02/06/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

Yaşam hakkı ihlalinin cezasızlık ile karşılandığı bir ülkede haykıracak tek bir talep var. Öldürmeyen bir devlet istiyoruz. Çok mu?

Gezi direnişi sırasında niceleri gibi unutulmaz bir duvar yazısı vardı. “Ağaç yaşatır, devlet öldürür.” Yaşam hakkı ihlalinin cezasızlık ile karşılandığı bir ülkede haykıracak tek bir talep var. Öldürmeyen bir devlet istiyoruz. Çok mu?
 
Gülmek kolay iş değil buralarda. Yaşama sevincini hissetmek, dahası ona sahip çıkmak, mutluluğu en azından bir süreliğine daim kılmak da öyle. Aşkla yaşamak, aşkı yaşamak, aşkı korumak kollamak zorlu mesai. Çünkü mutluluk haset çeker ve bizim kem gözlü bir devletimiz var.
 
Oysa çok da biricikti hikâyemiz. Partiler dahil bütün örgütlü yapıların gücünü aşan, plansız programsız, hesapsız kitapsız bir halk hareketiydi yaşadığımız. Âşıklar misali herkes bir parkta randevulaşmış gibiydi. Ve kimseler buluşmaya gecikmedi. Hayat çağırdı mı, ertelemeye gelmezdi.
 
Dünyanın balta girmemiş, muhteşem ormanları olabilir. Uzaklarda kimi şehirlerin bakımlı, sayısız parkı olabilir. Ama burada ağacın anlamı yeniden yazıldı. Ağaç, kökünden yaprağına diri anlamları kuşandı. Gıyaben verilen kararlara, özel hayat müdahalelerine, silindir gibi ezen kentsel dönüşüm hamlelerine, baskıya, tahakküme isyanı kattı dallarına. O ağaçlardan başlayarak bir şehir, giderek koca bir ülke günlerce, haftalarca nabız gibi attı.
 
Derken söze, gülüşe, o en şenlikli mücadeleye kan sıçrattılar. Ve o kanla birlikte başka şeyleri de belleğe kaydetmek gerekti. Bu, biraz o başka şeylerin dökümüdür.
 
Çentikli takvimler
Takvimlerimiz ölüm yıldönümleri ile dolu. Bir de duruşma tarihleri ile. Devlet ve adalet katlinin çentikleri. Çatlayan sabır taşı, patlayan alev topu günleri. Sınandığımız, kendi küçük mutluluklarımızdan utandığımız zamanlar.
 
Kötülüğün yakın zamanlı tarihinde her tür cinayet mübah sayıldı. Çünkü bir kez korkmuş, kendi vatandaşını güvenlik tehdidi olarak kodlamıştı devlet. Eski alışkanlıktır zaten, önce mimlenir, sonra yok edilirsin. Devlet için bahsi geçen katliam adeta bir mıntıka temizliği, zararlı haşarata karşı temizlik operasyonudur. Devlet aklı çok da güzel gerekçelendirir kanlı faaliyetlerini. Yıllar yılı Kürt halkının hak mücadelesini, Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerin, köy yakma ve boşaltmaların, asit kuyularında son bulan faili meçhul cinayetlerin üzerinden atlayarak terör diye anlatmanın kendisi de bu planın parçasıydı. Bu toplumu kutuplaştırma ve gerçeği çarpıtma oyununa çoğunluk yazık ki zulmü ve acıyı teninde hissedince aydı. Gezi direnişinde gencecik ölümler ardı ardına gelip, içinden geçtiğimiz zaman medyada sirk aynalarındaki gibi imgesi çarpık hallerde anlatılınca, “Kimbilir, doğru dürüst bilgi akışının olmadığı o kirli, yalıtılmış 90’lı yıllarda Kürtlere neler yapıldı?” sorusu, adeta hayvani bir içgüdü gibi belirdi. Böyledir ama. Hakikat, alında biriken soğuk ter, ellerde bir titreyiş, kalp çarpıntısı, boğazda düğüm, bacaklarda bir kesilmedir. Geldiğini hissettirir.
 
Öfke ve kahır çetelesi
Gezi direnişinde başına, gözüne isabet eden gaz fişekleri ile ağır yaralananları saymaya kalkmak bile upuzun bir çetele sunmak anlamına gelir. Ama bir de ölümler var ki, onların kan dondurucu hikâyesi ve sonrasında katilleri koruyan yargılama süreçlerinin ve bizzat Başbakan Erdoğan ’ın şahsında ısrar ve itina ile tırmandırılan toplumsal gerilimin o acıklı dökümü bütün tahammül sınırlarını aşan bir öfke ve kahır yükledi benliklere. Gazdan öte bu aleni pisliğin molekülleri ile dolu hava. Nefes almak ne zamandır zor, hava çoktandır basık ve bunaltıcı anlayana.
 
Hangi birini saymalı?.. 1 Haziran’da Ankara Kızılay’da polis kurşunuyla öldürülen Ethem Sarısülük’ü, Eskişehir’de, 2 Haziran’da Gezi Parkı gösterilerine katılan ve polis ile fırıncılar tarafından göz göre göre dövülerek öldürülen 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz’ı, Hatay’ın Antakya ilçesinde, 3 Haziran’da Gezi direnişi eylemleri sırasında polisin attığı gaz fişeğiyle öldürülen Abdullah Cömert’i, aynı gün İstanbul ’da, Gezi Parkı’na destek için kitle ile birlikte çıktığı E-5 otoyolunda kalabalığı deşen bir arabanın altından canından olan 20 yaşındaki Mehmet Ayvalıtaş’ı mı? Yoksa İstanbul Okmeydanı’nda 16 Haziran günü eve ekmek almak için sokağa çıkan ve başından gaz kapsülü ile vurulduktan sonra 269 günlük koma uyksunun ardından hayatını kaybeden, o koma uykusunda 15. yaşına giren Berkin Elvan’ı mı? Ya da 28 Haziran’da Lice’de karakol protestosu sırasında devlet güçlerinin açtığı ateş sonucu hayatını kaybeden 18 yaşındaki Medeni Yıldırım’ı, 9 Eylül’de ODTÜ’deki protesto eylemlerine destek vermek için Hatay’da düzenlenen gösteride yaşamını yitiren 22 yaşındaki Ahmet Atakan’ı, Gülsuyu’nda 30 Eylül’de uyuşturucu çetelerine ve çeteleşmeye karşı yapılan yürüyüşte silahla vurulan Hasan Ferit Gedik’i mi?
 
Artçı dalgalar vurmaya devam ediyor. Değil mi ki yalanda ısrar, kinde süreklilik var. Değil mi ki adlı adınca itiraf edilip telafisine girişilmiyor yaşatılanın. Adı konmamış, faili cezalandırılmamış her kötülük; özü, sebebi kavranmamış, kaale alınmamış her isyan yeni kayıplarla geliyor. 22 Mayıs’ta, Okmeydanı’nda Berkin Elvan’ı ve Soma’daki maden faciasında hayatını kaybedenleri anmak için yapılan gösteride açılan polis ateşi sonucu cemevinde bir cenazeye katılan Uğur Kurt hayatını kaybetti.Onun ölümüyle alevlenen gösterilerde de vurulduğu yerde kanlar içindeki görüntüsü ile Ayhan Yılmaz belleklerimize kazındı.
 
Bu ölümlerin sonrasında yaşatılan ‘adalet zulmü’ ise sıkıcı bir filmin o hep aynı karesi gibi belli şablonlarda takılı kaldı. Silinmiş Mobese kayıtları, korunan katil zanlıları, kolluk kuvvetlerine dair verilmeyen soruşturma izinleri, ilgisiz şehirlerde sürekli ertelenen duruşmalar, kahrından ölen analar diye uzadı gitti bu liste.
 
Gezi direnişi sırasında niceleri gibi unutulmaz bir duvar yazısı vardı. “Ağaç yaşatır, devlet öldürür.” Yaşam hakkı ihlalinin cezasızlık ile karşılandığı bir ülkede haykıracak tek bir talep var. Öldürmeyen bir devlet istiyoruz. Çok mu? 

Etiketler:
İstihdam