sürece, babanın dâhil olması zaten çok zor. Siz, dayatılan anne kurumun içinde huzursuzsanız, feministseniz ve biraz daha ‘farklı’ysanız, o kurumun bütün dayatmalarına rağmen geleneksel kadınlara sağladığı küçük iktidar alanlarından yoksun kalıyorsunuz çünkü anneliğin size getireceği o küçük iktidarı kullanmaya dair bir algınız yok. Doğumdan önce, yaşadığım apartmanda kimse ile ilişkim yokken ve hayatım perdelerin aralarından izlenirken; doğumdan sonra, herkesin tebrik ettiği, aralarına alınan ve kabullenilen kişi oldum. Oysa ben, o kabullendikleri alanın içinde olmak veya onların algıları ile orada var olmak istemiyordum. İşte bu ise kafanızdan geçen, sahip olabileceğiniz küçük iktidarlarınızdan ve rahat edebileceğiniz alanlarınızdan vazgeçiyorsunuz ve tamamen yalnız kalıyorsunuz. Üstelik benim gibi feministlerden ve ‘öteki’ olarak tanımlanan lezbiyenlerden de hiçbir destek alamıyorsunuz. Onlar da toplumdan öğrendikleri yargıları size dayatmaya devam ediyorlar. Oğlum dört yaşında falandı… Çok yalnızım, hiçbir şey yapamıyorum. Sosyal çevrem çok daraldığı için feminist toplantılara gitmeye başladım. Ankaralı Feministler’in toplantılarına. O dönem boşanmış bir kadındım ve bir kadın sevgilim vardı. Yasemin, eşcinsel kadınların bir arada olduğu bir akşama davet etti ve oğlumdan dolayı gelemeyeceğimi söyledim. O da bana, ‘Oğlun orada rahatlıkla vakit geçirebilir. Bu akşamı beraber geçirelim.’ dedi. Gittim. Yirmiye yakın kadın vardı; her yer sigara dumanıydı ve içki içiliyordu. Bu beni rahatsız etmedi ve oğlumla birlikte oturduk bir yere. Ben 4 yıl boyunca, bu çocuğu sigara dumanından korumuşum ve ona düzenli bir hayat sağlamışım ama bir akşam da pekâlâ böyle geçirilebilirdi…  Salona girdiğim andan itibaren, ‘Bu çocuğun ne işi var burada… İçki de içiliyor şimdi… Eşcinsel kadınlar da var burada…’ demeye başladı herkes. Oysa girdiğim ortamın çok da uygun olmadığını kendim görmüştüm ama burada kastedilen anneliğimin sorgulanması gerektiği idi. Yaklaşık 1 saat sonra, kadınlardan biri, ‘Bu çocuğun yatma saati gelmedi mi henüz?’ dedi, yargılayıcı bir biçimde. Bir süre sonra kalktım zaten… Duydum ki, ben gittikten sonra, benim anneliğimi şikâyet etmek için sosyal hizmetleri aramak isteyen bile olmuş. Bütün bunları size şu nedenle anlatıyorum: ‘Çocuk, toplumun geleceğidir.’den yola çıkan, ‘Hepimizin her çocuk üzerinde söz hakkı var.’a varan bir durum bu.  Tabii ki, çocuğu mükemmel bir birey olarak yetiştirme gayretiniz olmalı ancak bu ‘mükemmel’ şey artık bir uzmanlık alanına dönüşmüş olmamalı. Geleneksel değerleri reddeden kadınların içersindesiniz ama orada hiçbir destek mekanizması yok. Bu şekilde, siz, çocuğunuzla her geçen gün biraz daha bitiyorsunuz, sadece ne yapmanız gerektiği söylendiğinde size…
 
Katılımcılardan: ‘Kamusal’ dedin biraz önce… Tanımadığın insanların göbeğinize dokunabilmesi gibi galiba…
Katılımcılardan: Eşcinsel kadınların olduğu bir ortama girmenden ve anneliğinin sorgulanmasından bahsettin. Feministlerin içine girdiğin zaman da anneliğin sorgulanıyor ve bu seni hayal kırıklığına uğratıyor. Çoğu eşcinsel kadının, bir annelik deneyimi yok ve yalnızca kendi annelerini ve çevredeki diğer akraba annelerini tanıyorlar.  Hayal kırıklığının altında, lezbiyenlere bizim bu alanda çok anlam yüklememiz olabilir mi?
 
