01/02/2012 | Yazar: Rahmi Öğdül

Çoğunluk oluş diye bir şey yoktur, çünkü hayat modellerle, akıllı tasarımlarla değil, rastlantılarla, karşılaşmalarla, hatalarla, sapmalarla çeşitleniyor ve her oluş iktidarın modelinden saptığı ölçüde bu yüzden bir azınlık oluştur

Çoğunluk oluş diye bir şey yoktur, çünkü hayat modellerle, akıllı tasarımlarla değil, rastlantılarla, karşılaşmalarla, hatalarla, sapmalarla çeşitleniyor ve her oluş iktidarın modelinden saptığı ölçüde bu yüzden bir azınlık oluştur

İktidar durmadan, hayatta yapacağımız her hamleyi ölçeceğimiz, biçeceğimiz standart ölçüler dayatıyor bize. Bu standartlardan saparsak sapık, zındık ya da hain olacağımızı hatırlatıyor her seferinde. Çoğunluk (majorite)  içinde kalmamızı öğütlüyor. Çoğunluğun terimleriyle davranmamızı, yaşamamızı, bedenlerimizi kullanmamızı, ilişkiye girmemizi istiyor. İktidarın yaslandığı ve ürettiği çoğunluk kavramının ardında bir ortalama , standart bir ölçü duruyor hep. Bu standart ölçüye göre değerlendiriliyor her şey. Bu standart ölçü faaliyet alanlarımızın, ifadelerimizin sınırlarını belirliyor. İktidarın ve tahakkümünün sırtını dayadığı ve sabitlik üzerinden geliştirdiği bu çoğunluk kavramının içinde kaldığımız ölçüde başka belirlenimlerin açığa çıkması zor görünüyor. Oysa bir norm olarak bize dayatılan bu çoğunluk aslında hiçbir zaman olmadı; herkes kendi yaşadığı mikro oluşlarla bu sabiteden, standarttan saparak toplumsalın çeşitlenmesine yol açıyor kaçınılmaz olarak. Dolayısıyla her oluş bu yüzden bir minör-oluştur.
 


ÇOĞUNLUĞUN OLUŞTURDUĞU KAVRAM
Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla’da geliştirdikleri haliyle azınlık (minörlük) kavramı, müzikal, yazınsal, dilsel ve de hukuki, politik göndermeleriyle çok karmaşık bir kavram. Azınlık ile çoğunluk arasındaki karşıtlığın salt niceliksel olmadığını; çoğunluğun, ifadenin ya da içeriğin bir sabitesini ima ettiğini vurguluyorlar.  Bir değişmezlik üzerinden oluşturuluyor çoğunluk kavramı.  Örneğin, standart bir dil konuşan, yetişkin-beyaz-heteroseksüel-Avrupalı-erkek bir standart, bir sabite olarak konuluyor önümüze. Bu erkeğin sayısal olarak az ya da çok olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Dolayısıyla sayısına bakılmaksızın bu sabiteden farklı olan bir belirlenim azınlıkçı olarak düşünülecektir. Çoğunluk iktidarı ve tahakkümü, standart bir ölçüyü ima ederken, azınlık bu iktidar ve tahakkümden kaçan oluşlara vurgu yapıyor. Örneğin seçimlere baktığımızda bize seçme ve seçilme hakkı verildiğini düşünerek bir özgürlük ortamı içinde bulunduğumuz yanılsamasına kolayca kapılabiliyoruz. Oysa bu hak bize standardın, sabitenin sınırlarını, yani çoğunluğu onayladığımız ölçüde veriliyor. Seçimimizi toplumu değiştirme yönünde kullanmamamız gerekiyor. Deleuze ve Guattari tam bu noktada her şeyin ters yüz edildiğini, zira soyut standartta analitik olarak içerildiği ölçüde çoğunluğun aslında hiç kimse olduğunu belirtiyorlar. Çoğunluk diye bir şeyin olmadığını, çoğunluğun ‘Hiç Kimse’ olduğunun altını çiziyorlar. Buna karşın azınlık-oluş, dayatılan modelden saptığı ölçüde herkesin oluşudur. Bu yüzden herkes azınlıktır, minördür bir ölçüde.
 


TEK CİNSİYETE DAYALI MODEL
İktidarlar tahakkümünü modellerle kuruyorlar. Günümüzde erkek-dişi karşıtlığına dayalı cinsiyet modeline bakalım; bu modelin, Newton ve Descartes’a özgü mekanik felsefeyle birlikte ancak yakın zamanlarda Batı tarihine hakim olduğu biliniyor. Rönesans’a kadar süren klasik zamanlarda tek cinsiyete dayalı bir model tercih ediliyordu; bu modele göre, en altta yer alan incelikten yoksun bedenden başlayıp, en üstte yer alan ideal bedene dek uzanan, mükemmellik dizisi halinde sıralanmış insan bedenleri vardı. Bu model de en az çift cinsiyet modeli kadar cinsiyetçiydi. Tek cinsiyetli modelde geleneksel erkeklik, dişi bedenine nazaran canlılık bakımından daha sıcak olduğundan mükemmellik dizisinin tepesinde duruyordu; oysa karakteristik dişi formu, erkekle kıyaslandığında üretici kuvvetlerinin görece zayıflığından dolayı bu merdivenin çok aşağısına yerleştirilmişti. Beden ısısına göre kurulan bu tek cinsiyetli modelin cinsiyetçi söylemi, modern zamanlardaki çift cinsiyetli modelde de devam ettiği görülüyor. Tüm varyasyonlarıyla her yöne uç veren yaşamın içinden çekip çıkarılan bir sabiteyi, kurmaca bir gelişim çizgisini model alan iktidarın söylemi bize hayatı dar ediyor. 

DEVRİMCİ OLUŞ
Çoğunluk oluş diye bir şey yoktur, çünkü hayat modellerle, akıllı tasarımlarla değil, rastlantılarla, karşılaşmalarla, hatalarla, sapmalarla çeşitleniyor ve her oluş iktidarın modelinden saptığı ölçüde bu yüzden bir azınlık oluştur. O yüzden, bir sabite ve homojen bir sistem olarak çoğunluk (majörite); alt sistemler olarak azınlıklar; ve potansiyel, yaratıcı bir oluş olarak azınlık (minöriter) arasında ayrım yapmamızı öneriyorlar Deleuze ve Guattari. Dil içinde aynısı geçerli. Azınlık dilleri, majör dil ve majör dilin azınlık (minör)-oluşu sürecine girmesi arasında da yapıyoruz bu ayrımı. Azınlıklar, nesnel olarak tanımlanabilir durumlardır, kendi getto yurtlarına sahip, dil, etnisite ya da cinsiyet halleridir. Fakat aynı zamanda bunlar, ortalamanın ya da çoğunluğun kontrol edilemez hareketlerini ve yersiz yurtsuzlaşmalarını başlatacak oluşun tohumları ve kristalleridir de. Bir çoğunluk dilinin oluş yaşaması için, bir azınlık diline eklemlenerek bir oluş sürecine girmesi gerekiyor. Salt bir azınlık dilini konuşarak, bölgeselleşerek ya da gettolaşarak devrimci olunamayacağını vurguluyorlar Bin Yayla’da. Devrimci oluş, bir çok azınlık unsurunu kullanarak, bunları birleştirerek, özgün, öngörülemeyen özerk bir oluştur ancak. İktidarın majörleri çoktan tükendi; birbirimize eklenerek erkleneceğimiz minörlere, devrimci-oluşlara yolculuk ise tüm hızıyla devam ediyor.

Etiketler:
nefret