06/11/2013 | Yazar: Ahmet Y. Yılmaz

Nusaybin’de sınıra örülmek istenen duvarın "farklı" olduğuna inanmak mümkün mü?

Geçtiğimiz günlerde önümüze düşen haberlerden biri şöyleydi: "Nusaybin Belediye Başkanı Gökkan ölüm orucunda!" ( http://firatajans.com/news/guncel/nusaybin-belediye-baskani-gokkan-olum-orucunda.htm ) Nusaybin bilindiği üzere Mardin’e bağlı ve Suriye sınırı üzerinde. Buradaki "sınır" sözcüğünün bizler için, belki de bu yazıyı okuyan birçok kişi için ifade ettiği anlam, Nusaybin veya Kürdistan’ın herhangi bir yerindeki insanların zihninde bulduğu anlamdan tabi ki çok farklı. Nusaybin, sınırın diğer tarafında Qamişlo (Kamışlı) ile komşu ve Qamişlo şu anda Suriye içinde özgürleşme sürecini savaşarak kazanmaya çalışan Rojava’ nın en önemli kentlerinden biri. Hem sosyo-politik olarak hem de tarihsel olarak. 
 
Türkiye devleti, bölgesel bir emperyal güç olma yolunda ilerlerken, her emperyal güç gibi kendi denetimi dışında gelişen ve demokratikleşmenin önünü açabilecek değişimlerden korku duymaya başladı. Suriye planının bir parçası olma ihtimali en nihayetinde gelip Rojava sürecinde duvara tosladı. Müzakere arayışlarıyla birlikte ateşkes sürecine girilen 2013 yılında Türk Hükümeti doğrudan olmasa da dolaylı olarak, Rojava’da Kürtlerle savaşan çeteleri destekleyerek aslında Kürt Politikası’ndaki genel işleyişini değiştirmemiş oldu. Yeniden baskı ve imha üzerine kurulu bir anlayışı sürdürdü. Dikenli teller ve mayınlı arazileri güvenlik açısından yeterli görmeyen egemenin güvenlik politikası aslında resmi olarak varolsa da hayali bir sınır olmaktan öteye gidemeyen "sınır bölgesinde" nasıl bir güvenlik zaafiyeti yaşandığının resmi olarak da kabul edilebilir. Bu yüzden duvar projesi bir anlamda devletin çaresizleştiğinin göstergesi sayılabilir.
Çünkü Rojava’daki Kürt güçlerinin önlenemez bir yükselişte olduğu gerçeği önümüzde duruyor. Alan hakimiyeti gittikçe genişliyor ve sınır bölgelerinin Kürt silahlı gücü YPG’nin eline geçmesi ihtimal dâhilinde.  Bizim, burada bir ülkenin sınırı varsaydığımız çamurlu arazi, bir başkası için 5-10 dakikalık bir yürüyüşle geçilen bir karşı köy ya da komşunun tarlası olabilir. Böyledir de. Kaçakçılık yapıldığı ve bunun suç sayılması gibi küflenmiş, arkaik bir bahaneye sığınarak üretilen bu baskıcı ve çağdışı güvenlik anlayışı demokratikleşmeyi ilke edinmiş bir hükümetin hangi politikasına ne noktada temas edebilir? Hükümetin kaçakçılığı engellemek gibi bir amaçla hareket ettiğini ileri sürerek örmeye niyetlendiği duvar şu anda yaklaşık 300 metrelik bir alanı kaplıyor. Ve pek tabi -hepimizin bildiği üzere- Rojava Kürtlerini yalnızlaştırmak, izole etmek üzerine kurulmuş askeri ve stratejik hamlelerden sadece birini oluşturuyor. İnsani yardımların geçişini engellemek için sınırı kapalı tutma, Rojava’da Kürtlere saldıran çeteleri çeşitli yöntemlerle destekleme diğer hamlelerden bazıları. 
 
Nusaybin’de sınıra örülmek istenen duvarın, 2. Dünya Savaşı sırasında Varşova’da Yahudi mahallelerini çevreleyen, Güney Afrika’da siyahî nüfusun yaşadığı bölgelerin etrafına örülmüş, Batı Şeria’da Filistinliler’in hayatını bir tür açık hava hapishanesine çeviren duvarlardan farklı olduğuna inanmak mümkün mü? Görünen o ki Kürtlerin özgürce yaşam hakları için yine ölmeleri, ölüme yatmaları gerekiyor. Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan hepimizin bildiği bu kuralın gereğini yerine getirmek üzere açlık grevini ölüm orucuna çevirmiş durumda. Yazıyı yazdığım sırada Ayşe Gökkan bir kadın, bir Kürt ve bir belediye başkanı olarak sınırların, mayınlı arazilerin ortasında açlık ve susuzlukla kendini terbiye ederek, yine o sınırlara çizilmiş haritalara, onu tımar etmeye çalışan devletin kaba gücüne karşı ölüm orucunun 5. günündeydi. Diğer yandan BDP  7 Kasım tarihinde Nusaybin’ de duvarı protesto etmek için kitlesel bir eylem hazırlığına girişmiş durumda. Sınırın iki tarafından eşzamanlı, ortak bir yürüyüş düzenlenecek, 21. yüzyılda hâlâ bölünme korkusuyla hareket eden devletin hepimiz adına utanç olarak örmeye niyetlendiği utanç duvarlarını yıkmak için!
 
Fotoğraf: DİHA 

Etiketler:
İstihdam