16/06/2015 | Yazar: Ali Ersen Erol

Şayet Özgecan öldürülmeseydi, mesela, kimlerin hayatına dokunacaktı, bu dünya ile neler paylaşacaktı, ne katkıları olacaktı? Ya da Münevver? Ya da sürekli öldürülen trans veya cis kadınlar?

Camus’nun Yabancı isimli romanındaki hikayenin baş karakteri olan Meursault’nun kişiliğinin en tiksindirici noktalardan biri, hayatında olan bitenlere karşı olan kayıtsızlığı. Belki, kayıtsızlığından öte, başına gelenleri çok çabuk bir şekilde haklı çıkarması, bir şekilde kendi mantığına göre değerlendirip, kanıksaması. Annesinin ölümünden başlayarak, bir Arap’ı öldürmesi sonuncunda mahkemeden kendisine dair çıkan idam kararına kadar geçen süre içerisinde yaşananları olduğu gibi kabullenmesi, okuyanları çıldırtacak nitelikte—özellikle okuyanlar, bizler gibi geç modernitenin verimlilik ve kontrol üzerine yoğunlaşan ideolojisi ile kavrulmuş zavallılarsa.
 
Mahkemeden idam kararı çıktıktan sonra, Mersault’nun yaklaşan ölümünü kabullenmek için yine bir dizi gerekçelerle kendisini ölümün sıradanlığına ve kendi ölümlülüğünün normalliğine ikna etmeye çalışıyor. Bu süreç onun aklında şöyle işliyor:
 
""Ne yapalım," diyordum, "ölmem kaçınılmazmış̧!" Başkalarından önce ölecektim, su götürür yanı yoktu bunun. Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, ihsan ha otuzunda ölmüş̧ ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü, her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi. Şimdi de olsa, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan. Şu anda beni bu düşüncemde biraz üzen şey, yirmi yıl daha yaşamayı düşünürken, yüreğimin korkunç derecede hoplamasıydı. Ama onu bastırmak için, yirmi yıl sonra yine o gün gelip çattığı zaman, düşüncelerimin ne olacağını hayal etmek yetiyordu. Değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi."
 
Mersault, ölümün öyle ya da böyle kalan tek gerçeklik olmasının ötesinde, aslında olan tek gerçekliğin de ölümün gölgesinden uzak bir şekilde yaşanılan an olduğunu da ima ediyor. Çünkü, Mersault’ya göre, o anda değil de, 20 yıl sonra ölecek olsa, yine 20 yıl yaşamak isteyecekti, yine benzer korkular, düşünceler ve umutlarla dolu olacaktı, ve yine aynı mantık süzgecinden kendisini geçirmeye çalışacaktı. Ölüm, bir şekilde, geçmiş ve gelecek gibi, içinde olduğumuz anda yaşadığımız sürece gerçekliği bulunmayan boş bir kavram haline geliyor. Varlık ve ölüm arasındaki kesin ayrım, Mersault’nun yaklaşan ölümüne dair endişelerini bir kenara itmesine yardımcı oluyor. Belki de geç modernitenin en yaygın yan etkilerinden biri olan varoluşsal angst, Mersault’nun aklında sadece anlık bir düşünce olarak yaşadıktan sonra, kendisini ölümün kaçınılmazlığına teslim ediyor.
 
Mersault’yu aslında Camus’nun çizdiği bir parodi olarak okumak da mümkün. Neticede Camus, intiharı sorunsallaştıran ve varoluşçuluğun çerçevesinde intiharı ahlaksız olarak tanımlayan bir düşünürdü. Şayet Camus, Mersault gibi düşünüyor olsaydı, hayatın gerçekten yaşamaya değmediğine kanaat getirseydi, o zaman intiharı felsefenin en önemli sorunu olarak karşımıza çıkaramazdı. Bu bağlamda, Mersault’nun sözlerinin şiirsel havasından uzaklaşıldığında, aslında 20 yıl daha yaşamanın çok şeyi değiştirebileceğini, hayatın ve yaşamın büyük bir kısmının aslında her an ölebilme ihtimaline karşı bir teslimiyetin aksine, bir savunma mekanizması olduğu da görülebilir. Belki, 20 yıl sonra Mersault aynı şeyleri düşünmeyecekti, belki 20 yıl sonra bir ölüm anı gelip çattığında onunla beraber olacak olan düşünceleri çok farklı olacaktı. Öyle ya da böyle, 20 yıl sonra öylen, sandığı gibi yine kendisi olmayacaktı.
 
Mersault’un naif romantizminde, ne onun gibi birinin rastgele öldürdüğü bir insanın hayatında önem kalıyor, ne de devletin en sonunda onu idam etmesinde. Nasıl olsa hayat yaşamaya değmezdir ve ölümün zamanı önemli değildir. Öyleyse kimin, nasıl, ne için, hangi şartlar altında, ve neyin sonucu olarak öldüğünü de sorgulamanın bir anlamı yoktur. Madende ölmek, işin fıtratında vardır, kaderdir mesela. Polisler ve askerler pek tabii öldürür ve ölürler, bunun düşünülecek bir tarafı yoktur. Bunun gibi, yapısal şiddetin her gün ölüme gönderdiği canları da düşünmek bir o kadar yersiz ve anlamsızdır.
 
Fakat, meselenin, 20 yıl daha yaşamak kadar basit olmadığı aşikar—elinde sonunda Woody Allen’ın ‘ölmeyerek ölümsüz olmak’ dileğinin imkansızlığının açık olduğu gibi. Her ne kadar zamanın hızlı geçtiği klişesi her sıkıcı muhabbetin bir köşesinde kendine yer bulsa da, geçen zamanın, 20 yılın mesela, yarın olmadığı da ortada. Arada geçen sürede hayatın yaşattıkları ve öğrettikleri yadsınamaz. Elde kalan, o halde, Camus’nun günlüklerine şöyle yansıyor: "sevdiklerimiz, bizi onlarla tanışmadan önce olduğumuz gibi bilebilselerdi... bize ne kadar etki ettiklerini görebilirlerdi." Diğer bir deyişle, Dylan Thomas’ın dediği gibi, o ışığın sönmesine karşı bir öfke beslemenin, o geceye sakin bir şekilde gidememenin sebebi, gecenin gelişini ertelemekten ziyade, gece gelinceye kadar yaşananlar, kurulan ilişkiler, parçası olunan muhabbet masaları, paylaşılan bilgi, sevgi ve haz.
 
Fakat bu paylaşabilmenin karşısında duran en birincil engel, farklı ayrıcalıkların kesişiminde olan bedenlerin talepleri. Ekonomik, siyasi ve toplumsal ayrıcalıkların kesişiminde yaşayan bedenlerin var olabilmesinin en birincil koşulu, ayrıcalıksız bedenlerin ölümü. Bu yüzden, ayrıcalıksız bedenlerin ne kadar süre sevdiğini, sevildiğini, paylaştığını, muhabbet ettiğini—kısacası insan olarak bu hayatta ne kadar var olabildiğini—ayrıcalıklı bedenlerin talepleri belirliyor. Maçları daha canlı izlemek için daha büyük LCD ekranı veya sürekli en son çıkan akıllı telefonu almak isteyen bedenler, bu arzuların dünyanın başka köşelerinde yarattığı acılardan bihaber yaşıyor.Hiç bir şekilde haklı çıkarılamayacak olan bu ölüm temelli varoluşun Mersault-vari umursamazlığı ve daha da korkuncu, sebebi olduğu her acıyı mantık adı altında halkı çıkarması, zaten süregelmekte olan toplumsal adaletsizliğe perde üzerine perde çekiyor.
 
Bütün bunların sonucunda gelmek istediğim nokta şu: 12 Haziran’daki Özgecan’ın davasında sanıkların ifadelerini twitlerden takip ediyoruz. Ceza indirimi almak için yapılan ağlama numaraları ve pişmanlıkvari performanslar işledikleri cinayetin ne kadar umursamazlık gerektirdiği gerçeğini saklayamıyor. Şayet Özgecan öldürülmeseydi, mesela, kimlerin hayatına dokunacaktı, bu dünya ile neler paylaşacaktı, ne katkıları olacaktı? Ya da Münevver? Ya da sürekli öldürülen trans veya cis kadınlar?
 
Mersault’nun da kullandığı ve sınırları kesin olan varlık/ölüm ikili karşıtlığının sürdürülebilirliği, başka ikili karşıtlıkların da sürdürülmesine dayanıyor. Öldürme yetkisi, ayrıcalıklı bedenlerin iradesi olarak sayılıyor. İyiler, kötüleri öldürebiliyorlar. Askerler, teröristleri. Erkekler, kadınları. Heteroseksüeller, eşcinselleri. İşverenler, işçileri. İkili karşıtlıkların varlığı sorgulanmadığı ve ikili karşıtlıklara dayanan hiyerarşilerin yıkılmadığı, ya da o hiyerarşi dışında var olabilen halklar peydah olmadığı sürece, ayrıcalıklı olmayanların paylaştıkları sevgilerin ve hazların ayrıcalıklı olanlar tarafından ölümle kısıtlanması sürecek. 

Etiketler:
nefret