03/10/2012 | Yazar: Poyraz Şahin

Deyim yerinde ise sistem ‘norm’ dışında kalan bireylere yönelik tuzaklar kurup bu tuzakların varlığını bireylere hissettiriyor.

Deyim yerinde ise sistem “norm” dışında kalan bireylere yönelik tuzaklar kurup bu tuzakların varlığını bireylere hissettiriyor.

Kimlik, “identité” ya da “identity” diye tanımladığımız kavram, latince bir kelime olup günümüz literatüründe geniş bir yelpazede yerini almıştır. Kimlik kavramı, birden fazla bilim ya da pozitif bilim dalı tarafından farklı ifadelerle tanımlanır veya değişik başlıklar altında toplanır. Cinsel kimlik, biyolojik kimlik, cinsiyet kimliği, etnik kimlik, ulusal kimlik ya da dinsel kimlik gibi. Tarihsel boyutlarda bakıldığından bazen makro değerler çok ön planda olmuş bazen de özellikle günümüzde mikro düzeyde şekillenmiştir.
 
Hayatın her alanında bizlere eşlik eden, bizi biz yapan “Kimlik”, bireyin kendini gördüğü, görmek istediği ya da karşıdakinin onu öyle görme isteği olarak tanımlanabilir. Kendisinin başkası tarafından tanımlanmasından öte kişisel olarak “öyle” değil de “böyle” görülmek isteğinin bireyde verdiği duygunun toplamıdır. Kabaca bakıldığında “kimsin?” ya da “ben kimim?” sorularına verilen cevaptır. Yani kendini tanımlamaktır ya da tanıtmaktır. 

“Tobe your self”, ya da “être soi-même” dediğimiz kavramın yani kişiye özgünlük, bireyin kendi olma halini, yaşama pratiği, davranış biçimi ya da olaylara bakış tarzı o bireyin kimliğini yansıtır.
 
Felsefi çerçeveden bakıldığında iki büyük başlık altında toplamak mümkün; pasif kimlik ya da kimliker: doğuştan bireye toplum tarafından verilenler. Örneğin Kürt olmak, Fransız olmak, Müslüman olmak ya da kadın ve erkek olmak gibi. Diğer başlık sübjektif kimlik: kişinin bu verilen pasif kimlikleri kendi içerisinde nasıl yaşadığı yani kendini bu kimliklerin neresinde gördüğüdür. Bireyin kendini nerede nasıl ve ne kadar görmesi birçok sorunun ana kaynağı olmakla birlikte kendisi ile barışık yaşamasında büyük rol oynamaktadır.

Birey kendini insan olma kimliğinin ve pasif kimliklerin ötesinde bir topluma/gruba ait olarak tanımlayabilir: Biz Türk halkı, siz Kürtler, İslam âlemi, biz mühendisler ya da biz Sabancı/Koç grubu gibi. Bu çerçevede, “bizler” ya da “sizler” birer basit işaret zamiri olmaktan çok toplumsallığı ya da belirli bir gurubun ortak değerlerini/inançlarını ya da ortak yaşam pratiklerini temsil eden sosyolojik nosyonlar haline gelebiliyor. Bu nosyonlar insanlar arasındaki farklılığı dışlayıcı anlamlar yükleyerek farklı tanımlamalar kazandırabiliyor. Faşizm, oryantalizm gibi.

Çok kimlikli olmak...
Değişen ve gelişen dünya konjonktüründe küreselleşmenin de etkisi ile kimlik kavramının tarifi her geçen gün farklılık göstermekte ve çeşitli kimlik tabakaları ya da kimlik formları şeklinde ifade edilmektedir. Zira toplumda bireyler kendilerini belirlenmiş bir tip kimlikten ziyade farklı formlarda, farklı katmanlarda (bazen aynı anda) birçok kimlikle tanımlayabilir. Bir birey Kürt olmanın yanında, müslüman, eşcinsel, doktor, aktivist ve göçmen olabiliyor. Bu birbiri ardına eklenmiş kimlik katmanları içerisinde birey kendini herhangi bir kimlikte daha iyi kabul edip, diğer kimlikte kendini daha az görebilir. Elbette ki bireyin yaşadıklarının ve yaşam tecrübesinin herhangi bir kimlikteki yoğunluğu hissetmesinde yaşın büyük bir rolü vardır. Örneğin, birey hayatının yirminci yılında kendini çok fazla devrimci kimliğinde hissedip, kırkına geldiğinde kendini daha çok iş hayatının verdiği kimlikte hissedebilir. Zira hayatın farklı dönemlerinde her bireyin değişik arayışlar içerisinde olması ve o arayışların o bireyin kendini tanımlamak istediğinin altında tanımlamasına yardımcı olur.

