04/10/2009 | Yazar: Remzi Altunpolat

‘KAMUSAL AYDINDAN YENİ PROFESYONELE’: NEO-LİBERAL YENİ ZAMANLARDA ÖĞRETMEN

‘KAMUSAL AYDINDAN YENİ PROFESYONELE’: NEO-LİBERAL YENİ ZAMANLARDA ÖĞRETMEN

A. Aydın ve Entelektüel Kavramları Üzerine
 
Uzun süre kamusal bir aydın olma misyonunu üstlenmiş, ancak neo-liberal küreselleşme sürecinde yeni profesyonel kavramında ifadesini bulan teknisyene dönüşmüş öğretmen olgusunu incelemeye geçmeden önce entelektüel/aydın kavramı üzerinde durmak, söz konusu kavramın ortaya çıkışı, anlamındaki çeşitlenme ve değişim, Batı’da ve Türkiye özgülünde kazandığı içerik üzerinde durmak gerekmektedir.
 
Entelektüelin/aydının kim ya da ne olduğuna, entelektüellerin/aydınların toplumsal yapının bütünlüğündeki konumları ve işlevleri üzerine yapılan tartışmalar -bizzat entelektüellerin/aydınların başlattığı, dahil olduğu ve yürüttüğü, oldukça zengin ve kapsamlı bir literatür oluşturmaktadır. Buradan hareketle entelektüel denildiğinde ne murâd edildiği az çok bilinmesine rağmen kesin bir tanıma ulaşmak güçtür. Entelektüel/aydın kavramı bir ölçüde belirsiz ve kapalıdır (Demiralp, 2002; Özcan, 2006).
 
Türkçede ‘entelektüel’ ve ‘aydın’ kelimeleri çoğu zaman aynı anlamda ve birbirinin yerine kullanılmaktadır. Fransızca intellectual kelimesinden Türkçeye girmiş entelektüel karşılığı olarak uzun süre Arapçadan gelen ‘münevver’ kelimesi kullanılmış, ‘dilde özleşmecilik’ten sonra ise aydın kelimesi münevver kelimesinin yerine ikame olmuştur. Ancak aydın ve entelektüel arasında, kavramsal ve tarihsel farklılık bağlamında belli bir ayrıma gitmenin mümkün hatta zorunlu olduğu ileri sürülmektedir (Arslan, 2002; Cangızbay, 2001; Demiralp, 2002; Gülalp, 2002).
 
Münevver, etimolojik olarak ‘nur’dan gelmektedir ve ‘aydınlanmış, aydınlatılmış’ demektir. Kaynağı XVIII. Yüzyıl ‘Aydınlanma Çağı’na uzanmaktadır. ‘Aydınlanma’nın temel tezi, insanın tarih boyunca tutsağı olduğu yanlış, saçma, akıl dışı gelenek ve inanışların etkisinden kurtularak kendi aklına, kendi deneyimlerine, kendi doğal imkânlarına dönmesi ve sahip olduğu bilgi birikimi ışığında davranışlarını, değerlerini, tüm yaşamını aydınlatarak toplumsal kurumları inşa etmesinin mümkün olduğudur. Bu bağlamda aydın kelimesi tarihsel bir içeriğe sahip gözükmektedir. Entelektüel kelimesinin ise daha fazla kavramsal olduğu ve daha az tarihsel bir arka plana sahip olduğu söylenmektedir. Batı dillerinde ‘entelekt’ (intellect) ‘akıl, zihin, zekâ, düşünme’ anlamlarına gelmektedir. Daha geniş anlamda, genel fikirleri türetebilme ve kullanabilme gücü, kavramlarla düşünebilme yeteneğidir. O halde entelektüel, entelektini kullanan, zihinsel perspektifinden sorunları değerlendirme çabasında olan kimsedir (Arslan, 2002; Batuhan, 2002; Gülalp, 2002).
 
