03/01/2011 | Yazar: Yıldırım Türker

Mütedeyyin kesim ve AKP icraatları ergenlikten kurtuldu. İrtica korkusu miadını doldurdu. MGK’nın da artık yalnız Kürtlere ve öğrencilere gücü yetiyor.

Mütedeyyin kesim ve AKP icraatları ergenlikten kurtuldu. İrtica korkusu miadını doldurdu.
MGK’nın da artık yalnız Kürtlere ve öğrencilere gücü yetiyor.

Arkamızda bıraktığımız yılın özetini bu birkaç cümleyle toparlamak mümkün.
Toplumun eğitilmesi, dayakla hakaretle büyütülmesi gereken kesimleri üstüne devlet katlarınca mutabakata varıldı: Kürtler ve öğrenciler.

Yıllardır Kürt siyasetini ‘şımarık, haddini bilmezlerin alanı’ ilan eden, Kürtçenin devlet elinden çıkma konserveler dışında yaşatılmasına tahammülü olmayanlar bir kez daha MGK’nın öncülüğünde savaş çığlıkları atmaya başladı.

2011 yılına Başbakan’ın postal izleri taşıyan sözleriyle girdik. “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet” diye haykırıyordu. Gerçi Kürtleri de Yaradan’dan ötürü sevmeye devam ediyordu ama onlarla oturup memleketin geleceği üstüne fikir teatisinde bulunacağı yoktu.
Zaten Kürtler de iki dil ve özerklik talepleriyle haddini aşmış, ebedi ergenler olarak toplumun en milli besili kesimlerinden zapartayı yemişti.

Şimdi sınıf mümessillerini kendileri seçmek istiyor afacanlar.

Devletin ordusundan, polisinden yedikleri dayak canlarına yetti besbelli. Kendi dillerini fısıltıya emanet etmelerini dayatan devletin açılım diye diye copunu parlatıp silahını temizlediğinin farkında olmaları, Kürtleri bir kez daha uzlaşmaya gönlü olmayan dayak arsızları olarak çıkardı karşımıza.

Devletin mükemmel bir basiretsizlik, gözüdönmüş bir cengâverlikle onlarca yıl önce başlarına sarmış olduğu koruculuk kurumu, AKP hükümetinin açılım temizliği gündemine neden girmedi sanıyorsunuz?

AKP, çocukları idare etmek için muhbirlik kurumuna olan inancını defalarca göstermedi mi?
Dün Taraf’a haber olmuştu. Mardin’de 16 yıl önce Davut Karçi’yi öldürdükleri kriminal raporla kesinleşen üç korucu hakkındaki dava zamanaşımına uğradı. Davayı düşüren mahkemenin kararı şöyle: “Sanıkların maktulü öldürmeye sebatla ve koşulsuz olarak karar verdikleri, bunun için soğukkanlı ve sükûnetle düşündükleri, bu kararla eylem arasında makul bir süre bekledikleri, ulaştıkları ruhi sükûnete rağmen bu kararlarından vazgeçmeyerek, ısrarla fiili icra ettiklerini ortaya koyan hiçbir delil ikame edilebilmiş değildir. Bu nedenle sanıkların maktulü tasarlayarak/taammüden öldürdüklerini kabul etmek masumiyet ilkesi ile bağdaşmayacağından, şüpheli durum sanıklar lehine yorumlanarak....” Yüce adaletin devlet silahı taşıyanlara yönelik şefkatli inceliği kanınızı dondurmadı mı?

Korucuların özenle korunduğunu, devlet tarafından ‘oraların’ vazgeçilmez güvencesi, kalenin surlarındaki çatlak olarak görüldüğünü biliyoruz. Onlar muhbir vatandaş. Hocanın seçtiği mümessil.

Öğrencilerin yedikleri dayağın da nasıl bir fikri takibin sonucu olduğunu hatırlatmalı mı? Daha ilköğrenim sıralarında tehdit-hakaret-dayakla terbiye edilen çocukların sırayı bozdukları takdirde başlarına gelebileceklerinin de farkındayız.

Hatırlarsanız geçtiğimiz ay Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, okul ve çevresinde güvenliğin sağlanması ve şiddetin önüne geçilmesi amacıyla, her okulda bir müdür yardımcısının ‘irtibat görevlisi’ olarak belirlendiğini açıkladı. Muhbir öğretmen uygulamasının tepki görmesi üzerine Çubukçu’nun kapıldığı infiale tanık oldum. Gerçekten öfkeliydi, gerçekten suçlamaların anlamını kavrayamamıştı.

Kendisinin bundan beş yıl önce çocuk yurtlarındaki cehennem görüntüleriyle birlikte olaya nasıl el koyduğunu da unutmadık.
“Ziyaret ettiğim kurumların hepsinde şu anda en az dörder muhbirim var” diyordu yüzünde güller açarak. Yuvalardaki çocuklardan söz ediyordu.

O zaman da Çubukçu’nun söylediğinin ne anlama gelebileceğini asla tartamadığı anlaşılıyordu. Nitekim beklemediği bir saldırıyla karşılaştığında samimi bir şaşkınlıkla “Muhbirlik o kadar da kötü bir şey değil” deyivermişti. Sözlüğü açıp bakmış, “Hiç de kötü bir anlamda kullanılmıyor” diyordu. Şaşkınlığının ardında sözünden incinenlerin, kendini uyaranların, tepki verenlerin bir kelimeyi ısrarla sözlük anlamının dışına taşıma çabasını tuhaf bulması da var. Savı da kuvvetliydi hani; Avrupa’nın gelişmişliğini, birbirlerinin yanlış davranışlarını ihbar etmelerine bağlıyordu.

Bakana, çocuk psikolojisinden, etikten söz etmenin bir anlam taşımayacağı belli. Çocuğa sunduğunuz hayatı güvensiz, hiç kimseyle yakın ilişki kuramayacağı bir bekçi nöbet kulübesi olarak tanımlamanın onun ruhunda nasıl tehlikeli çekmeceler oluşturacağından söz etsek bizi fazla nanemolla mı bulur acaba? Çocuğun çevresiyle girdiği ilişkiler bütününü ceza, tehdit, şantaj terimleriyle inşa etmesinin ne korkunç olduğunu söylesek? O çocuğun en büyük ihtiyacının sevgi görmek ve yakın çevresine sevgi ve dayanışma sunabilmeyi öğrenmek olduğunu hatırlatsak? Değer mi?

Şimdi de polis öğretmenlerinden bir şeyler öğrenebileceğini sanıyor çocukların.
Muhbir vatandaşlığın tarihi epeyi gerilere gider elbet. Ama kanımca şahikasına vardığı nokta, koruculuk sistemi ve ısrarla Kürtlere dayatılan ‘pişmanlık yasası’dır.
Bu yılı da Kürtlerin ve öğrencilerin, gençlerin hırpalanmasıyla geçireceğimiz anlaşılıyor.
Geçen yılın İnsan Hakları karnesi de İHD İstanbul Şubesi tarafından açıklandı. Gerçekten berbat.

“Barış 2010 yılında da gelmedi. Bu yıl savaşta hiçbir payı olmayan 14 çocuk can verdi. Ateş, patlayan mühimmat, gözaltında işkence, köylerin bombalanması, panzer altında kalma sonucu kaybettiğimiz çocuk sayısı 376’ya ulaştı.”
Başbakan’a hitap etmeden bitiremeyeceğim.
Sen bu gidişle İnsan Hakları Ödülü’nü ancak Kaddafi’den alırsın.

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam