13/08/2009 | Yazar: Kaos GL

Kaos GL’nin yürüttüğü ‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’ söyleşilerinden biri de ‘Trans Kimlik ve Toplumsal Cinsiyet’ başlığı altında yapıldı.

Kaos GL’nin yürüttüğü ‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’ söyleşilerinden biri de ‘Trans Kimlik ve Toplumsal Cinsiyet’ başlığı altında yapıldı. Söyleşiye Buse Kılıçkaya ile ‘Lubunya’ kitabını hazırlayan Selin Berghan katıldılar. 

‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’*: ‘Trans Kimlik ve Toplumsal Cinsiyet’
 
Pembe Hayat LGBTT Derneği
Selin Berghan, ‘Lubunya’nın yazarı
Buse Kılıçkaya, Pembe Hayat LGBTT Derneği
8 Nisan 2009
 
Buse Kılıçkaya: Bugünkü konumuz, trans kimlik ve toplumsal cinsiyet. Bilindiği gibi, Selin Berghan ‘Lubunya’ adında bir kitap çıkardı. Bu, bir tezin sonunda çıkan bir kitap ve içinde 11 transseksüelin tanıklığı var.
 
Selin Berghan: Teklif de lubunyalardan geldi; ‘kitap yap’ dediler…
 
Buse Kılıçkaya: 2003 yılında tanıdık Selin’i. Kaos GL’nin 2003 yılında düzenlediği sempozyumda tanıklığımı anlatıyordum ve o sırada bir tez çalışması vardı Selin’in. Selin gayet heyecanlıydı ve ne yapacağını tam olarak oturtamamıştı. Transseksüellere nasıl ulaşacağı konusunda da pek bir fikri yoktu ve ilk trans tanıdığı benim herhalde. Programın sonunda birçok transla tanıştı; bazılarıyla arkadaşlığı hala devam ediyor. Bu çalışmayı kitaba çevirme fikri doğdu ve bu fikir lubunyalardan geldi. Tanıklıklar, sadece tezlerde kalan bir şey olmasın istedik.
 
Selin Berghan: Teşekkür ediyorum dinlemeye geldiğiniz için. Ben aslında Ankara’dan daha fazla feministin katılacağını ve her 8 Mart öncesi ‘Hepimiz Eşcinseliz’ sloganı atılacak mı atılmayacak mı tartışmalarından hareketle, ‘feminizm neden trans kimliği savunmakla yükümlüdür’ üzerine bir konuşma yapmayı düşünmüştüm; olmadı. Bir sosyolog olarak, kavram tanımlama fetişizmine sahibim; o yüzden, şimdi çeşitli kavramların üzerinden geçmek istiyorum. Trans kimliğin teorik olarak nasıl yorumlandığına dair bir şeyler söyleyeceğim.
 
Benim bir ‘sıkça sorulan sorular’ başlığım var; bana sıkça sorulan ve benim cevaplamaktan çok sıkıldığım ‘insanlar neden transseksüel oluyor’ gibi sorular.  Bu tabii ki bir süreç değil: insan önce eşcinsel oluyor, sonra travesti oluyor ve nihayetinde transseksüellikle sonuçlanıyor, gibi bir durum yok. Bunların hepsi, birbirinden farklı bağlamlarda tanımlanıyor ve yaşanıyor. Öte yandan, ir transseksüelin eşcinsel olduğunu da düşünmemeliyiz; birey ben bir kadınım diyorsa ve erkeklerle beraber oluyorsa, heteroseksüeldir. Benim neden heteroseksüel olduğum bilinmiyorsa, bir transseksüelin de neden transseksüel olduğunun sorgulanması da bana doğru gelmiyor ve böyle bir tartışmaya girmenin bizi götüreceği bir yer olduğuna da inanmıyorum. Önemli olan, hak temelli olarak, ‘neden birimizin hakkı yeniyor, diğerimizin hakkı şu şekilde gasp ediliyor’u sorgulamak.  Heteroseksüel, eşcinsel ve biseksüel kadın ve erkekleri, travesti ve transseksüelleri, ortak paydada buluşturan da toplumsal cinsiyetleri. Bu temelden bakarsak, aslında birlikteyiz ve birlikte mücadele etmek durumundayız.
 
Ben bir sosyal bilimci ve heteroseksüel bir kadın olarak, ‘nereden aklıma düştü transseksüelliği çalışmak?’ denilebilir. Ben, toplumsal cinsiyete dair sıkıntıları olan bir insanım. Türkiye’de bir kadın olarak yaşamanın ne anlama geldiğini biliyorum. İkinci nedenim ise, ataerkillikten etkilenenin, yalnızca orta sınıf beyaz kadın olmadığı ve transseksüellerin yaşam haklarına tecavüz edildiğini. Ben her zaman arkadaşlara da söylüyorum: burada bir tarih yazılıyor çünkü transseksüeller Türkiye’de ilk defa kamusal alana çıkıyor ve bir sivil toplum çatısı altında yapıyorlar bunu. Feminizmin, toplumsal cinsiyete dair kaynaklarını okuduğum zaman, bir biyolojik cinsiyetten bir de toplumsal cinsiyetle karşılaşıyoruz. Kartezyen düşünmemizin sonucu olarak, birbirinden biraz da ayrı tanımlanan iki kavram var. Ancak, transseksüel kimlik söz konusu olduğunda, o ayrışma biraz yakınlaşıyor ve soru bambaşka bir yere evriliyor.
 
Bizde, ‘ameliyatsız olunca, travesti’, ‘ameliyatlı olunca, transseksüel’ ama fark, ameliyatla açıklanamayacak kadar ciddi. Aradaki fark, kimlik farkı… Ameliyat parasına hayatı boyunca sahip olamayacak kişiye de travesti diyebiliyoruz; bununla, onların erkekliğine bir vurgu daha yapıyor ve erkek olarak görmeye devam ediyoruz. Ya da ameliyatı, transseksüelliğin bir koşulu olarak görüyoruz…
 
Trans kimlik, 19. yüzyılın sonlarında tıp alanında tanımlanıyor ve 1930’larda hormonların keşfi ile ameliyatlar mümkün kılınıyor.  O yıllarda, bir transseksüelin, hayatını bir gazeteye anlatması ile birlikte biraz daha popüler hale geliyor. 1970’lere ise, transseksüeller, kadın hareketlerine eklemlenmeye başlıyorlar ki feministlerden de çok büyük tepkiler görüyorlar aslında... Transseksüelliği, kadın bedenine bir saldırı olarak algılayan radikal feministler oluyor. Aklı birden karıştıran, bence hormonların keşfedilmesi… Üçüncü cinsiyet kavramı da var yine ancak bu kavram, modern anlamdaki trans kimliğin dışında kalan ve tıpla tanımlanmış olan… İkili toplumsal cinsiyet sistemi ile kendimizi açıklayamadığımız noktada, üçüncü cinsiyet kavramını ortaya çıkarmış oluyoruz ancak yine de her şeye batılı kavramlarla bakmanın bir sonucu olarak oluyor bu. Daha sonra, transseksüellerin LGB hareketine dâhil olmasıyla LGBT hareketi güçlendi ve ‘üçüncü cinsiyet’ kavramı, ‘transgender’a evirildi. Aktivistler, kavramın cinsiyetle değil kimlikle ilgili olduğunu düşündükleri için ‘transgender’ı kullanıyorlar, ‘seksüel’i çıkarıp. Canlı bir tartışma devam ediyor bu konuda… Ben ise, kitap başlığı seçimimi, ‘Lubunya’ için kullandım çünkü asıl önemli olan bu işin öznelerinin ne dedikleri. Ankara’da Lubunya kullanılıyor ve bence çok güzel bir kelime Lubunya.  
 
Bir sosyal bilimci olarak geldim ben Pembe Hayat’a. İlk başladığımda korkunç heyecanlıydım; kayıt kasetini başlatacağım tarihi söylüyorum ama tarihi yanlış söylüyorum: Tarih 2004 olmuş ama ben mesela 1998 falan diyorum… Saklayamadığım heyecanım, karşı tarafı rahatlatan bir şey olmuştu galiba. 2003’te tanışmıştım ben Buse (Kılıçkaya) ile; bir yığın diyalog hazırlamıştım ama tanışma anına hiçbir şey hatırlayamamıştım. 5 ay boyunca, Buse’nin Kaos GL Derneği’nde nöbetçi olduğu her Cuma, onun beni tanıması ve benim de onu tanımam için yanına gitmiştim. Görüşmelerin tekniğine dair öneri istediğimde, ‘Odak grup yapma’ demişti. Sonrasında diğer arkadaşlarla tanıştım ve bir şekilde ‘trans komün’ün içine girmiş oldum.
 
Buse: Bir kitap daha mı yazacağım diyorsun?!
 
Selin Berghan: Buse ile bir tutukluğum vardı açıkçası… Şöyle düşünüyordum: Bu insan ömrü boyunca bir şekilde dışlanmış, etiketlenmiş, damgalanmış; dolayısıyla kendime ve sözcüklerime çok dikkat etmem gerekiyor. Bir panik içersindeydim. Buse bunu anlamış olmalı ki, ‘takma kafana’ deyipdurdu; ortam, kelimeler üzerinden dönen bir şey değil yani… Nihayetinde Pembe Hayat kuruldu. Transseksüeller, Türkiye’de ilk kez kamusal alandalar ve sözleri dinlenmeye başladı. Ben 2003’te tez süresine başladığımda, ‘ne yerler, ne içerler’e varan sorular geliyordu. Bu nedenle, teze bir şey daha ekledim: Bir transseksüel, Türkiye şartlarında, gündelik hayatını nasıl geçiriyor? Asıl derdim, ‘ataerkil kimlik karşısındaki konumları nedir? Ne kadar dönüştürüyorlar? Yoksa yeniden mi üretiyorlar? İçselleştiriyorlar mı ataerkilliği? Yoksa ona karşı mı çıkıyorlar?’ı deşmekti.  Tabii bazı alanlarda dönüştürdüklerini bazı alanlarda yeniden ürettikleri sonucuna vardım: iki tarafı da bozmadan. Ancak, sosyolojide genelde bu iki kol üzerinden ele alınıyor trans kimlik. Bir kısmı, ‘kraldan çok kralcı’ bulur transları… Bunun nedenine şöyle bakabiliriz: Bütün ikna etmesi gereken kişilerin aklındaki ‘kadın’ın ne olduğu.  Normal bir prosedürde, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin kriterlerine göre, iki yıllık bir tedavi gerekiyor, karşınızdaki doktorun kafasındaki kadın imajını tatmin edebilmeniz için. Doktora, ‘olmuş olduğunuz’u göstermeniz gerekiyor. Şimdi o doktor,  ne kadar ataerkil ya da değil bilmiyorum ancak tıp kurumlarındaki insanların çoğu erkek ve onların kafasındaki kadın imajını tatmin etmeniz gerekiyor bir şekilde. Teorisyenlerin, transseksüellerin ‘kraldan çok kralcı’ olduklarına dair teorileri de aslında erkelerden alıyor nedenini…
 
Buse Kılıçkaya: Annenden de bahsetmek lazım bence bu arada. ‘Lubunya’nın çıkmasında annenin çok büyük emeği var. Selin’in annesini aslında görmemiştik ama çok tanıyorduk onu. Hem maddi hem de manevi anlamda yanımızdaydı. Eşiyle de o zamanda tanıştı zaten Selin; bütün hayatını o süreçte tamamladı. Ben, karşısında o kadar heyecanlanılacak biri de değilim ama o yine de -gerçekten- titriyordu. Nasıl bir çalışma yapacağına dair bir şey bilmiyordu. İlk önce, Selin’in heyecanını yenmekle işe başlamamız gerekiyordu… ‘Evet, bundan bir şey çıkacak ama nasıl bir şey çıkacak’ diye merak inindeyim. Kitabın çıkması ise başlı başına bir sürprizdi.
 
Selin Berghan: Kitabın basılması 1,5 sene gecikti. Ben 2004’te bitirmiştim tezimi ancak 2007’de kitap basıldı. Kitaptaki tercihim şu yönde oldu: görüşmelerin baştan sona yer almasının çok daha kıymetli olacağını düşündüm ve onları bölmek istemedim. Öne de -bir giriş olarak- ‘ben ‘transseksüel’den neyi anlarım’ı ve savunmamı yaptığım metodolojik kısmı koydum. Önüne teoriyi, ortaya veriyi en sonuna da sonucu koymak istemedim. Bir-iki eleştiri geldi, ‘bilimsel araştırma böyle sunulmaz’ yönünde.  Amacım, bilimsel araştırmamı düzgün sunmak değil, araştırmanın kendisinin LGBTT hareketin bir damla parçası olabilmesini sağlamaktı.
 
Buse Kılıçkaya: Transseksüeller gecelere hapsedilmişler ve onların gündüz vaktinde dışarı çıkmayan bir gerçeklikleri vardı ve Selin’in insanlarla ilişkisi birbirinden çok farklıydı. Bir kişinin, ‘bir transseksüeli gördüğünde, ne tür bir refleks vereceği’ üzerineydi heyecanı. Bu alanda çalışmak istemesine rağmen, karşılığında ne bulacağı korkusu vardı… Çünkü insanlar, bilinmeyenden korkarlar. Ona hatırlattığım ise şu oldu: Karşıdakine, öteki olmadığını hissettirmekle başlat süreci.
 
Selin Berghan: Buse’den aldığım bir ders daha oldu tabii benim. Ben, ‘yapacaksınız, edeceksiniz’ derken, o, ‘sen de bizdensin’ dedi ve o anda ‘ben gelmişim, anlamaya çalışmışım ve sonra da kalmışım’ı anladım.
 
Buse: Bunların hepsi emekle bağlantılı… Selin, derneğimizin üyesidir aynı zamanda ve bizleri temsilen de birçok toplantıya katılır.  LGBTT örgütlerde temsiliyet, sadece LGBTT bireylerin yapabileceği kapsamda değil, ‘heteroseksizmden bir toplum olarak ne kadar etkilendiğimiz’le bağantılı bir gerçeklikten yola çıkarak yaşamımıza geçirdiğimiz bir şey olmalı. Trans kimlik, sorunu ortaya biraz daha çıkaran katmanlardan biri sadece ve bu nedenle, isimler ve kimlikler üzerinden –LGBTTQI ya da size ne diyorsanız- gitmek doğru değil... Kadınlığı ve erkekliği de reddeder duruma geldim, bu kadar isimden sonra… Toplumsal cinsiyet mücadelesi verirken, toplum, kadın ve erkekliği yeniden üretip kendine göre perspektifler çıkarırken, bir bakıyorsunuz ki siz tam ortasındasınız. Ben artık, ‘ben gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel bir kadın veya erkek olmak istemiyorum’ sonucuna geldiğim oluyor ama ülkemizde, gey, lezbiyen, biseksüel, travesti ve transseksüel bireylerin hakları her gün ihlal ediliyor. Bu nedenle, kendimizi tanımlamak zorunda kalabiliyoruz ve ben kendimi ‘heteroseksüel bir transseksüel’ olarak adlandırıyorum.  Görünür olmak çok önemli ama bunun tabii bedelleri var.  Bizler yıllarca, kendi bedenimiz üzerimizden yapılan tanımların ne olduğunu bilemedik. Toplum bu güne kadar sürekli şunu söyledi bize: ‘Siz erkeksiniz.’ Ya da bize verdikleri argo isimlerle yaşadık. Bu kadar insanla mücadele edemeyeceğine göre bakış açısından yola çıkarak kadından erkek mi olur, erkekten kadın mı olur tabirleri bizim içimizde yerleşik hale gelmişti. Selin ile günlerce tartıştığımız zamanlar oldu ve ben, bu sohbetlerin arkasından  ‘heteroseksüel bir transseksüelim evet’e ulaştım. Bu sohbetlerde,  diğer transseksüel arkadaşlarla da konuşmaya başladık. İnsanın kendisine ben kadınım veya ben erkeğim demesiyle başlayan bir süreçtir transseksüellik. İnsanın yüzünde kıl-tüyün veya bedeninde göğüsün olup olmaması; uzun boylu ya da kısa boylu olması; 45 numara ayakkabı giymesi gibi takıntıların hepsi, transseksüel bedenini mahvetmeye başladı. Feminist camia, daha önceden bu gerçeklikleri görüyordu…  Son zamanlarda ise, seks işçiliği, işçilik, seks tartışılıyor. Bizim amacımız da buydu zaten. Bir zamanlar, Ankara Kadın Platformu’na gittiğimizde,  ‘ne işleri var, neden geliyorlar’ deniyordu; biz ise, ‘Platforma biz de dâhil olacağız biz de kadınız’ dedik ve hareketin bir parçası olmaya başladık. Genelevlerin ziyaretine bile başladık o süreç içersinde. Bir transseksüel, ‘erkeklik’ ve ‘kadınlık’ın biraz daha abartısını yaşayarak, ‘Ben de kadınım’ veya ‘Ben de erkeğim’ demeye başlıyor.  Bu da aslında, kadının insan hakları savunucularının ve feminist camianın, transseksüellerle çalışmadan yollarına devam edemeyeceklerinin bir göstergesi…  
 
Katılımcılardan: Çeşitli yerlerde karşılaşmıştım sizinle; orada da ‘ben heteroseksüelim’ cümlesine şahit olmuştum. Heteroseksüel olmanızın, bu çalışma sürecinde ya da LGBTT örgütlenme içinde ne gibi avantajı ya da dezavantajı oldu?
 
Selin Berghan: Heteroseksüel olduğumdan bahsetmek çok hoşuma gitmiyor ama özellikle söylüyorum. Belki de, bir başka heteroseksüelin kulağına gidebilmesi adına yapıyorum bunu. Vurgulamamın nedeni de, heteroseksüel olarak burada olmam ve heteroseksüel olarak burada bulunulmasını çok önemsemem...  Yoksa ‘Queer’i tercih ederim, düz bir heteroseksüel olacağıma... Heteroseksüel olmamın avantajları oldu mu olmadı mı bilmiyorum ama kadın olmamla ilgili avantajlarımın olduğunu, lubunyalar tarafından söylenmişti. İşleri kolaylaştırması ve güven oluşturmasına dair bir avantajdı bu.
 
Katılımcılardan: Biz, kadın olarak, görüntümüzden dolayı bir şekilde ikincil oluyoruz. Ancak, geylerin, erkek olmaları üzerinden bir avantajları olduğunu düşünüyorum. Sonuçta daha mı avantajlılar acaba?
 
Selin Berghan: Nicel ve nitel oranlarda ayrımcılığa maruz kalıyoruz hepimiz ve bu nedenle, birbirimize, ‘Sen geysin; görünmüyorsun. Ben görünüyorum’ demek, hareketin kendi içine kapanmasına ve zayıflamasına yol açacaktır.
Buse Kılıçkaya: Bir transseksüelin, caddede polisin fiziksel şiddetine uğraması ile bir geyin/lezbiyenin, cinsel yöneliminden dolayı okuldan atılmasının arasında hiçbir farkı yok. Şiddet, kişiye göre ağırlaşabilen bir süreçtir ve şiddetin yüzdesi olmaz.
 
Katılımcılardan: Görünür olmak ve olmamak, kişiye göre, ‘iyi’ ya da ‘kötü’dür. Ben bi lezbiyenim ve görünemiyor olmak ise benim için en büyük şiddettir.
Buse Kılıçkaya: Görünür olmak zorunda mısın?
 
Salon: Görünür olmayı politik buluyorum çünkü yok sayılmak ve bunu kabul etmek, büyük bir şiddet benim için. ‘Eşcinsel’ denildiğinde, akla ‘erkek eşcinsel’in gelebiliyor olması da cabası…  
 
* ‘Türkiye’de Kadın Olma Halleri’ başlığı altında 2009 yılı boyunca gerçekleştiriyor olduğumuz söyleşiler, Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından desteklenmektedir.(NÖ)


Etiketler: kadın
nefret