Kendini tanımlamak bazen bir yaşam pratiği bazen de insanın yaşam felsefesidir. Bunun dozunu bireyin kendisinin belirleme özgürlüğü temeldir. Kimileri için hayati olan bir kimlik bir başkası için çok fazla önem teşkil etmeyebilir.

Kimlik kavramının nereden nasıl geldiğini araştırmanın güçlü bir çalışma gerektirdiği aşikârdır. Aristo, Heidegger, Friedriche Nietzsche, Albert Camus ve Jean Paul Sartre kimlik kavramı üzerine yıllarca süren geniş çalışmalar yapmış ve hepsi bir bireyin kimliğinin kendisi tarafından tanımlandığı gibi kabul edilmesi gerektiğine dikkati çekmiştir.

Türkiye gibi cinsiyet devrimini yapamamış ve coğrafik, kültürel anlamda kimlik kargaşasının yaşandığı bir ülkede sıkça duyduğumuz/ karşılaştığımız cinsel ve etnik kimliğin analizi ile devam etmeden önce kimlik krizini kısaca açalım.

Kimlik krizi
Üstte de belirttiğim gibi her insanın değişik kimlik katmanları ve formları vardır. Bu katmanlar arasında gidip gelmelerin olması da gayet insanidir. Geçiş parametrelerinde toplumsal ve bireysel konseptlerin rolü büyüktür. Ama bu geçişler her zaman sakin ve barışçıl şekilde olamayabilir. Aksine bazen çok şiddetli ve sancılı olabilir. Kişiler bu geçişleri psikolojik ya da fiziki olarak kriz şeklinde yaşayabilir. Zaten psikolojide bu olay “kimlik krizi” olarak adlandırılmaktadır. Bu kriz dönemlerinde psikolojik olarak birey kendini yalnız, terk edilmiş, geçmişe yönelik nostalji ya da değişik arayışlar içerisine girebilir.
 
Herkesin yakından bildiği ya da yaşadığı kimlik krizleri vardır: ergenlik çağı, 40/30 yaş krizi, cinsel yönelimin bireyin yaşam pratiğine geçmesi bunların bir kaç örneği... Kimlik krizlerinin atlatılması bazen yıllar alabilmektedir. Ayrıca bu krizin atlatılmasında toplumsal parametrelerin ve sosyo-ekonomik değerlerin etkisi unutulmamalıdır. Elbette ki her olayda olduğu gibi, krizin atlatılması her bireyde farklılık göstermektedir. Bazı bireylerin kimlik tabakalarını hassas temeller üzerine inşa etmiş olması, bu bireylerde günlük hayatın beraberinde getirmiş olduğu sorunlardan/ayrılıklardan çok fazla etkilenip bazen ciddi psikolojik tahribatlarla sonuçlanabilir.
 
Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bugün farklı kimlik formlarımızı dengede tutmak zor bir hal alıyor, aynı anda Türk, müslüman, göçmen, eşcinsel, olmak bu formları panoramada yerleştirmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Geçmişte psikolojik sorunlara sahip olmak çok alışılmış olan bir durum değilken, günümüzde ruh sağlığını korumak, dengeli bir insan olmak için ciddi bir savaş vermek gerekiyor. Çocukluğunda yeterince sevgi ve şefkat görme imkânı olmamış bireylerin hayata direnme gücü gösterebilmesi, çocukluğu sağlam temeller üzerine inşa edilmiş bir bireyden daha zordur.

Sosyo-ekonomik koşullar, tüketici toplum, sınıfsal sorunlar, kapitalist sistem onu çevreleyen paradigmalara karşı “aklı başında” bir birey olarak kalmak gün geçtikçe daha çok güç gerektiriyor. Yirmi birinci yüzyıl “modern” bireylerinin ruh sağlığı artık patlamaya hazır bir bomba adeta. Bu kaotik kimlik ortamında sistem her bireyin kimlikleri ile barışık bir şekilde yaşamaları yerine kimlikleri içerisinde derin çatışmalar yaşamalarına öncülük ederek kimlik krizlerinin daha da derinden yaşanmasına sebep oluyor.