Ebru: Anlam yüklüyoruz tabii… Ben, toplumun kabul ettiği biçimde bir evlilik yaptım ve 10 yıl kadar evli kaldım. Sonra bir kadınla yaşamaya başladım ve herhalde 20 yıldır kendimi feminist olarak tanımlıyorumdur. Okuduklarımla, yazdıklarımla ve içinde bulunduğum ortamlarla, kendi homofobimi aştım. Bu şekilde de, çevrendeki herkesin, toplumun geleneksel dayatmalarını eleştiren bir yerde durduğunu varsayıyorsun ve dolayısıyla ‘bütün lezbiyenler feminist olacak ve bütün lezbiyenler gelenekselliği eleştirecek’e varıyorsun. Böyle bir şey yok elbette… Toplumun geleneksel kadın-erkek rollerini olduğu gibi kabul edip, kendi ilişkisine yansıtan lezbiyenler de var. Benim hayal kırıklığım şurada duruyor: O toplantıya, bir beklenti ile gitmedim.  Benim bir kadınla birlikte yaşadığımı ve yalnız bir anne olduğumu biliyorlardı ve ben biraz daha hoşgörü bekledim sanırım. Kadın oldukları için, lezbiyen oldukları için, daha ‘marjinal’ bir yerde durdukları için ve daha sorgulayıcı oldukları için… Feminizmin Türkiye’de bugün ben anneliğe dair birbirine aktardığı bir pratiğin olmadığını düşünüyorum, her ne kadar küçük feminist-anne grupları kurulsa ve bunu deneyimlemeye çalışsa da…  Annelik, her durumda yalnız ve çok kamusal yaşanan bir süreç… Çocuk, büyümeye ve toplumsallaşmaya başladıkça, giderek büyüyen bir kartopu halini alıyor sorunlar. Tamamen kamusal hale geliyorsun ve herkesin müdahalesine açık oluyorsun.
 
Katılımcılardan: Konuşmanın vurgusunda, ‘annelik’in olduğu kadar ‘yalnızlık’ da var. Feministlerden ve eşcinsel kadınlardan destek görmediğinden bahsettin. Aslında, geleneksel bir kurumun içinde özgür ve bağımsız olmak istiyorsun ve aynı zamanda destek görmeye çalışıyorsun. Karşı tarafa, ‘Neden aramıyorsun? Ne oldu?’ diye sorduğun oldu mu? Bir deneyimin var mı bu konuda?
 
Ebru: Annelik, hakikaten çok geleneksel olduğu için reddediliyor ve ben bunu gerçekçi bulmuyorum. Tabii kimse bana ‘Sen geleneksel bir şeyin içindesin.’ demiyor; feminist arkadaşlarımın bana söylediği, ‘Seni rahatsız etmek istemiyoruz.’. Çevremdeki feminist annelerin hemen hemen hepsi, geleneksel kadınlık ilişkileri sürdürürler ve çocuklarını da geleneklerin durduğu yerden büyütürler. Unuttuğumuz bir şey şu sanırım: Evlisiniz, bir çocuğa bakıyorsunuz, farklı koşullar içindesiniz ve işsizsiniz. Sizi feminist toplantılara çekecek şartları oluşturmak için bir çaba yok. Başkent Kadın Platformu’na gittiniz mi bilmiyorum. Orası bir ev; büro değil. Tamamen ev tarzında döşenmiş; çocuklu kadınlar gelebiliyor ve çocuklarını bırakabilecekleri bir oda da var. Ben, Ankaralı Feministler ile toplantılarımızda bunu defalarca dile getirdim ama şartları henüz değiştiremedik. Ben, kocamdan destek alamam, bir kadından destek alamam ama benden bunu istiyor feministler. Türkiye’de feminizm, bana göre daha çok öğrenci hareketinin içinde gidiyor. Bekâr aktivistler için… Çok ağır olacak belki ama bir şekilde hobi gibi yürüyor bu işler sanki… Hâlbuki feminizmin, bütün hayatınıza sirayet etmesi gerekiyor. Şuna da değinmek istiyorum. Çocuğunuza öğretmek istediklerinizle toplumun size dayattığı şeyler bambaşka ve çocuğunuz sosyalleşmeye başladığı andan itibaren çok ciddi bir sıkıntı dönemi başlıyor. Oğlumla çok travmatik bir şey yaşadık bir dönem. Çok kötüleşti ve içine kapanmaya başladı. Okuldan, onun sürekli ağladığına dair haberler geliyordu ve onu bir psikiyatriste götürdüm. Fark ettim ki, okulda ‘aile ünitesi’ işleniyor. İşledikler ailede, dışarıda çalışan ve eve para getiren bir baba ve evinde yemek yapan bir anne var. Oğlumun bu derste, ‘Babam hep nöbette oluyor.’ demiş, boşandığımızdan bile bahsetmeyerek. Milli eğitim, bırakın lezbiyen/biseksüel bir anne olmayı, yalnız anne olmayı bile düşünmüyor. Yetiştirme kurumundaki çocukların bil önlerine aynı aile profili çıkıyor ve o çocukların aileleri yok. Ailenin kendisi kurumsal olarak tanımladığında çok geleneksel ve bunun bir alternatifi henüz yok. Çocuğunuza öğretmeye çalıştığınıza karşıt gelen sürekli bir bombardıman var burada ve aile tanımından tutun, nasıl yaşayacağınıza kadar her şey çocuğunuz tarafından sorgulanmaya başlıyor bile. Sizin yaşadığınız hayat, çocuğunuz tarafından, çocuğunuzun okulda gördüğü hayatlarla karşılaştırılmaya başlanıyor. Konuşmamın başında da dediğim gibi, annelik, hakikaten bir suçluluk ve eksiklik duygusuna eş değer çünkü ciddi bir uzmanlaşma alanına dönüşmüş durumda. Çocuğumun defterinin yaprakları kırışmış ve öğretmeni bana şunu diyor: ‘Ben, 3 çocuk büyüttüm; bir kere bile defterlerinin yaprakları kırışmadı.’ Bırakın çocuğun kendisinden, defterinin yapraklarından da ne kadar mükemmel bir anne olduğunuzu ispatlamanız lazım. Sürekli bir eksiklik duygusu... Bir yandan da, başka bir şey öğretmek istiyorsunuz çocuğunuza ama öğretmek istediğiniz şeyin, çocuğunuza bir ceza olarak dönmesinden korkuyorsunuz. Mesela oğlum, 2,5 yaşından itibaren, lezbiyen arkadaşlarıma bakıp, ‘Anne, o ikisi ne? O ablalar kardeş mi?’ Onların ‘farklı’ arkadaş olduklarını hissediyor çocuk… Bir süre sonra, ‘İki kadın birbirini sevebilir mi, anne?’ sorusu geldi. ‘Evet, sevebilir, oğlum.’ dedim. ‘Evlenebilirler mi? ‘Hayır, evlenemezler.’ ‘Neden evlenemezler?’ İşte, ‘pratiğin olmaması’ derken, bunu kastediyorum: Ne feminizmden, ne eşcinsellikten hazır yanıtlarınız var… Çocuğa, ‘Evlilik, bir imzadır. Bir mülkiyet paylaşımıdır. Toplumun dayattığı bir sözleşmedir.’i anlatamıyorsun.  Birbirini seven iki insanın birbiriyle evlenebilmesi gerektiğini televizyonda görüyor ama birbirini seven iki kadının niye evlenemediğini anlayamıyor. Bütün bunları öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum ama sonra ‘Okul başlıyor. Niye anlattım şimdi…’ diyorum. Okulda bunları anlatacak ve rehberlik servisleri devreye girmeye başlayacak. Birgün, oğlum ilkokul 2. Sınıftayken okula çağrıldım. Dehşete kapılmıştı rehberlik ve psikolojik danışmanlık servisi. Dediler ki, ‘Oğlunuzu bir erkek öğrenci ile öpüşürken gördük.’ ‘Eee, problem ne? Bana göre bir problem yok. Bütün çocuklar birbirlerini öperler.’ Çocuklar, rehberlik servisine götürülmüşler ve onlara, yaptıklarının ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmışlar. Öbür çocuk ağlamaya başlamış ve özür dilemiş; problem şu ki benim oğlum bunun bir hata olduğunu asla kabul etmemiş. Demiş ki ‘Ben bunda yanlış bir şey görmüyorum. İki insan birbirini sevdiğinde öpüşebilir. Öpebilirim. Size ne…’ Beni, oğlum eşcinsel olabilir diye çağırmışlar; siz, o rehber öğretmenle tartışmaya girmemenin, sizin oğlunuza yol, su, elektrik olarak geri döneceğini biliyorsunuz ve ‘Haklısınız.’ deyip, eve dönüyorsunuz. Akşam otururken de, ‘Dudaktan dudağa öpüşmek yetişkinlere özgü bir davranıştır. Erkek olmasında sorun yok; okulda, kız arkadaşını da dudağından öpemezsin, oğlum.’ şeklinde bir açıklama yaptım. Rehberlik servisine laf anlatamadığınızda, çocuğunuza böyle açıklamalar bulmalısınız. Gördüğünüz gibi, devasa bir sistemle sürekli boğuşmak zorundasınız ve bazı şeyleri, yalnızca çocuğunuzu korumak için yapıyorsunuz. Yoksa anneliğiniz, okul gömleğinin ütülenmesiyle bile sorgulanırken, başka devasa yerlerden sorgulanır olacak…  ‘Öteki anne olma’ konusunu, sadece biseksüel olmamla da değerlendirmiyorum çünkü başlı başına feminist olmak bile, ‘öteki anne’ olmak için yeterli. Siz, geleneksel yapıları sorgulayan birisiniz; kendinizi ve toplumsallaşmaya başlayan çocuğunuzu ve koruyarak ve korumak için yaşıyorsunuz artık… 
 
* ‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’ başlığı altında 2009 yılı boyunca gerçekleştiriyor olduğumuz söyleşiler, Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından desteklenmektedir. 


Etiketler: kadın
İstihdam