27/06/2011 | Yazar: KAOS GL

Sürekli fedakârlık yapması gereken, sürekli sessiz olmaları beklenen, sürekli her türlü şiddeti ve baskıyı sineye çekmesi istenen Kürtler olunca problem iyice büyüyor. Haksızlığa uğrayan da onlar, hesap vermesi gereken de onlar oluyor. İşte mağduru sanık yapan bu zihniyet, gün oluyor utanmadan, ağlaşana gülün diyor…

Sürekli fedakârlık yapması gereken, sürekli sessiz olmaları beklenen, sürekli her türlü şiddeti ve baskıyı sineye çekmesi istenen Kürtler olunca problem iyice büyüyor. Haksızlığa uğrayan da onlar, hesap vermesi gereken de onlar oluyor. İşte mağduru sanık yapan bu zihniyet, gün oluyor utanmadan, ağlaşana gülün diyor…
 
Akın Olgun yazdı
Telafisi çok zor ama imkânsız olmayan bir sürece giriyoruz. Kürt illeri kaynıyor. Özellikle gençlerde Kürt meselesinin çözümü noktasında devletin geliştirdiği baskı, şiddet ve oyalama yüzünden barışa dair kaygılar büyüyor ve yerine çözümün dağdan geçtiği inancı pekişiyor. Siyasi çözümün önünü açmaya yönelik her adımı baltalayan iktidar, hemen her kesimi bir biçimiyle etkiliyor. Barışa dair umutsuzluğun büyüdüğü yerde savaşı konuşmak kaçınılmaz hale geliyor. Çözüme dair Öcalan’ın geliştirdiği dil ve öneriler olabildiğince geriletilmeye ve en geri noktadan bir uzlaşı yakalanmaya yönelik taktiksel adımlar atılıyor. Eşit olmayan koşullar daha da eşitsiz hale getirilerek moral üstünlüğü devlet elinde tutmaya çalışılıyor.

Kürtlerin siyaseten kazandığı mevzilere gözünü diken devlet, bunu önemsizleştirip anlamsızlaştırarak içini boşaltmak istiyor. Eğer kazanılmış hakların içini boşaltırsanız taleplerin üzerinde daha rahat oynayabilir ve istediğinizi almakta hep bir adım önde olursunuz. Bir adım önde olmak, süreci kimin şekillendireceğini, kimin yönlendireceğini belirler. Kürt halk hareketini olabildiğince birçok sorunla uğraşır hale getirmek de bu sürecin bir parçası gibi gözüküyor. Devlet, taktiksel bir program üzerinden geliştirdiği uygulamaları devreye sokuyor ve alınan sonuçlara göre yeniden düzenliyor. Birçok alanda, birçok sorunla uğraşmak zorunda kalan ve uğraştığı her alanda bütünlüğü korumaya çalışan yapı ise kendi alanını mecburen devlete göre belirlemek zorunda kalıyor. Hesap dışı olan ise toplumsal duyarlılığın içsel akışıdır. Öcalan’ın “Ben gençleri kontrol edemeyebilirim” söylemi aslına bakarsanız bu akışa dair bir ön görüyü gösteriyor.

Tekrar başa dönersek;

Savaşla büyümüş, savaşla gelişmiş, savaşla beslenmiş bir toprakta yetişen gençlerin içten içe huzursuzlaşması ve barışa dair şüpheciliğini dile getirmesi, büyük bir sorunun başlangıcıdır. Eğer gençleri ikna edemezseniz bu savaşı bitiremezsiniz. Devlet kendi elleriyle Kürt gençlerini dağa yönlendiriyor. Çözümsüzlük üzerinden geliştirilen çözümcülük gençlerde sadece savaşın bir çözüm olduğuna dair algıyı geliştirmekten başka bir işe yaramıyor.  Taktiksel anlamda verilen kesin sürelerin bir karşılığı olmadığını gören gençler “barışta ısrarın” anlamsızlığını sorgulamaya başlıyor.

Sürekli fedakârlık yapması gereken, sürekli sessiz olmaları beklenen, sürekli her türlü şiddeti ve baskıyı sineye çekmesi istenen Kürtler olunca problem iyice büyüyor. Haksızlığa uğrayan da onlar, hesap vermesi gereken de onlar oluyor. İşte mağduru sanık yapan bu zihniyet, gün oluyor utanmadan, ağlaşana gülün diyor…

Mağdurdan hesap soran ‘beyaz’ların başöğretmen havası, Kürt illerinde sadece öfkeyi büyütüyor. Yıllardır bunu anlayamadılar. Yıllardır parmak sallayıp sınıfın köşesinde tek ayaküstünde bekleterek teşhir ettikleri, aşağıladıkları, cezalandırdıkları, hor gördükleri bu insanların şimdi kalkıp eşit koşullarda, eşit haklar için kendilerine kafa tutmalarını hazmedemiyorlar.

Şimdi Kürtler tüm topluma demokrasi dersi veriyor. Hak ve Özgürlüklerin bir halk için ne kadar önemli olduğunu ve onun için mücadele etmeyen toplumların nasıl içten içe çürüyüp yozlaştığını anlatıyorlar. Barışı büyük bir olgunlukla ve ısrarla dile getiriyorlar. Her defasında kendilerine verilen cevap, baskı, gözaltı ve şiddet oluyor. Tüm kurumlarıyla şiddeti uygulayanlar sanki hiç bunlar yaşanmıyormuş gibi “ balkon sefasından” seslenerek “asimilasyon ve inkâr dönemi bitmiştir” diyebiliyor. Utanmıyor…

Seçilmişlerin kelepçelenerek sıraya dizilip teşhir edilmesi, yüzlerce insanın bir ay gibi kısa sürede tutuklanıp cezaevlerine doldurulması, kendi dillerinde savunma yapmalarının engellenmesi, “bilinmeyen bir dilde konuşuyorlar” denilerek aşağılanmaları, meclise gönderdiklerinin hukuk adı altında vekilliklerinin düşürülmesi ve üstelik seçilmiş vekillerinin cezaevlerinde tutulması bir inkâr politikası değilmiş gibi davranabilmek gerçekten yüz kızartıcıdır.

Kürt milletvekilleri yıllarca cezaevlerinde yatırıldılar. ‘Bilinmeyen bir dilde’ yemin etmenin bedeli olarak meclisten sürüklenerek, tartaklanarak çıkarılıp mahkûm edildiler. Şimdi bağımsızların boykot kararına “çözüm yeri parlamentodur” demek biraz tuhaf kaçıyor. YSK’nın ve yargının kararlarını hukuki boyutuyla ele almak da komik oluyor. Tavrın politik bir tavır olduğu tartışmasından herkes olabildiğince uzak duruyor. Büyük hukuk devletiymişiz de, herkes bu hukuka saygılı olmalıymış. Yanlış bile olsa herkes saygı göstermeliymiş. Bu tüm toplumu salak yerine koymaktır. Peki ya adalet denen şey nedir? Adaletsizliğe saygı duymak mıdır?
Her türlü adaletsizliğe saygı duymamızı ve boyun eğmemizi salık veren o anlayış nasıl bir demokrasi inşa edecek?

Kendisine dokunulduğunda feryat figan edenlerin, aynı yargıyı kendi silahları haline getirip ötekilerin üstüne saldıktan sonra “saygı duyun” demeleri nasıl bir ucubeliktir. Adalet diye diye, adaletsizleşenler ve bu durumlarını pişkince savunanlar, verilen politik kararların arkasında kendilerinin olmadığını hangi yüzle söyleyebilirler? 

Devlet moral üstünlüğü elinde tutmak ve Kürtlerin kendilerini tarif ediş biçimlerini ötelemek adına tehlikeli bir oyun oynuyor. Bunu her dile getireni  “tehdit ediyorlar” salvoları ile kendi tehdidini savurmaktan da geri kalmıyor.

Ama sorun ortada duruyor.

Sorunun algılanış biçimi her geçen gün farklılaşıyor. Barış kavramı bilinçli ya da bilinçsiz olarak karşısında ve yanında olanlar olarak taraflaştırılıyor. Oysa barışın toplumsal kabul alanının olabildiğince genişletilmesi gerekiyor. Şiddet ve tehdit havasında nefes alıp vermeye devam edersek hepimiz boğulacağız.

Kürt sorununun çözümünü daha samimi hale getirmenin tek yolu ise muhatabını tanımaktan geçiyor. Devlet kendi terör damarını tıkayıp, hiç kullanmadığı barış damarını açmak zorunda. Bunun koşulları hem iç, hem de dış konjonktür çok uygun. Kürtler bu kadar barış isterken, onların her uzattığı dalı kırmak ve hüsrana uğratmak daha fazla ölüm ve daha fazla tabut taşımamızdan başka bir işe yaramayacak. Tabutların çoğalması devleti hiçbir zaman daha fazla yüce ve daha fazla güçlü yapmadı. Eğer öyle olsaydı bugün Türkiye bunları konuşuyor olmazdı. Kan ve gözyaşı sadece acıları besliyor ve öfkeyi derinleştirerek ayrışmanın nedenlerini çoğaltıyor. 

Bunca yaşanandan ders çıkarmayan ve hiç ilgilenmeyen, üzerine kafa yormayan bir hale gelmemizin en büyük sebebi, savaşı büyütenlerin sürekli omuzlarımıza taşıyacak bir tabut koymasındandır. (BirGün)

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam