13/05/2011 | Yazar: Ayşe Gül Altınay

Çok yakın zamana kadar “militarizm” Türkiye’de ne siyasi tartışmalarda ne de sosyal bilimlerde ciddiye alınan bir kavramdı.

Çok yakın zamana kadar “militarizm” Türkiye’de ne siyasi tartışmalarda ne de sosyal bilimlerde ciddiye alınan bir kavramdı. Ciddiye alanlar da “tabu” olarak yaklaşıp dokunmuyorlardı. Bugün içinden geçtiğimiz dönemde militarizm tartışmaları hem üniversitelerde, hem de üniversite dışında hızla yaygınlaşıyor. Bu tartışmalar ve yayınlarda iki arayış söz konusu: 1) Militarizmi nasıl tanımlayabiliriz ve görünür kılabiliriz?, 2) Militarizmden nasıl arınabiliriz? Hayatın farklı alanlarını nasıl demilitarize edebiliriz? Militarist olmayan bir sosyalbilim dili, siyaset dili, gündelik dil nasıl geliştirebiliriz?
 
Bu arayışlara bir üçüncüsünü eklemek mümkün: Militarizmin adını neden bu kadar geç koyduk? Bu soruya vereceğimiz yanıt, hayatımızın tarihsel olarak nasıl militarize edildiğinin ve militarizmden nasıl arınabileceğimizin ipuçlarını da içinde barındıracaktır.
 
Genel bir gözlem olarak, 20. yüzyılın tam bir yıkım yüzyılı olduğunu ve militarizmin bu yüzyıl içinde tüm dünyada gelişip yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Lev Tolstoy 1900’lerin başında Avrupa’ya yayılmakta olan zorunlu askerlik uygulamasını şöyle eleştirmişti: “Avrupa’daki iktidar odakları, zorunlu askerlik hizmetini hiç itirazsız kabul ettiler; oysa ki kölelikti bu, hem de eski dönemlerdeki kölelik koşullarıyla kıyas kabul etmez bir yozlaşma ve irade kaybı söz konusuydu.”. Eğer Tolstoy’un askerlik hizmetini en kötü kölelik biçimi olarak niteleyen bu sözleri, tam bir yüzyıl sonra dünyanın (Türkiye dâhil) pek çok yerinde kulağa hala çok radikal -belki 100 yıl öncesine göre daha da radikal- geliyorsa, militarizmin 20. yüzyıl boyunca hangi süreçlerle ve söylemlerle normalleştiğine ve içselleştirildiğine daha yakından bakmamız gerekiyor.
 
Türkiye’den baktığımızda askerileştirilme (militarizasyon) süreçlerinin ve militarist söylemlerin listesi oldukça uzun: İmparatorluktan ulus-devlete geçerken kurumsallaşan zorunlu askerlik uygulaması ve onun etrafında gelişen askerileştirilmiş, cinsiyetlendirilmiş ve karşıcinselleştirilmiş vatandaşlık anlayışı; “Her Türk asker doğar.” sözüyle ifade bulan “ordu-millet” mitosu; ortaöğretimde zorunlu askerlik dersi (bugünkü adıyla “Milli Güvenlik Dersi”) uygulaması; askerileştirilmiş bir eğitim anlayışı ve bu çerçevede kaleme alınmış ders kitapları; özellikle 1960 sonrası ordu üst yönetiminin darbeler, muhtıralar, MGK ve diğer yapılar aracılığıyla ulusal siyasete doğrudan müdâhil olması; 1960 sonrası OYAK’ın kurulması ve askeri harcamaların artması ile ekonominin giderek askerileştirilmesi; hiyerarşi, şiddet ve ölümün normal ve meşru görüldüğü bir siyaset kültürünün yakın zamana kadar hem anaakım, hem de muhalif siyasete hakim olması; özellikle 1982 anayasası ve Olağanüstü Hal uygulamalarıyla hukukun ve adalet anlayışının askerileştirilmesi; 1980’lerden sonra Güneydoğu’da yaşanan savaşla birlikte geniş bir coğrafyanın ve siyasetin askerileştirilmesi... Bu listeyi uzatmak ve spordan kültür-sanat etkinliklerine kadar hayatın farklı alanlarına yansımaları ile çeşitlendirmek mümkün.
 
Eğer bu kaba listenin düşündürdüğü gibi militarizm hayatın her alanına dokunuyorsa, neden bugüne kadar militarizmin adını koymakta zorlandık? Militarizmin toplumun genelinde olduğu gibi akademide ve akademi dışı entelektüel dünyada da içselleştirilmiş olmasının, bu görünmezliğin arkasındaki önemli sebeplerden biri olduğunu düşünebiliriz. İkinci bir sebep, milliyetçiliğin gündelik hayatın ve kimliklerin şekillenmesindeki rolünde aranabilir; zira milliyetçiliğin birçok ifadesi, militarizmi normalleştirme işlevi görür. Örneğin Türkiye’de zorunlu askerlik, vatandaşlık sözleşmesinin bir maddesi olarak değil, “ordu-millet” teziyle, milletin özü olarak tanımlanmıştır. Bu kültürelleştirilmiş askerlik kurgusu, yakın zamana kadar zorunlu askerliği tabulaştırmış, tarih ve siyaset dışı bir alana hapsetmiştir.
 
Militarizmin anlaşılması ve eleştirilmesi yönündeki bir başka engel, muhalif siyasi kültürlerin militarizminde aranabilir. Antimilitarizm, yüz yıllık tarihi boyunca sağ siyasi hareketler kadar sol siyasi hareketler tarafından da yadırganmış ve yok sayılmıştır. Hatta sol hareketler içinde askerî örgütlenmeler çok yaygın olmuştur. Ömer Laçiner’in (2004) “sosyalizmin askerî-siyasî mantıkla inşâ edilmesi” olarak tanımladığı bu durum, militarizmin içselleştirilmesine ve siyasetin askerîleştirilmesine katkıda bulunmuştur.
 
Son olarak, militarizmin adının uzun yıllar konamamasında her kesim tarafından içselleştirilmiş cinsiyetçiliğin ve karşıcinselciliğin de rol oynadığını söylemek mümkün. Militarist değerler ve pratikler (örneğin askerlik) hegemonik erkeklikle özdeşleştirildiği ölçüde onları sorgulamak, hakim erkeklik anlayışını ve cinsiyetlendirilmiş/karşıcinselleştirilmiş vatandaşlık anlayışını sorgulamayı gerektiriyor.
 
Türkiye’de bu sorgulamayı en kapsamlı olarak erkek ve kadın vicdani retçiler yaptılar. 1990 sonrası gelişen vicdani ret hareketi, önce erkeklerin “Her Türk asker doğar.” anlayışını sorgulamasıyla başladı; ardından 2000’li yıllarda kadınlar kendilerine biçilen rolleri reddettiklerini açıklayarak vicdani reddin kapsamını genişletti.[1]
 
Kadın vicdani retçilerin de bize gösterdiği gibi, ulus-devletlerle birlikte gelişen zorunlu askerlik (yalnızca Türkiye’de değil, hayata geçtiği her yerde) eşcinsel, sakat veya vicdani retçi olmayan erkekleri barış zamanında “asker” yapıp savaşa hazırlarken, kadınları da anne-eş-kızkardeş-kızarkadaş-yedek işçi olarak erkeklere-orduya-devlete “destek” olmaya davet eden bir uygulama oldu. Bu davet bir anlamda “zorunlu” bir davetti; zira bu rolleri kabul etmeyenler, askere gitmeyen erkeklerle benzer kaderleri paylaştılar ve “vatan haini” sayıldılar. “Oğlum vatana feda olsun.” demeyen, oğullarının neden öldüğünü sorgulayan asker annelerinin aldığı tepkilere geçtiğimiz yıllarda hepimiz tanık olduk. Öte yandan, eşcinsel erkeklerin ordu tarafından “çürük,” dolayısıyla da eksik erkek ve eksik vatandaş olarak algılanmalarına da tanığız (bkz. Alp Biricik’in yazısı).
 
KAOS GL’nin 2011’e girerken hazırladığı bu “militarizm” dosyası, bir yandan hayatımızın askerileştirildiği süreçlerin ve söylemlerin çeşitliliğine ve yaygınlığına dikkat çekerken, bir yandan da cinsiyetçilik ve karşıcinselcilikle (heteroseksizm) ilişkilenmeyen bir militarizm analizinin ve antimilitarist siyasetin ne kadar sığ ve yüzeysel kalacağının da altını çizmiş oluyor. Bu uyarı ve hatırlatma hepimize!


[1] Bkz. www.savaskarsitlari.org ve Çınar, Özgür Heval ve Coşkun Üsterci, der. 2008. Çarklardaki Kum: Vicdani Red – Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler. İstanbul: İletişim.
 
Ayşe Gül Altınay

Etiketler: insan hakları, askerlik
nefret