05/02/2010 | Yazar: Hande Öğüt

Adıyla (Men Who Hate Women) olduğu kadar, bir Kuzey yapımı oluşuyla da dikkatimi çeken filmi izledikten sonra farkına vardım ki, film son zamanların best-seller’ı Ejderha D

Adıyla (Men Who Hate Women) olduğu kadar, bir Kuzey yapımı oluşuyla da dikkatimi çeken filmi izledikten sonra farkına vardım ki, film son zamanların best-seller’ı Ejderha Dövmeli Kız’dan uyarlanmış beyazperdeye… Ben, sağda solda kalmış, kadri bilinmemiş bir İsveç filmi izlediğimi zannededurayım; uyarlandığı kitap, 2005’ten bu yana tüm dünyada alıp başını yürümüş bile çoktan… Stieg Larsson’un “Millennium Üçlemesi”nin ilk kitabı olan Ejderha Dövmeli Kız, 41 ülkede 20 milyona yaklaşan satış rakamı ve kazandığı edebiyat ödülleriyle kitap endüstrisi için global ölçekte bir fenomen olmuş meğer... Toplumsal bir histeri boyutunda okunan, satış rekorları kıran, hakkında kanaat önderlerince onlarca övgü yazılan romanın böylelikle kimler tarafından hazla alımlandığı da ortada: Kadın düşmanlarınca!
İçinde ensest, lezbiyenlik, lezbiyen seks, tecavüz, kadına şiddet, dayak ve kadın katlinin bulunduğu, yazı yoluyla tüm bu mizojin ve homofobik unsurları yeniden üreten böyle bir kitap (film), eminim ki yüzlerce heteroseksüel erkeğin fantezilerini süslediği için beğenildi. Öyle ya, yaşlı devlet görevlisinin tecavüz ettiği punk lezbiyen kızın canhıraş bağırtısı, yatağa kelepçelenerek maruz kaldığı cinsel, fiziksel ve ruhsal şiddetin ayrıntıları, fahişe olduğu gerekçesiyle baba oğul iki sapkın kadın düşmanı tarafından öldürülen onlarca genç kızın işkence anında çekilmiş fotoğrafları, faşizan erkek dünyası için bulunmaz bir “gösteri”ydi.
 
Ya da USA Today’in övgü dolu tanımıyla: “Hipnotize edici.”
 
Her gün milyonlarca kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, dövüldüğü, tecavüz edildiği bir dünyada, hem tecavüzü, hem katliamı, hem ırkçılığı, hem altkültürlere yönelik nefreti, hem Nazizmi, hem ensesti, velhasıl her tür erkek şiddetini bir arada sunma başarısındaki bu “şölen”, beni hakikaten altüst etti günlerce… Şiddete yönelik tüm edimleri gözümüze sokan bu roman ve filmde anlatılanlar, “Alt tarafı bir film!” denilecek kurmaca ve fantasm boyutunda değil ne yazık ki.
 
Hoş, yazar Larsson kendince bir vicdan muhasebesi yaparak kadına yönelik şiddete duyarlığını da gösteriyor; hakkını yemeyelim! Romanın her bölümünün başındaki veriler sayesinde, İsveç’te her yıl kaç kadının aile içi şiddete maruz kaldığını öğreniyoruz. Bununla beraber Larsson da, uyarlama filmin yönetmeni Niels Arden Oplev de, şiddeti örtük ve ekonomik bir dille anlatmak yerine, bizzat gösterip yeniden üreterek, lezbiyenliği bir hastalık, bir kader kurbanlığı olarak yaftalayarak homofobik eril ahaliyi fazlasıyla “uyarmaktan” da geri kalmamışlar. Kadına yönelen şiddet duyarlığı maskesi altında erkek hayallerini besleyerek pornografik imgelemleri pekâlâ topaçlayan filmin hizmet ettiği ve saygı gördüğü kesim, kuşkusuz heteroseksüel patriyarka…  
 
Kurbansan Lezbiyen Olursun!
Bir tür özet olan film, romanın tamamını getirmiyor ekrana ama özünü koruyarak lafını söylüyor. Millenium dergisinin yazı işleri müdürü Mikael Blomkvist, işadamı Wennerström'ün yolsuzlukları hakkında yaptığı haberin doğruluğunu kanıtlayamayınca para cezasına çarptırılır. İşinden ve kariyerinden olan Blomkvist, Henrik Vanger adlı kapitalist bir işadamının teklifi üzerine, Vanger’in 16 yaşındayken kaybolan yeğeni Harriet’i aramaya koyulur. Sonradan kahramanımızın serüvenine eklemlenerek onunla birleşecek olan bir de “garip” kız vardır hikâyede: Ensest kurbanı, çocukluğu ve gençliği yetimhanelerde geçmiş, tacize uğramış, punk bir lezbiyen olan Lisbeth, yani ejderha dövmeli kız! Bir araştırma şirketinde çalışan ve hacker’lık yapan Lisbeth, adaleli ve dövmelerle kaplı bedeni, kısacık saçları, sert tavırlarıyla bir erkek gibidir; ancak tecavüze uğrarken, kelepçelerden kurtulmak için bağırırken, duyduğu korkunç acıdan kıvranıp yalvarırken güçsüz, zavallı bir kız çocuğuna dönüşür; Mikael ile sevişirken de ürkek ve sorunlu bir genç kadına… Lisbeth, Mikael’in büyük bir haksızlığa uğradığını bildiği için ona ilgi duyar, bilgisayarına ve tüm kişisel hesaplarına ulaşır. Sırra kadem basmış Harriet hakkında bulduğu veriler dikkatini çeker ve Mikael’e yardım amaçlı bir mail atar. Lisbeth ile Blomkvist’in yan yana akan hikâyeleri, Harriet’in geçmişini ortaya çıkarmak için kesişecektir. Ve olaylar son derece tanıdık biçimde gelişmeye başlar…
 
Lisbeth’in izini bulmakta gecikmez Mikael. Bir gün onu evinde ziyaret eder; kamera da bizi Lisbeth’in yatağına kadar götürür. Uzakdoğulu çıplak bir kadın yatmaktadır yatakta. Evet, Lisbeth bir lezbiyendir hakikaten de… Parasının ve hayatının kontrolü için devletin atadığı komiser zaten bunu bilmiş ve cezalandırmıştır yaramaz küçük kızı… (Komiserden de söz edelim kısaca… Yaptığı görevin kutsallığının yüksek bilinciyle, sorumluluğu altında olan yetim kızlara tecavüz eden, cinsel tacizde bulunan, istekleri gerçekleşmediği takdirde onları yeniden yetimhaneye gönderecek yetkiye haiz bir iktidar uşağı, kadın düşmanı, homofobik bir erkek!)
 
Lezbiyenlerin yaşadığı ayrımcılık ve insan hakları ihlalleri, sadece kadın olmalarıyla değil, ırk, etnik kimlik, kültürel ve ulusal köken, sınıf gibi konularla da doğrudan bağlantılı. Zira
Lisbeth’in “yattığı”, fahişe görünümüyle konumlandırılan bu Uzakdoğulu kadın, erkek gözüne yapılmış “hoş bir jest” olduğu kadar cinselleştirilmiş ırkın da göstergesi... Faşizm ve homofobide ortak eril bakışa çalınmış bir parmak bal!
 
Uzatmadan kaldığımız yerden devam edelim: Lisbeth ortaklığı kabul eder. Çünkü ortada tecavüze ve işkenceye uğrayarak öldürülen kadınlar vardır. Ve daha ilk günden heteroseksüel eril nazar (gaze) tatmin edilirken, her lezbiyenin aslında bir erkeği arzuladığı yalanı da, “erkeksizlikten lezbiyen olunur” önyargısını da savunulur. Lisbeth, Mikael ile sevişir; bir lezbiyen olarak bedeni fallusun sembolik gücüyle doldurulur. Kadının tek tek tanımlanabilir olmayan iki cinsel organı dolayısıyla cinselliğinin ve hazzının çoğulluğu karşısında, tek cinsel organda odaklaşan fallokratik ekonomi desteklenirken, cinsel farklılık yoluyla akdedilen görsel hazzın iki cephesini de barındırır içinde: Röntgenci-skopofilik bakış ve narsisist özdeşleşme. “Scopophilia” denen bakıştan çıkan haz, bir erkek hazzıdır ve iki alanda yöneltilebilir. İlki scopophilic hazzın cinsel cazibe ile ilişkili olduğu röntgencilik (voyeurism), ikincisi ise narsistik özdeşleşme ile ilişkili olan scopophilic hazdır. Kadınlar bakışın etkin denetleyicisi olan erkeğin bakışına sunulmak ve erkeğe zevk vermek üzere teşhir edilirken aynı zamanda “iğdiş endişesi”nin simgesi olarak da tehditkâr kılınırlar.
Erkek söylemi ve onun kadınlık üstündeki baskı araçları, kadının bedeniyle ilişkisini kontrol altına almış; klitoris lanetlenerek, vajinal orgazm efsanesi yeniden canlandırılmıştır. Erkeğin hegemonik gücünün temrinidir bu: Sen bilmiyorsun, ben biliyorum; senin asıl orgazmın klitoral değil, vajinaldir. Ve sadece bana bağlıdır!
 
Lisbeth, Mikael ile sevişse de onunla beraber uyumaz, duygusal yakınlık kurmaz. Çünkü âşık olmaktan korkmaktadır. Sadece kadın ile erkek arasında bir aşk kabul eden heteroseksüel zihniyet, iki kadının birbirlerine âşık olacaklarını elbette kabullenmek istemez. Evet, Lisbeth kadınlarla yatabilir, ama âşık olmak için bir erkeğe ihtiyacı vardır. Bu erkek de şüphesiz, kapitalist sistemle savaşan, kasabalıların maço nefretlerine aldırmadan bir lezbiyen kadınla yatma “cesareti” gösteren, hakkaniyetli ve sol görüşlü bir iyi âdemoğludur. İkinci sevişme sahnesinde, Lisbeth’i adeta bir baba şefkatiyle okşayan Mikael şöyle der:
“Ne yaşadın da böyle oldun?”
 
Öyle ya, bir kadının başına ancak bir felaket gelmelidir ki lezbiyen olsun. O, ancak tecavüz, taciz, ensest kurbanı olsun ki kadınları sevsin! Susan Brownmiller’ın, Against Our Will adlı kitabında belirttiği gibi, kadınların erkeklere çekici gelebilmesi, kurbanı oynayabilmelerine bağlıdır.
 
Nazi Motifli Sadistik Cinsel Şiddet
Lezbiyenliği, kurbanlığın nihayeti ve gerekçesi olarak açıklayan bu anlayışta, kendilerine şefkat gösterebilen erkekler sayesinde bu kötü alışkanlıktan kurtulabilir kadınlar. Kadını kurban konumuna indirgeyen, bakışın nesnesi yaparak seyirlik bir araç haline getiren klasik sinema anlatısını tekrarlayan Men Who Hate Women’da, “ucubik”, sert, içine kapalı bir karakter olarak çizilen Lisbeth, yönetmenin heteroseksizme olan titiz sadakati sayesinde yeniden üretilir. Erkeklerden haz alan ve haz veren bir kadına evrilir punk lezbiyen Lisbeth. Freud'un savı da gerçekleştirilmiş olur böylelikle: Gözetlenen, kadın/pasif/sergileyen/utanan; gözetleyense erkek/aktif/seyreden/cezalandırandır. Röntgenciliğin cezası da, Oedipus'tan beri bildiğimiz bir tür hadım etme eyleminin temsilidir. Erkek bilinçdışının bu hadım edilme endişesinden iki kaçış yolu vardır: Suçlu nesnenin değersizleştirilmesi, cezalandırılması ya da kurtarılması ve onunla denkleştirilen ilk travmanın yeniden yaşanmasıyla zihni meşgul etmek (kadını soruşturmak, gizemini demistifiye etmek); öteki ise sunulan figürün kendini, tehlikeli olmaktan çok rahatlatıcı olsun diye fetişe dönüştürerek hadım edilmeyi tümüyle yok saymak...
 
Yönetmen Niels Arden Oplev’in yaptığı tam da budur. Lezbiyen Lisbeth’i “kurtarmak” ve filmin kahraman erkeği tarafından neden böyle olduğunu soruşturmak…
 
Heteroseksüellik, kökten bir lezbiyen, heteroseksüelliğin bulaşmadığı bir lezbiyen için yaralayıcı bir olgudur. Lezbiyenliğin içine sızdığı anda, lezbiyenlikten vazgeçilmiş demektir. Filmde ilkin kökten bir lezbiyen olarak sunulan Lisbeth’in sırrı ise lezbiyenliğe mecbur kalmış bir kurban oluşudur. İdeolojiden arındırılıp masumlaştırılmadığı ya da erkeğin skopofilik hazzını beslemediği sürece lezbiyenlik bir patoloji, bir sapkınlıktır.
 
Tarih boyunca lezbiyenlik şeytancıl, günah dolu, yasa dışı, doğru yoldan çıkış, sapkınlık ve antisosyallik olarak değerlendirildi. Lezbiyenler cinsel yönelimlerinden dolayı Ortaçağ boyunca cadı diye yakıldılar ve II. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında ölüme mahkûm edildiler. Yakın tarihlerde ise toplumsal önyargılardan dolayı, polis baskısına, şantaja, iş hayatında ayrımcılığa maruz kaldılar. Yüzyılın başlarında psikiyatrlar, lezbiyenliği gelişimsel bir bozukluk olarak görüyorlardı ve heteroseksüelliğe dönüştürmek psikoterapinin en temel amacı olarak düşünülüyordu. Freud bir lezbiyenle ilgili ilk detaylı çalışmasında (The Psychoanalysis of a Case of Female Homosexuality), anne saplantısı, penise karşı kıskançlık ve anne ilgisizliğinin kadının cinsel yöneliminin gelişimine katkıda bulunduğunu varsayarak lezbiyenliği Oedipus kompleksinin yetersiz çözünmesinden kaynaklanan bir anormallik olarak tanımlamıştır. Hemen ardından, 1932 yılında On Female Homosexuality isimli makalesinde Helene Deutsch, lezbiyenliğin daha patolojik bir görüntüsünü sunmuş, 1954'de Caprio lezbiyenliği narsistik bir "otoerotizm uzantısı" olarak tanımlamıştır.
 
Geçmişten günümüze pek bir şey değişmedi. Bugün lezbiyenlik hâlâ, erkeklere olan korku ya da nefret, ırza geçme ve ensesti içeren cinsel suistimaller ve ebeveynlere karşı hissedilen çelişik duyguların sonucunda gelişen bir hastalık, bir sapıklık olarak görülmüyor mu?  
 
Oysa seksizme ve heteroseksizme meydan okuyan politik bir seçim olan lezbiyenlik, kurban olma hali, hastalık, aşırılık ya da öykünme değildir. Homoseksüalite, heteroseksüelizmi taklit etmez tam tersine, lezbiyen kimlikler kopya edilecek asıl/lezbiyen olan heteroseksüel nedensellik çizgisini karmakarışık hale getirerek, bu şekilde heteroseksüellik adına asıl olma savlarının yanılsamalı niteliğini ortaya koyarak heteroseksüel kimlikleri paniğe sokar Judith Butler’ın vurguladığı üzere. Lezbiyenlik, kadınlıktan vazgeçiş, kopuş hele ki tercih hiç değil, cinsel bir yönelim, cinsiyetli bedenin ötekinin tekilliğine doğru açılışıdır.
 
Nihayetinde Lisbeth ile Mikael geçmişin büyük gerçeğini ortaya çıkarırlar. Onlarca genç kadın, kaybolan Harriet’in fanatik bir İsveç Nazisi olan babası ve erkek kardeşi tarafından vahşice öldürülmüşlerdir. (Nazi motifli sadistik cinsel şiddet, doruk noktasına taşınır.)   
 
Harriet ise korkudan kaçmış, uzak bir ülkede, yeni bir hayat kurmuştur. Beklenen final gerçekleşir, olay çözülür, araştıranlar ödüllendirilir. Lisbeth, Mikael’in diğer davası için de elinden geleni yapar ve ona gizli bilgileri uzaklaştırarak gözden kaybolur. İlişkileri sürmez. Çünkü âşık olmaktan korkmaktadır. Mikael’e olan sevgisiyle yumuşayan ve yüzleşmeye hazırlanan Lisbeth, bakımevindeki annesini ziyaret eder yıllar sonra. Sapkın bir adamla evlendiği için kendisini suçlayan anne Lisbeth’e öncelikle şunu sorar:
“Bir erkeğin var mı?”
 
Teresa de Lauretis’e göre anne, genç kadının bedenini birleştiren garip bir figür değil, deneysel sapmalar ve farklı alanlar yaratan bir olgudur. Kadın bedeninin yenilenmesinin “lezbiyen güdüsü” ile oluştuğunu, maternal (anneye ait) bedenin diğer kadın bedenlerinde sihirli bir şekilde yok olduğunu varsayar De Lauretis. Kadın bedenleri bu yok oluşu olumsuz algılamamakta, ama yok olmuş gibi görünen bölgelerin sınırsız arayışına girmekte, geri almak istemekte, ancak daha sonra hayal içinde kaybetmektedirler.
 
Yıllarca annesini ve ona benzer dişil görüntüsünü reddeden Lisbeth, filmin son sahnesinde, uzun sarı saçlı, mini etek ve yüksek topuklu ayakkabı giymiş bir kadın olarak düşer ekrana.  Romantik aşkı bulamayacağı korkusuyla eşcinsel parodi ile karşılaşan Lisbeth, kadın ve lezbiyen değil, fotoğrafın hayaletidir adeta…


Etiketler: kültür sanat
İstihdam