Yukarıda ileri sürülen ayrım çerçevesinde ‘aydın’ olma hali kişiye içkin bir özelliği değil, ona dışarıdan getirilen bir durumu ifade etmektedir. Kendisine ışık tutularak aydınlanmış, aydınlatılmış bir birey olarak, dışarıdan gelen bu ışığı yine dışarıya, başkalarına yansıtmakla, ayna görevi görmekle yükümlüdür. Aynanın pasifliği gibi, yani aynanın ancak kendisine bir ışık geldiğinde onu yansıtabilmesinde olduğu gibi, aydına yüklenen tüm toplumu aydınlatma görevi, aktif bir görev olarak bile algılanmayan, tanım gereği gerçekleşen, hatta kaçınılmaz işlev olarak kabul edilen bir edimdir. Entelektüel ise, aydınlatılmış olmadığı ve bunu kabul etmediği gibi, aydınlatıcılık tekeli peşinde de değildir (Cangızbay, 2001; Gülalp, 2002).
 
Entelektüel Fransızcada çok uzun bir süre Latince intellectualisden gelen bir sıfat olarak kullanılmış, ad olarak kullanımı ise XIX. yüzyıl başlarında gerçekleşmiştir. İlk kez, sosyolojinin öncülerinden sosyalist düşünür Saint- Simon tarafından 1821’de, ardından ünlü yazar Stendhal tarafından 1835’te ve tarihçi Ernest Renan tarafından 1845 yılında ad olarak kullanılmıştır. Bugünkü anlamıyla entelektüel, 1898 yılında Fransa’da ‘Dreyfus Davası’ ile ilgili tartışmalar sırasında ortaya çıkmıştır. Fransız ordusunda yüzbaşı olarak görev yapan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus, Almanlara bilgi sızdırdığı gerekçesiyle vatana ihanetten yargılanmış, suçlu bulunarak ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. Dreyfus, aslında suçsuz olmasına rağmen ırkçılığın ve anti-semitizmin kurbanı olmuştur. Bu olayda Fransız kamuoyu, Dreyfus yanlıları ve Dreyfus karşıtları olarak ikiye bölünmüştür. Dreyfus yanlıları; Cumhuriyetçiler, Radikaller, Sosyalistler ve savaş karşıtlarından oluşurken, Kralcılar, Milliyetçiler, Muhafazakârlar ve anti-semitistler ise Dreyfus karşıtı cephede yer almıştır. Sonunda 1898 yılı başlarında ünlü Fransız yazarı Emile Zola, ‘L’Aurore’ gazetesinde, ‘J’accuse’ (Suçluyorum) başlığıyla, devlet başkanına hitaben Dreyfus’ü savunan ve davanın yeniden ele alınmasını isteyen bir mektup kaleme almış; ertesi gün aynı gazetede, Zola’yı destekleyenler ‘Entelektüellerin Protestosu’ adlı bir bildiri yayınlamışlardır. Bu olay üzerine Zola hapse mahkûm edilmiş, fakat hapse girmemek için İngiltere’ye kaçmıştır. Ertesi yıl Zola, Fransa’ya geri dönmüş, Dreyfus tekrar yargılanmak üzere mahkemeye çıkmış ve sonunda devlet başkanı tarafından affedilerek itibarı iade edilmiştir. Dreyfus Olayı, entelektüel kavramına en yaygın ve en uzun ömürlü anlamını kazandırmıştır. Olayın başlangıcında devlete meydan okumaya cesaret eden, kültürel ve politik öncü anlamında kullanılan entelektüel, giderek yerleşik hiyerarşilere karşı evrensel değerler adına hareket eden kimseleri adlandırmak için kullanılmaya başlanmıştır (Demiralp, 2002; Özcan, 2006).
 
Çoğunlukla entelektüeller topluluğu anlamında kullanılan ‘entelijansiya’ (intelligentsia) ise, XIX. yüzyılda Rusya’da ortaya çıkmış bir kavramdır. Aslında entelektüeller ile entelijansiyanın rolleri birbirinden farklıdır. Entelijansiya, toplumsal ve siyasal meselelere yakından ilgi duyan, despotik çarlık rejimini eleştiren, eğitim düzeyi yüksek, bilgiyi halka yaymayı kutsal bir misyon addeden kimselerin oluşturduğu bir zümreyi ifade etmektedir. Buradan hareketle entelektüeller, genellikle evrensel değerler, adalet ve hakikat adına hareket eden bireyler iken; entelijansiya mensupları, toplumun amaçları ve hedefleri ile ilgili söylemi tekeline almış, peygamberane bir misyona sahip olan kimselerdir (Batuhan, 2002; Özcan, 2006).
 
Türkiye’nin siyasal kültürüne ve düşünsel hayatına bakıldığında ise, entelektüelden ziyade aydın olgusu ile karşılaşılmaktadır. Türkiye’de aydının toplumsal konumu ve siyasal işlevi büyük ölçüde, Tanzimat’tan beri süregelen aydınlanmacı-modernist projenin radikal uzantısı olan Kemalizm ile bağlantılıdır. Söz konusu projenin aydın varsayımı, aydınının ilerleme (terakki) ve bilim yanlısı, dolayısıyla geri kamışlığın kaynağı olarak görülen geleneksel-dinsel düşünce tarzlarına yani ‘gericiliğe’ karşı olduğu yolundadır. Bu çerçevede aydınlara, ülkeyi ‘muasır medeniyet düzeyine taşımak’ doğrultusunda bir görev yüklenmiştir. Osmanlı patrimonyalizminden başlayıp Cumhuriyet döneminde de devam eden modelde, aydın olarak adlandırılan kesim devlet tarafından yaratılmış, esasen devlete ve resmi ideolojiye yakın ya da bizatihi ona hizmet eden kimselerden oluşmuştur (Demiralp, 2002; Gülalp, 2002). Bu bağlamda Türk aydınının Rus entelijansiyasına yakın olduğu söylenebilir. Diğer taraftan bir misyon sahibi olan aydın kavramı salt Kemalizme özgü bir olgu değildir. Modernitenin ve ondan neş’et eden bütün modernist projelerin aydına yüklediği işlev onun belli bir misyona sahip olması ve bunu sürdürmesidir (Gülalp, 2002).
 
Bütün bu kavramsal tartışmanın ötesine geçilerek entelektüel/aydın kavramı üzerine üretilecek söz siyaseti açısından ise, Marksist düşünür Antonio Gramsci, bizlere özgün, açıklayıcı ve zengin bir çerçeve sunmaktadır. Entelektüeller/aydınlar konusunu ele alırken Gramsci’nin ilk işi, o güne kadar sol çevrelerde bile sınıf ilişkilerinin dışında, bağımsız, yani saf düşünce, bilgi ve bilim yayıcı kişiler olarak kabul edilen aydınlar mitosunu yıkmak olmuştur. Gramsci, aydınların egemen sınıfa ( iktidardaki ya da yükselmekteki sınıf) göre asla bağımsız olmadıklarını söylemektedir. Aydınları burjuva toplumunun üst-yapısına bağlayan ve ‘tarihsel blok’un hegemonyasını garanti eden öğeler olarak gören Gramsci’nin temel savı, onların kendi başına, ayrı bir sınıf meydana getirmedikleri, fakat hegemonyanın memurları olarak egemen zümreye organik bağlarla bağlı olduklarıdır. Bu noktadan hareketle Gramsci, ‘geleneksel aydınlar’ ve ‘organik aydınlar’ ayrımı yapmaktadır. Eski tip geleneksel aydınlar- yanlış olarak- kendilerini toplumdan ayrı bir sınıf, özerk bir kategori olarak gören kesimi işaret etmektedir. Organik aydınlar ise, her sınıfın kendi safları arasından ‘organik’ olarak ürettiği düşünce gruplarıdır. Bu doğrultuda organik aydınlar sadece toplumsal yaşamı bilimsel kurallara uygun olarak tanımlamakla kalmazlar, kitlelerin kendilerinin ifade edemediği duygular ve deneyimleri kültür dili yoluyla seslendirirler. Yeni tip organik aydınlar sadece bir konuşmacı olmanın ötesinde eğitim, basın-yayın gibi ideolojik aygıtlarla toplum inşasına ve hegemonya üretimine yardımcı olan yöneticiler ve düzenleyicilerdir.
 
Organik aydınlar sadece egemen sınıf içerisinde ve onunla ilişkili olarak vücut bulmazlar. Yükselmekte olan devrimci sınıfla, yani proletarya ile organik ilişkiler kurarak onlarla kaynaşmış ve artık geleneksel olmayan bir görüntü kazanmış olan aydınlar ‘proletaryanın organik aydınları’dır. Organik aydının misyonu, halkın geleneksel kültüre olan bağımlılığını yıkarak, onu kendi öz kültürüyle barıştırarak, bütün kitleyi aydın statüsüne ulaştıracak olan ‘entelektüel ve moral reform’u başlatıp yürütmek yani ‘kültürel devrim’in yolunu açmaktır (Bağla, 1977; Yetiş, 2001).
 
Entelektüel figürünün ilk defa Ortaçağ’da görünmüş olduğunu ileri süren ‘Annales Okulu’ temsilcisi Fransız tarihçi Jacques Le Goff da, - Ortaçağ’da entelektüelleri açıklamak amacıyla, dolayısıyla belirli bir döneme özgü olsa da- Gramsci üzerinden bir okuma yaparak entelektüelleri; ‘organik entelektüeller’ ve ‘eleştirel entelektüeller’ olarak ayırmaktadır. Le Goff’a göre organik entelektüeller, yüksek devlet görevlilerinden ve devletin ideolojik yapısını ayakta tutan kişilerden oluşmaktadır. Eleştirel entelektüeller ise, değerler ve devletin siyasal meşruiyeti üzerine teorik düşünce ileri süren kişilerdir (Özcan, 2006).
 
B. Küreselleşme Sürecinde Kamusal Bir Aydın Olarak Öğretmenin Sonu
 
1970’lerin ortasından itibaren uygulanmaya başlanan, 1980’lerde ise hegemonik hale gelen neo-liberal politikaların yön verdiği küresel kapitalizm, toplumsal alanın bütününü yeniden yapılandırırken, bu alan içerisinde temel bir öneme sahip olan eğitimin dönüşümüne de neden olmuştur. Söz konusu süreç, kamusal alanın/olanın tasfiyesi anlamına gelmektedir. Bunun eğitim sistemindeki yansıması ise, ‘eğitimde ticarileşme’ ve ‘eğitimin özelleştirilmesi’ olarak karşımıza çıkmaktadır. [1]

Eğitim sisteminde yaşanan dönüşüm, bu sistemin temel aktörlerinden biri olan öğretmen kimliğinde bir paradigma değişikliğini beraberinde getirmiştir.[2] Kamusal alanda iktidar ve seçkinler değil toplum adına konuşan kimse anlamında ‘kamusal aydın’ (Mutman, 2006) olan öğretmen, yerini düşünmekten yani entelektini kullanmaktan çok yapmaya yönlendirilmiş yeni tip bir öğretmene bırakmıştır (Ünal, 2005).
 
Neo-liberal eğitim politikalarının bir parçasını oluşturan öğretmen kimliğinin yeniden tanımlanması çalışmaları ‘öğretmen yetiştirme/eğitim reformu’ adıyla gündeme getirilmiş; verimsiz ve rekabet etmeyen öğretmenlerin okul başarısızlığına neden olduğu tezi reformun gerekçesi olarak sunulmuştur. Bu çerçevede performans yönetimi teknikleri, verimliliği değerlendirme/yönlendirme, performansa dayalı ücretlendirme yoluyla ödüllendirme vb. öğretmenlik mesleğinin dönüştürülerek öğretmen kimliğinin yeniden inşasında gerekli araçlar olarak devreye sokulmuştur. Öğretmen yeterlikleri, öğrencilere uygulanan testlerle ölçülmeye başlanmış, merkezi sınavlarda gösterilen öğrenci başarıları ‘ölçme fetişizmine’ dayalı bu sistemin temel unsuru haline gelmiştir (Ünal, 2005).
 
Öğretmenlerden öğrencileri öncelikle merkezi sınavlara hazırlamaları istenmekte, öğrencilerin sınavlardaki başarıları, hem okul hem de öğretmen için prestij sağlamaktadır. Bu husus, özel okullar için daha fazla sayıda ‘müşteri’ anlamına gelirken, Kamu/devlet okullarında, ailelerin çocuklarının ders alması için yarıştığı öğretmenler yaratmaktadır. Merkezi sınavlarda başarılı öğrenciler yetiştiren öğretmen algısının öne çıkarılması, öğretmenlerin eğitime dair kavrayışlarını, eğitime yükledikleri anlamı büyük ölçüde değiştirmektedir. Öğretmen, merkezi sınavlarda başarılı olacak öğrenciler yetiştirirken, standart testlerde ‘çıkabilecek’ ve ‘çıkmayacak’ sorular çerçevesinde konu seçimine gitmektedir. Öğretmen artık bilgiyi, bir meseleye yönelik ilgi temelinde değil, testlerde ‘işe yararlık’ çerçevesinde bir elemeden geçirip, işe yarayacak bilginin(!) öğretilmesi işlevini görmeye başlamıştır. Bu süreç, okulda kendi konumunu güçlendirerek aranan öğretmen olmaya, böylece daha çok kazanç elde etmeye yönelmiş bir öğretmen profili ortaya çıkarmıştır (Ünal, 2005).
 
Öğretmenlerin görevde yükseltilmelerinde kullanılmaya başlanan sınavlar da kamusal bir aydın figürü olan öğretmenden ‘teknisyen’ öğretmene geçişin araçlarından bir diğeri olarak karşımıza çıkmaktadır.
 
Öğretmen kimliğinin neo-liberal eğitim perspektifi dolayımında oluşturulmasında okuldaki işleyişe de müdahale edilmektedir. Okuldaki işleyiş; öğretmenin meslek anlayışının, benlik algısının, öğrenciyi, eğitimi ve toplumu kavrayışının dönüştürülmesinde temel bir öneme sahiptir. Öğretmenler, küresel kapitalizm kültürünün yeniden üretildiği mekânlar okulda oluşturulan ideolojik hegemonyadan büyük ölçüde etkilenmektedirler. Bu çerçevede örneğin; okula kaynak toplayan öğretmeni, okul yönetimleri, ‘kendini mesleğine adamış’, ‘öğrenciyi merkeze alan’, ‘okulun ihtiyaçlarının farkında olan’ öğretmen olarak ilân edilebilmektedir (Ünal, 2005).
 
Nihayet, öğretmen yetiştirme sistemi yeniden yapılandırılarak süreç tamamlanmıştır. Neo-liberal eğitim zihniyetinin üniversite tasavvuru ile bilim ve pratik arasındaki ilişkiye dair algısı öğretmen yetiştirme sistemine de yansımıştır. Üniversitelerin piyasaya meslek elemanı yetiştiren kurumlar olarak görülmesi, eleştirel bir eğitim bilimleri nosyonundan uzak öğretmenlik programları çerçevesinde öğretmen yetiştirilmesine neden olmuştur. Söz konusu program içerikleri, öğretmenin salt ‘öğreteceği konuları ve bunları nasıl öğreteceğini iyi bilen’ bir meslek elemanı, öğretmenliğin de teknik bir iş olduğu varsayımına dayanmaktadır (Ünal, 2005).
 
Kamusal aydından teknisyene dönüşme sürecinde öğretmenin Türkiye’deki serüvenine bakıldığında ise, kimi özgüllükler taşımakla birlikte yukarıda açıklanmaya çalışılan çerçevenin dışında olmadığı görülmektedir.
 
Kemalizm, eğitimi toplumun ilerleme ve kalkınmasının temel amaçlarından biri olarak görmüş; öğretmene bu amaçları gerçekleştirmek doğrultusunda roller yüklemiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren modern toplumun inşasında ve modern değerlerin topluma kazandırılmasında ciddi bir sorumluluğu olduğu kabul edilen bir öğretmen imgesi ön plana çıkarılmıştır. Bu bağlamda ‘cumhuriyet öğretmeni’, ‘devletin organik aydını’ olarak aydınlanmacı bilginin halka yayılarak toplumun modernleştirilmesi görevini ifa etmiştir. Bununla birlikte, cumhuriyet tarihi boyunca öğretmenin salt devlet ve iktidar adına hareket eden bir aktör olduğunu söylemek güçtür. Muhalif devrimci düşüncelerin öğretmenler arasında yayılması ve buna paralel olarak ‘demokratik eğitim’ mücadelesinin gelişmesiyle, öğretmenler-bütünüyle olmasa da- devlet ve iktidar seçkinleri adına değil toplum/kamu adına konuşan kamusal aydın/entelektüel figürüne benzemeye başlamıştır.
 
12 Eylül 1980 askeri rejimi sonrasında Türkiye toplumu üzeri Atatürkçülük cilası ile örtülmüş ‘Türk-İslam-(piyasa) sentezi’[3] doğrultusunda yeniden şekillendirilirken kamusal aydın olarak öğretmen imgesi zayıflamış; neo-liberalizmin zaferini ilân ettiği ve küreselleşme sürecinin bütün ağırlığıyla kendisini hissettirdiği 1990’larda kamusal aydın/entelektüel öğretmen kimliği, yerini büyük ölçüde din ve cemaat gölgesindeki iktidarların baskısı altında piyasa ilişkilerinin belirlediği yeni profesyonel/teknisyen öğretmene bırakmıştır. 
 
KAYNAKÇA
ARSLAN, Ahmet (2002), ‘Aydınlar, Entelektüeller ve Müminler’, Cogito, Sayı: 31, s. 201-
      214.
BAĞLA, Lusin (1977), ‘Antonio Gramsci ve Aydınların Rolü Sorunu’, Birikim, Sayı: 23, s.
      84-92.
BATUHAN, Hüseyin (2002), ‘Entelektüel Kavramı Üzerine’, Cogito, Sayı: 31, s. 94-96.
CANGIZBAY, Kadir (2001), ‘Münevver’den ‘Entel’e’, İkinci Bilim ve Siyaset, Sayı: 1, s.
     7-10.
DEMİRALP, Oğuz (2002), ‘Entelektüeller ve Aydınlar’, Cogito, Sayı: 31, s. 121-133.
GÜLALP, Haldun (2002), ‘Entelektüeller, Modernite ve Postmodernite’, Cogito, Sayı: 31, s.
     215-226.
MUTMAN, Mahmut (2006), ‘Yeni Kültür ve Aydınlar’, Doğu Batı, Sayı:36, s.11-36.
ÖZCAN, Zeki (2006), ‘Sosyo-Kültürel Fenomen Olarak Entelektüeller’, Doğu Batı, Sayı:
     36, s.35-62.
ÜNAL, L. Işıl (2005), ‘Öğretmen İmgesinde Neo-liberal Dönüşüm’, Eğitim Bilim Toplum,
      Sayı: 11, s. 4-15.
YETİŞ, Mehmet (2001), ‘Aydınlar, Sınıflar ve Hegemonik Politika’, İkinci Bilim ve Siyaset,
      Sayı: 1, s. 11-22.
 

[1] Küreselleşme ve eğitim ilişkisini bütün boyutlarıyla inceleyen bir çalışma için bkz. Ebru Oğuz/Ayfer Yakar (Ed), Küreselleşme ve Eğitim, Dipnot Yayınları, Ankara, 2007.
[2] Küreselleşme sürecinde öğretmenlik mesleğinin dönüşümüne farklı bir noktadan bakan bir çalışma olarak ayrıca bkz. Susan I. Robertson, ‘ ‘Dünyayı Yeniden Kurmak’: Neo-Liberalizm, Eğitim ve Öğretmenlik Mesleğinin Dönüşümü’, Eğitim, Bilim ve Toplum, (Çev: Demet Uzuner), Sayı: 19 (2007), s.66-91.
[3] Bu kavramsallaştırma Nuray Mert’e aittir.  Bkz. Nuray Mert, ‘Piyasa Popülizmi ve Türk-İslam-Piyasa Sentezi’, Birikim, Sayı: 145, s. 60-64.


Etiketler: insan hakları, eğitim
nefret