05/04/2011 | Yazar: Yeşim T. Başaran

Çok değişikti. Sanki biz, biz değildik. Onlar bu dünyadan insanlar değildiler. Aynı gökyüzünün altında yaşamıyorduk. Bize miydi bunca nefret?

Çok değişikti. Sanki biz, biz değildik. Onlar bu dünyadan insanlar değildiler. Aynı gökyüzünün altında yaşamıyorduk. Bize miydi bunca nefret? Okullarda aynı hayat bilgisi derslerini okumamış mıydık? Onların da kalemleri yok muydu, öğretmenin tahtaya yazdıklarını deftere geçiren, silgileri yok muydu, yanlış yazdıklarında silen? İyi ve ahlaklı insanlar olma idealleriyle büyütülen çocuklar değil miydik hepimiz? Gerçekten bizden bu kadar nefret ediyorlar mıydı? Edebilirler miydi? Bir insan bir diğerinden bu kadar nefret edebilir mi? Her şey çok değişikti.
 
Bursa’ya doğru yola çıkmadan önce Bursaspor taraftarlarının eylemimizi dağıtma tehdidi savurduklarını biliyorduk. Bu kadar nefret dolu olduklarına inanamadığımızdan mı, yapacağımız eylemin ve kimliğimizin meşruiyetine olan inancımızdan mı, geri adım atarsak sonsuza kadar susmak zorunda kalacağımızı hissetmemizden mi, hepsi birden mi, bilmiyorum. Hiçbirimiz “hayır gitmeyelim, bu eylemi yapmayalım” demedik. Sırf bu tehdit var diye, aslında planlamamışken, Bursa’ya gelmeye karar verenler oldu.
Önce Bursasporlu taraftarların internet sitesinde gördük. “Cesaret edecek başkaları da varsa, orada olalım, şehrimize adım atmalarına izin vermeyelim. Ama biliyorum her şeyde olduğu gibi, kimse gelmez, birkaç kişi yalnız kalırız bu davada.” Çok zaman geçmedi, bir ya da iki gün sonra, bir sivil örgüt yerel bir gazetede yürüyüşümüzü engellemek için çağrı yaptı.
 
Deniz otobüsünden sonra bindiğimiz otobüste yolcuların fısıldaşmalarını duyuyorduk: “Bursasporlular bunlara gününü gösterecek, dayak yiyecek bunlar”. Ciddi miydiler? Hakikaten bu cümle çıkıveriyor muydu ağızlarından. “Akşam haberlerinde izleriz” düşüncesiyle günlük rotalarına devam edecekler miydi gerçekten? Bir insan bunu yapabilir miydi? Safça sormuyorum bu soruları. Biliyorum. “Haddini aşarsan, başına gelenleri de hak edersin.” Eşcinsel, biseksüel, transeksüel olmaktan utanç duyman, bundan kurtulmak istemen gerekirken, sen kalkmış arsızca eylem yapmaya gidiyorsun. Başına gelenleri de hak edersin elbette. Böyle düşünüyorlar, bunu biliyorum. Ama yine de inanamıyordum. Bizden bahsediyorlar yahu. Bizden. Varlığımızı gizlemememiz bu kadar utanç verici mi?
 
Yine de hâlâ gerçek gibi değildi. Tamam, böyle konuşabilir insanlar, milletin ağzı torba değil ki büzesin. Zaten internette, yerel gazetelerde bize küfredenler de böyle değil miydi? Söylüyorlardı, nefretlerini dışa vurup rahatlamaya çalışıyorlardı. Ama saldırmak? Ne yapacaklardı, nasıl olacaktı yani? Kafa göz yarmaya aramıza mı dalacaklardı? Tahayyül edemiyorduk.
 
Gökkuşağı Derneği’nde toplandık. Eylem için yola çıkacaktık ki, polis binadan çıkmamıza izin vermedi. Eylem yapacağımız yerde Bursaspor taraftarları toplanmış, güvenliğimiz için eylem iznimizi iptal etmişler. “Eylem iznimizi iptal edemezsiniz, biz gideceğiz”, vs. konuşmalarını yaparken, Bursaspor taraftarları, çoğunda yeşil beyaz kıyafetler, aksesuarlar, bulunduğumuz binanın çevresini sarmaya başladılar. İki grubun arasında, bir de polis kordonu. Polis onlarla değil bizimle pazarlık yapıyordu. Polisin yüzü onlara değil bize dönüktü. Daha keskin bir ifadeyle, polisin arkası bize değil onlara dönüktü. Polis bu davranışının farkında mıydı? Belli ki polislere göre tehlikeli olanlar dışarıda küfürler eşliğinde tehditler savuranlar değil, bizdik. Onlara kolayca dönmüşlerdi arkalarını, bizi idare etmeye, engellemeye çalışıyorlardı. Gözlerine bakınca akıllarından geçen okunuyordu hemen, “ah ulan, şöyle bir günde şu üniforma değil de, yeşil beyaz forma olacaktı üzerimde!”
 
O ana bu gerçeklerle gelmiştik. Devamı da böyle gitti. Binanın camları taşlandı, küfürler, tehditler gırla gitti, günün sonuna doğru, polis kordonunda bineceğimiz otobüse yürürken bize sataştılar, nihayetinde otobüsümüz taşlandı, biz şaşkın otobüsün koridorunda yerlerde otogara ulaşmayı bekledik.
 
Yolculuğumuz devam edip feribota vardığımızda hâlâ olanlara inanamıyorduk. Hâlâ şaşkındık. Denizin üzerinde seyrederken rüzgâr saçlarımızın arasından dolanıyor, koca gökyüzü bizi sarıp sarmalıyordu. Bu muydu gerçek olan, yoksa gün boyunca yaşadıklarımız mı? Yaşamlarımız böyle normal normal devam mı edecekti yani? Hani yani, zaten etse iyi olurdu. Ama hangisi gerçekti. Bulunmamıza izin verilmeyen mekânlar vardı, bir de, işte öylece var olduğumuz, bazen sıradan bazen şiirsel yaşamlarımız. Derin derin nefes aldık. Bir yandan da Bursa’da yaşamlarını sürdürecek arkadaşlarımızı merak ediyorduk. Sonradan öğrendik ki, öyle bir kalabalık toplanmamış bir daha. Derneğin yerini bilseler de. Zaten eylem girişimimizden önce de durum bu değil miydi? Ama yine de korkmuştuk. Sanki uyuyan devi uyandırdık ve artık ayakuçlarımıza basarak yürümek zorundaydık.
 
Tüm bu olaylar gerçekleşirken aramızda kahramanlar vardı. Soğukkanlılıklarını korudular. Biz, diğerlerini sakinleştirdiler. Çevreden desteğe gelen başka STK veya siyasi partilerden insanlarla bağlantılar kurdular. Hemencecik bir merkez kurup geldiğimiz şehirlerdeki örgütlerimizi ve medyayı bilgilendirdiler. Hatta ayaküstü çeviri yapıp, olanları yurtdışındaki bağlantılarımızla paylaştılar. Sürekli durum değerlendirmesi yapıp, alabileceğimiz aksiyonları analiz ettiler.
 
Belki de bunların içinde en önemlisi, bu olaydan kimsenin burnu bile kanamadan günü tamamlamış olmamıza en çok katkıları olan tavırları ise, aramızda karşı atağa geçmiş, bize saldıranlarla benzer motivasyona sahip arkadaşlarımızın eğiliminin gruba hakim olmasını engellediler. Ben galiba o gün, en çok, bizim aramızdan saldırganlara kafa tutanlara, küfredenlere, elleriyle küfür işaretleri yapanlara bozuldum. Onlar haksız ve saldırganlar haklı mıydı? Tabii ki, hayır. Ama şiddetin kan dökmeye her an dönüşebileceği o ortamda, amacımız kendi gururumuzu “sen kim oluyorsun da, bana... bizim elimiz armut mu topluyor?” diyerek korumak değildi. Bir yandan kimseye zarar gelmemesini sağlarken, bir yandan da yaşadığımız korku dolu anları, şiddeti, nefreti açık etmekti. Amacımız her zaman neredeyse her yerde var olan, örtük toplumsal anlaşmalarla bizi suskunluğa mahkum eden, ama ola ki sesimizi çıkardığımızda hemencecik görünür hale gelen şiddeti açık etmek, tartışmaya açmaktı.
 
Biz o gün ucuz atlatmıştık. Evimize davet etsek, masaya bir tabak daha koyup birlikte yemek yiyip sohbet etsek, bizimle hiçbir alıp veremediği olamayacak bir dolu kişi, nefretle etrafımızı sarmış, birbirlerine ne kadar erkek olduklarını gösterme çabası içinde, çocukluklarından beri yaşadıkları, kim bilir hangi acıların hırsını bizden çıkarmışlardı. Evet, biz o gün korktuk, şaşırdık, evlerimize döndükten sonra bir süre daha kendimize gelemedik. Ama yine de ucuz atlattık. Türkiye’de ve dünyada, insanlar ve hayvanlar, benzer motivasyonlara sahip gruplar tarafından yaralanıyorlar, öldürülüyorlar. Bunu bilmiyor muyuz? Şiddetin ne kadar uluorta ve kabul görerek kendine yol çizdiğini bilmiyor muyuz? Bir kurşunun, bir copun, bir tekmenin, bir tokadın rotasında kalmış nice canlar geri dönüşümü olmayan sonuçlara mahkum oldular. Bunu biliyoruz elbette, somut bilgi. Ama yaşaması farklı oluyormuş. Yaşayan bilmezmiş. Aslında bilmiyormuşuz.


Etiketler: yaşam
nefret