22/05/2012 | Yazar: Zeynep Akkuş

Türkiye’deki LGBT hak mücadelesini bir filme benzetecek olursak, Yeni anayasa yazım sürecinde yaşanan bu tıkanmayı, filmin en can alıcı karesinde donup kalması gibi düşünebiliriz.

TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, “Herkes; dil, din, mezhep, inanç, ırk, (etnik köken) renk, cinsiyet (cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği) siyasi düşünce ve diğer sebeplerle ayrım gözetilmeksizin hukuk önünde eşittir” biçiminde ifade edilen üçüncü madde üzerinde uzlaşamadı.
 
İlk iki maddesi tamamlanan yeni Anayasa’nın yazımı, BDP’nin “eşitlik” başlığını taşıyan üçüncü madde içinde “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” kavramlarına açıkça yer verilmesini teklif etmesi; bu teklifin, eşcinsel evliliklerin -de- yolunu açacağı ve “genel ahlaka aykırı, neslin korunmasına ters” olduğu gerekçesiyle reddedilmesi sonucunda sekteye uğradı.
 
Türkiye’deki LGBT hak mücadelesini bir filme benzetecek olursak, yaşanan bu tıkanmayı, filmin en can alıcı karesinde donup kalması gibi düşünebiliriz. O ana kadar izlenen kısma dönüp bakıldığında LGBT bireylerin sosyal alanda maruz kaldığı hak ihlallerinin, sözlü ve fiziksel saldırıların, cinayetlerin, akıllarda ve vicdanlarda olması gereken ölçüde yer bulamadığı, iyileştirme adına gerekli adımların at(tır)ılmadığı çıkar ortaya. Sırf sayısal çoğunluğa dayanarak kurulan ve kaymağı, doymak bilmeden yenen birtakım üstünlükler, demokrasinin en yanlış biçimde algılandığının ve gerçekten de vaktiyle dile getirildiği gibi amaç değil araç olarak kullanıldığının hastalıklı örneklerini sunar bize. Sayıca az olanların “işe gelmeyen” talepleri, gücünü sadece ve sadece bu üstünlükten alan bir pervasızlıkla, bazen şımarıklıkla yok sayılmıştır. Bu süreçte “genel ahlak” gibi muğlak paravanların arkasına saklanmak, “neslin korunması” gibi ucube ifadelerden medet ummak da sistemin olmazsa olmazıdır.
 
Gözümüzün önünde donup kalmış, pır pır etmekte olan kareye baktıkça anlarız ki, bizimki gibi bir toplumda güç sahipleri kendilerinden olmayanları anlamak için zerre çaba harcamamaktadır. Bazen dışarıya güzel resimler vermekten öteye gitmeyen sebeplerle anlamaya çalışır“mış gibi” yapmakta ama asla samimi davranmamaktadırlar. Bir kere, kendileri gibi olmayanları “eşit” görme konusunda müthiş sıkıntıları vardır.
 
Sayısız “ama”lar, “acaba”lar sürerler ortaya. “Neslin korunması” için bu kadar titiz davranılırken, Türkiye’nin nefret cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünya genelinde dördüncü sırada olması hiç ilişmez gözlerine. “Neslin korunması” da üzerinde ayrıca durulması gereken bir kavramdır. Neslin “ahlakının” korunması mıdır kasıt? O halde sormaktan asla bıkmayacağız, kimin ahlakı esas alınacak burada? Uğruna eşlerini, kardeşlerini, evlatlarını sokak ortasında katledenlerin benimsediği ilkellikler silsilesi mi? Küçücük çocukları kurban seçen ve her defasında bir açık nokta bulup işledikleri suçun cezasını çekmekten yırtanlarınkini mi?
 
Hal böyleyken, o nesli oluşturan bireylerin var olma haklarının korunmasına ne zaman sıra gelecek? Namustu, töreydi, aileydi derken verilen kadınlı, erkekli kurbanlar sağlıklarında niçin korunmamıştı? Yaşama hakları ellerinden koparılıp alındıktan sonra adaletin yerini bulması, suçlunun cezasını çekmesi için neden bin dereden su getirtiliyor? Asimile edemeyeceklerini anladıkları kişilerden tez elden kurtulma işini olayların bu topraklardaki doğal akışına bırakmanın rehaveti mi bu?
 
22 Mayıs, dünyada ve Türkiye’de LGBT’lerin hak mücadelesinde simge haline gelmiş iki insanın, Harvey Milk’in (1930 –1978) ve Ahmet Yıldız’ın (1982-2008) doğum günü. Ne acıdır ki Milk ve Yıldız sadece doğum günlerini değil korkunç bir sonu da paylaştı; ikisi de nefret cinayetlerinin kurbanı oldu.
 
Hele Ahmet, gencecik yaşta babasının silahından çıkan kurşunlarla can verdi.
 
Milk de Yıldız da korunması gereken nesillerin korunamaya değer görülmemiş bireyleriydi (Mevcut durum devam ettiği sürece, korumak için bir şeyler yapmak isteyenlerin de eli kolu bağlanacak ve bizler, gelecek günlerde başka Milk’lerin, yeni Ahmet’lerin yasını tutuyor olacağız). Ama peşi asla bırakılmayacak bir mücadeleyi miras bırakıp gittiler. Mücadeledir, sonuç alınana kadar sürdürülmesi gerekir, tamam, ama yıl 2012 olmuşken karşımızda biraz daha aydınlık görüşlü rakipler istemek de bizim hakkımız.
 
Bir partinin gençlik kollarını temsilen herhalde ruhları hâlâ genç olacak ki(!) saçı başı ağarmış adamların “Eşcinsellik ahlaksızlıktır” şeklinde pankart açtığını görmek; yine aynı partinin aynı söylemle tamamen doğal bir afet olan bir yanardağ patlaması sonucunda taşlaşmış insan bedenlerini afişlere taşıması ve bu afişlerin ancak polis müdahalesiyle “lütfen” indirilmesi; aileden sorumlu bakanın 74 milyonu kendi vatandaşı ilan etmesinin akabinde muhafazakar bir partinin bakanı olduğunun ve LGBT’lere hak tanırken kutsal değerlerin korunması konusunda özen göstereceğinin altını çizmesi, bizzat LGBT camiadan olan birtakım kişilerin verilen hak mücadelesini “ruj sürme özgürlüğü”nden ibaret saymaları, ülkenin birtakım şeylere hazır olmaması gibi kısır döngü bahanelere sığınılması, yukarıdaki filmi, donan karesinden itibaren daha epey bir süre izleyeceğimizin sinyallerini veriyor.
 

Etiketler:
İstihdam