01/12/2009 | Yazar: Yıldırım Türker

Orhan Pamuk’un eserine gönderme yok bu başlıkta. Ne o müzenin zamanla, hayatla, bellekle ilişkisine yönelik bir ima, ne edebi bir zafer, niyetim.

Orhan Pamuk’un eserine gönderme yok bu başlıkta. Ne o müzenin zamanla, hayatla, bellekle ilişkisine yönelik bir ima, ne edebi bir zafer, niyetim.
 
Benim kaygım, dilimizin bütün sentaksını belirleyen resmi dille şu acılı toplum olarak bir türlü hesaplaşamamamız. Ardına sığındığımız masumiyet külliyatı.
Geçen haftaki memur grevi sonrası ajanslara düşüverdi. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, memurların eyleminin iyi niyetle bağdaşmadığını, “çok masum bir hak arama” olarak değerlendirilemeyeceğini savunmuştu. Kamu çalışanlarının vatandaşın günlük hayatını ıstıraba dönüştürme hakkına sahip olmadığını vurgulayan Çelik, “Trenleri durdurup, insanların yollarına devam etmelerini engellemek, sağlık kurumlarında vatandaşın sağlığını olumsuz etkileyecek girişimde bulunmak kamu sendikacılığı anlayışıyla bağdaşmamaktadır” diyordu.

Gördüğünüz gibi masumiyet konusunda bir sürek avıdır gidiyor.
Vatandaşın günlük-aylık hayatını ıstıraba dönüştürme hakkının bir tek devlete ait olduğunu biliyoruz da kamu çalışanlarının vatandaşa eziyet eden vatandışı bir kalabalık olduğunu açıkça işitmişliğimiz yoktu.
Ey siyasetçi kardeş; sen ne demek istiyorsun? Bir genel grev provası, bir grev neden ve nasıl masum olsun? Hakkını arayan bir kesimin-sınıfın taleplerini dile getirmek için, devlet-işveren üstünde bir baskı oluşturmasıdır, grev. Ve haktır. Masumiyetle de hiçbir ilgisi yoktur.

Sen, burada, asıl amacın hakkını korumak değil de devleti yıkmak, hükümeti devirmek olduğunu mu ima ediyorsun? Neye dayanarak?
Hiç kuşkunuz olmasın. Vatandaşlığı devlet tarafından kabul gören vatandaşın tanımı Cumhuriyetimizin ana kaidesidir. O kaide üzerinde anıtlaşmıştır toptan resmiye kesmiş dillerimiz.
Bende bu konuda gerçekten bir ufuk açmıştır. Yine özetlemek isterim. Pascal Bruckner, ‘Masumiyetin Ayartıcılığı’ adlı kitabında, masumiyeti, “özgürlüğün sıkıntılarından hiçbirine katlanmadan nimetlerinden yararlanmaya kalkışmak” olarak tanımlıyor. Çocuksuluk ve kurbanlaşma olarak iki yönde geliştiğini söylüyor bu masumiyetin. Biri, ‘çocukluk yılları cahilliğinin ve tasasızlığının parodisi’ diğeriyse ‘kendi kendini kurban ilan etme.

Popüler meydanda samimiyetin çarpıtılmış tanımıyla sakız şaklatan bir arsızlık eşliğinde sunulan ve neredeyse bütün milletin ilgisini çeken bir gösteri olarak böyle bir masumiyet resmiyle yakından tanışıyoruz. Burada bayağılıkla samimiyetin, masumiyetle umursamazlığın kalkanına sığınmış cehaletin artık birbirinden ayırt edilemezleşmişliğini görmek mümkün. En ufak bir hassasiyet, bir ciddiyet talebi karşısında hırçın bir alaycılıkla kullanılıveren ‘enteller’ küfrü de bu yaygın çocuksuluk dilinin bir yansıması işte.

Söz konusu ettiğimiz masumiyet, talepkâr ve elbette işgalci.
Bu topraklarda Otorite’nin halkına yakıştırdığı da yarım akıllı çocukluktur. Anlamayacağı konulara karışmayan, bütün hayatını ve haklarını devletinin şefkatli ellerine teslim etmiş geniş, pederşahi bir aile.
Gerçeklik, çocukluktaki gibi bir tevatür tadı kazanır. İyi vatandaş, vergisini veren, komşusundan çok devletine inanan, hiçbir şey bilmeyen ve bilmediğinden sıkıntı duymayan tuhaf bir yeniyetme müsveddesidir. Zamanı geldiğinde, dünya tarafından sıkıştırıldığımızda patlatılıveren o havai fişeğini de unutmamalı: Bu toplum kimi şeylere hazır değildir. Hazır olduğumuzda bize bildirilecektir.


İzmir uyarıyor
İşte İzmir’in kışkırtılan iyi-laik-cumhuriyetçi-uygar vatandaşının temsil ettiği, devlet gözünde hep bu iyi vatandaştır. Genelkurmay’ın el altından sızdırılan birçok aktivitesinde de gözbebeği bir nüfus olarak görülmesinin nedeni budur?
Elleriyle kurt kafası yapmış bir kalabalığın taşlarla sopalarla DTP konvoyuna saldırmasının bütün ajans haberlerinde veriliş biçimi, şu anda içine yuvalanmış olduğumuz geleneği işaret ediyor.
Bu memlekette ırkçılığın, Cumhuriyet diliyle üretilmiş, palazlanmış damarı, kendini anıtkabirin mermerleri kadar sağlam ve pürüzsüz, katıksız ve uygar gören orta sınıfın nabzında atmaktadır.

Dolayısıyla sözgelimi memleketin en ortalak arabulucu akil adamı kabul edilen Ali Kırca’nın haberlerinde söz konusu saldırı öyle bir yansıtıldı ki, adeta Kürtler İzmir kapılarına dayanmış, Türkler de bu arsız ve haddini bilmez, bu şımarık halkın tasallutu karşısında galeyana kapılarak, geçmiş kahramanlıklarının da dolduruşuyla ülkemizi korumuşlardı.
Şahsen beni en çok sarsan, kameraların ilgisini hissettiği için iyice coşan gencecik bir kızın haykırışlarıydı. Sesi coşkudan düğüm düğüm olmuş, her heceye bir hıçkırık sıkıştırarak besbelli arabalardan birinin içine doğru bağırıyordu; “Siz biliyor musunuz, bu vatan için, bu bayrak için ne kanlar döküldü? Kaç şehit verildi, biliyor musunuz?”

O arabaların içindeki Kürtlerin küçük hanıma cevap vermesi gerekmiyordu zaten. Onların sadece bir an önce hadlerini bilip seslerini kısmaları, büyük şehirlerde eski güzel günlerde olduğu gibi yalnız kapıcı odalarının rutubetinde sessizce soğan kavurmaları gerekiyordu.

Onlar, daha bir ay önce bayramlıklarını giyip Habur sınır kapısında onlarca yıldır görmedikleri yakınlarını karşılamak için toplanmıştı. Sevinç ve coşku içinde barışı kutlamaya hazırlanıyorlardı. Ama elbette ki o yüz binlerle sayılan halk, masum değildi.
Onların sevinci, asla masum olamazdı. Onların çocukları ölmemiş, babalarını işkencede kaybetmemişlerdi. Onların köyleri yakılmamış, toplu mezarların önünde kurşuna dizilmemişlerdi. Onlar, İzmirli küçük kızın çektiği acıları nereden bilsinler?

Nitekim, önce İpsala’nın masum ve iyi vatandaşı, bir ay sonra da Bayramiç’in iyi vatandaşı, mevsimlik işçilerin yaşadığı yerleri basıp onları linç etmeye kalkıştı.
Masumiyetin yoğun bir hassasiyet çukuru olduğunu da iyi biliyoruz.
Özellikle tahriklere kapılma, milli hisleri rencide olunca hop linçe durma gibi özellikleri olur.
Bu memleketin güzide basını, bildiğimiz ırkçıdır.
Kamuoyunun hassasiyetlerine hassas davranma rolü altında kimin içerlikli kimin dışarlıklı olduğunu yaftalar. Durmadan, ama durmadan ırkçılık, milliyetçilik pompalar.

TRT’nin resmi dilinden bir nebze uzak, bir katre farklı değildir, diğer ana akım kanalların habere bakışı.
Uğur Dündar’ın DTP milletvekili Sevahir Bayındır’ı, İzmir olayları üstüne sorguya çekme teşebbüsünü izlediniz mi? Gerçi milletvekili, yakışıklı anchorman’a hiç yüz vermeden demek istediğini dedi ama Dündar da diğer duayen taifesi gibi bizim adımıza bu şımarıkları azarlama, onlara hadlerini bildirme konusundaki gayretkeşliğini sergilemiş oldu.

Dikkat edin, İzmir’in madalyonun öte yüzü olduğunu, bir açılım olacaksa, İzmir yönüne doğru da kucaklayıcı olması gerektiğini ileri süren çakma demokratlara. Onlara kalırsa İzmirli eli taşlı linççi vatandaşın uyarısını da kale almak gerekiyor. Aynı kalemler, Hrant’ın katilleri dahil bütün tetikçi-linççi-eli kurt kafası hassasları da mağdur ve maktuller karşısında hoşgörülesi ilan etmemiş miydi?
Millet olarak bize dayatılan masumiyetten bir an önce soyunmak zorundayız. Adalet duygusu, ilkel ve düşmanlıkla yoğrulmuş hassasiyetlere galebe çalmalı. Yoksa apoletler, coplar, hamasi zırvalıklarla dolu bu masumiyet müzesinin bekçiliğinde hayat yok.  
 


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam