22/01/2009 | Yazar: Cihan Dağ



Sonbahar’ın çekim süresince oradaki kadınlarla oturup, ölülerinin arkasından ne şekilde ağladıklarına ve neler söylediklerine dair bir çalışma yaptık. Bu çalışma benim için çok besleyici oldu. Sanıyorum ‘Yusuf, orti, orti…’nin ortaya çıkmasında pek çok insanın yüreğinden gelen sözlerin etkisi var. Dolayısıyla oradaki ses benim değil de hepsinin sesiymiş gibi hissediyorum.’ Kaos GL Trabzon muhabiri Hewal Azad, Grup Helesa’nın solisti Ayşenur Kolivar ile görüştü.

İlk olarak şunu sormak istiyorum, Grup Helesa nasıl oluştu ve nasıl bir kimliğe sahip?

Bir müzik gurubu olarak kurulmamıştık. Kuruluşumuz 2000 yılında Karadeniz’de yaptığımız derleme çalışmalarına dayanır. 2001 yılında Barış Dedetaş ile grubu kuruyoruz diye yola çıktık. Grup Helesa ilk olarak 2003 yılında sahneye çıktı. ‘Doğuya Sanat Köprüsü’ adlı etkinlik dâhilinde ilk defa Hakkâri’de sahneye çıkacaktık ama yağmur yüzünden konseri gerçekleştiremedik. Sonrasında ilk konserimizi Van’da verdik. Yaklaşık yirmi kişilik bir ekibiz. Ama bu yirmi kişinin hepsi müzisyen değil, bazı arkadaşlarımız araştırma çalışmaları için grubumuzda yer almakta. Projemiz açık bir proje. Son iki haftadır iki liseli arkadaş aramıza katıldı ve bu bizi çok mutlu ediyor.

Kimlik derken, öncelikle belirli ilkelerimiz var. Bu kültür hangi ortamlarda nasıl yaratılıyor, buna bakıp ne orada olanın aynısını yapma nede olanı modernize etme gibi bir derdimiz var. Kendi dilimiz döndüğünce bunu yeninden ve bizim içimizden geçtiği gibi söylemek… Doğu Karadeniz kültürleri konusunda ‘çok kültürlülük anlayışı’ çerçevesinde üretimler sunan bir araştırma projesi.

Deyim yerindeyse Sonbahar filmiyle gündemin içine biraz daha çekildiniz. Müziklerinizin Sonbahar filminde yer almasının ve ‘orti’ ağıtının hikâyesi nedir?

Helesa olarak yer almadık projede. Dört arkadaş yaptık filmin müziklerini. Özcan Alper film için müzik yapılması gerekiyor deyince filmi izledik. Çok beğendik ve buraya biz de bir şey katabiliriz diye yola çıktık.

2001 yılında Hopa’ya çıkıp köyde kalmıştım, Özcan Alper’in mahallesinde. Oradaki kadınlardan dinlediğim hikâyelerden pek çok şey aslında filmdeki hikâyeyle örtüşüyordu. Bir annenin muhtemel siyasi nedenlerden dolayı ölen oğluna yaktığı ‘orti, orti, orti…’ diye başlayan hikâyeler vardı. Film çekim süresince oradaki kadınlarla oturup, ölülerinin arkasından ne şekilde ağladıklarına ve neler söylediklerine dair bir çalışma yaptık. Bu çalışma benim için çok besleyici oldu. Sanıyorum ‘Yusuf, orti, orti…’nin ortaya çıkmasında pek çok insanın yüreğinden gelen sözlerin etkisi var. Dolayısıyla oradaki ses benim değil de hepsinin sesiymiş gibi hissediyorum.

Filmde Hemşince sesinizle birlikte daha da öne çıkıyor. Anadolu’nun çeşitli coğrafyalarında saklı bu dilleri ve bazılarının asimile edilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk olarak bu dillerin önünde resmi engeller var. Ama bu bizim ülkemize özel bir durum değil. Bu kendini sosyalist, demokratik diye tanımlayan diğer devletlerde de var. Ulus devlet anlayışının getirdiği bir şey bu galiba. İnsanların farklılıklarına sıcak bakmadık ve bakmıyoruz hâlâ daha. Şimdi ortada bir devlet var ve devletin vatandaşlarıyla ilişki kurması gerekiyor. Bu ilişkiyi kurarken ortak bir dil lazım evet. Dil burada bağlayıcı ve önemli bir unsur. İnsanların resmi olmayan diğer dilleri de kullanmaları için hiçbir engel yok bu sistem içinde. Ama bir şekilde ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyalarından tutun da başka bir dilde çocuğunun ismini koymak isteyenleri ve resmi dil dışında bir dilde şarkı söyleyen insanları cezalandırmak; bunlar birebir yapılan yanlış uygulamalar. Bunların hiçbirini tabii ki onaylamıyoruz. Bunu konuşmak bile bana saçma geliyor, umarım ilerde bu konuları konuşmaya hiç gerek kalmayacak. Ama bunun ötesine birde şöyle bir şey var; yeni zamanın koşullarında hiçbir zorlama olmasa bile yazılı kültürü olmayan dillerin bu koşullar altında var olması çok zor. Tabii var olması derken müzelik olarak değil de günümüz koşullarında insanların hayatlarının bir parçası olarak var olmasını kastediyorum. Bu dillerde yazıp çizebilecek insanların biraz daha bu işe kafa yorması ve politikalar önermeleri daha mantıklı.

Biraz da son dönemde yaşanan nefret cinayetleri ve toplumsal baskı konusunda fikirlerinizi merak ediyorum. Irkçılık, mezhepçilik, homofobi… Hayatın her alanında birçok insan öteki pozisyonuna düşürülüyor. Duyarlı bir müzisyen olarak, farklılıkların Türkiye’de var olma mücadelesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bir kere en önemli şey sürekli kendimizi sorgulamak gerekiyor. Bir Kürt’ün kendi sorununa dair iyi bir bilince sahip olması gerekiyor. Kürtlerin kendi içindeki örgütlenmelerinin veya eşcinsellerin kendi içlerindeki örgütlenmelerinin kuvvetli olması gerekiyor. Onun ötesinde ‘ne kadar özgürlükçüyüz’ü sürekli sorgulamak lazım. Pek çok eşi sosyalist kadın arkadaşımın eşleri tarafından kılık kıyafetinden tutun da toplumsal hayatta ne şekilde var olacağına kadar her şeyinin belirlendiğini görüyorum. Birinden bu konuya dair çok güzel bir örnek duydum. ‘Benim eşim sosyalistliği de ayakkabıları gibi dışarıda bırakıp öyle eve girer’ dedi. Sen ‘dayanışmalıyız’ diyorsun, ‘eşcinseller de var’ diyorsun ama eve gittiğinde oğluna ‘ne o giydiğin, ibne misin lan sen?’ diyorsun. Dilimize çok dikkat etmeliyiz. Ezilenler, sol cenah diyoruz ama bunun sağı solu kalmadı diye düşünüyorum. Mesela bu Gazze eylemlerinde bir araya gelebilmeliyiz. Sorgulamalı ama ortak eylemlerde de bulunabilmeliyiz. İnsanlar şu sol grup, şu feminist grup diye sürekli ayrımcı bir politikası içerisinde. Ve bu dayanışmanın öneminin farkına varmalıyız. Eğer sisteme karşı mücadele veriyorsak ki ne kadar güçlü olduğunu konuşmaya gerek yok. Kendini sürekli yenileyen bir düzenden bahsediyoruz. Bu sistem karşısında küçücük bir birey olarak çok güçlüyüz. Çünkü etrafımıza birçok insanı katıp güzel şeyler söyleyip güzel eylemler yapabiliriz. Burada sanatın ve sanatçıların önemi olduğunu düşünüyorum. Bir müzisyen olarak sanatımla önyargıları daha kolay aşarak insanlara ulaşabildiğimi düşünüyorum.

Kadına yönelik şiddete dur diyen ‘Güldünya’ albümünün TRT tarafından yasaklanması, yerel seçimlerdeki kadın aday sayısının yok denilebilecek kadar az olması ve birçok toplumsal vakanın erkek değil de kadın ahlakı üzerinden değerlendirilmesi hak arayışı hususunda insanı ümitsizliğe itiyor. Bu coğrafyanın kültürüyle beslenmiş biri olarak kadın sorunları hakkındaki fikirleriniz nedir?

Ben bir kadın sanatçı olarak çok umutsuz olmadım hiçbir zaman. Mesela Hrant Dink’in öldürülmesi beni de yasa boğdu. Ama bir şeyler yapmaya çalıştığım için - ben kimi zaman kısıtlı imkânlarla-,hayatta hiç umutsuz olmadım. Evet, kötü şeyler oluyor ama çok güzel şeyler de oluyor bu topraklarda. Bu sorunlar niye var diye daha derin düşünüp politikalar üretmek ve belki de bu politikaları güncellemek lazım. Mesela teknolojiyle birlikte internette çocuk pornoculuğu ya da bir takım ilaçların pazarlanması gibi sorunlar baş gösteriyor. Bu sefer de buna göre politikalar belirlemek gerekiyor. Bilmiyorum, umutsuz değilim. Yani umutsuz da olmaması gerekiyor bir devrimcinin zaten. Devrimci olmanın en önemli özelliğidir umut etmek. Eğer sen umutsuzsan devrim olmayacaktır ve sen devrimci değilsindir. Olmayan bir şeyin inananı olmazsın.

İçimizdeki ‘başka bir dünya mümkün’ umudunu yeşertmek adına sizden güzel bir söz alabilir miyim?

Çok basmakalıp bir şey olacak ama benim için çok özel. Grubumuzun çok severek söylediği ‘Dereler Akar Gider’ adlı parçayı yaşlı bilge bir Karadeniz kadının söylediğini hatırlayarak onun sözleriyle ‘Güneşe çevirelim bu karanlık günleri’ diyorum.


Etiketler: kültür sanat
nefret