Cinsel/ cinsiyet kimli(kler)iği
Her insanın en büyük ve en önemli anlarından biri de anne rahminden çıkıştır, yani dünyaya geliştir. Hastanede ya da başka bir yerde doğumu gerçekleştiren kişi/ebe bebeğin annesine ve babasına “bir oğlunuz oldu” ya da “bir kızınız oldu” diyerek müjdeli haberi verir. Ebe bebeğin cinsiyetini bildirirken aslında çocuğun sadece dışarıda görünen cinsel organını dikkate alarak bu haberi verir. Zira aldığı eğitim ya da toplumsal normlar, kategoriler itibariyle pipisi olan “erkek”, vajinası olan “kız” çocuğudur. Bu cinsiyet ayırım çarkı dünyanın her yerinde böyle işlemektedir.
 
Biyolojik kimlik dediğimiz kavram tamamen bebeğin dış organlarının cinsiyet ayrımı olarak okunmasıdır. Ebe, bu noktada çocuğun psişik kimliğini yani sübjektif kimliğini dikkate almadan etiketler. Bebeğin cinsiyetinin bildirilmesi anından itibaren aile bu şekilde – görünen biyolojik cinsiyeti – çocuğun hayatına yön verir. Hatta artık günümüzde gelişen teknoloji ile birlikte aileler daha çocuk doğmadan biyolojik cinsiyetini öğrenip her şeyi doğuma hazırlıyorlar. Verilen mesaj: her şey hazır seni bekliyoruz, biz yazdık sen oyna...

Aile işe çocuğuna erkek ya da kız ismi vermekle başlayıp daha sonra giysi, oyuncak, cinsiyetine göre davranma biçimi erkek ya da kız olarak iki grup altında ayrı ayrı olarak işe devam ediyor. Bireyler hayatı boyunca ve yaşamın her alanında bu ayrışıma tabi tutuluyor. Bu ayrışma iki cinsiyet içinde aynı yerlerde durmuyor hani; ataerkil (patriarkal) toplumlarda erkeklik ve dolayısıyla erkek çocuk toplumun temel taşı olarak kabul gördüğü için aile erkek çocuk haberini daha iyi karşılayıp gururlanır ve bu öncelik çocuğun hayatı boyunca hissettirilir.
 
Doğum anını ve sonrasını anlatırken söylemek istediğim şey aslında hepimiz dünyaya gelmeden kendimizi bizim için önceden inşa edilmiş bir kimlikler yumağı içerisinde buluyoruz. Kimi araştırmacılar bu yumağı kimlikler trafiği diye adlandırarak olayın her anlamda ne kadar da karışık olduğuna işaret ederler.

Bu kimlikler trafiği (din, cinsiyet, etnik, toplumsal sınıflar...) çocuğa adeta bir giysi gibi giydirilmiş, çocuğun ilerde neler hissedeceği, verilen bu giysilerin çocuk üzerinde nasıl bir etki yaratacağı dikkate alınmamıştır.

Aslında bu cinsiyet ayrımı (kadın, erkek) günlük hayatta her ne kadar açık ve soru sorulmadan belirlense de psikolojik olarak sanıldığı kadar açık ve net değildir. Zira psikolojik olarak “tam erkek” ya da “tam kadın” olmak imkânsızdır aslında herkes bu cinsiyetlerin birer karışımıdır. Her birey özünde potansiyel biseksüeldir diyerek cinsel kimliğin hiç de bu kadar açık ve net olmadığına dikkat çekmek mümkündür. Yine bu bağlamda yeni doğan çocuğun üç-dört yaşına kadar cinselliği yoktur. Bu dönemi psikolojide “phallüs” evresi diye tanımlıyoruz. Başka bir ifade ile çocuk üç-dört yaşına kadar ne kadındır ne de erkektir. Bir başka ifade ile söylersek bebeğin cinsel organı (penisi, vajinası) hiç bir şey ifade etmez demek yanlış olmaz. Çocuk sadece bu yaştan itibaren cinsel yönelimlerini belirler.

Toplumun ‘normları’
Bu bağlamda kavram kargaşasını ortadan kaldırmak için iki ayrımı yani cinsiyeti ve cinsel yönelimi ayırt etmek gerekir: cinsiyet erkek ve kadın olmanın dışında transseksüellik (trans-gender) olarak üç gruba ayrılır. Cinsel yönelim ise heteroseksüellik, homoseksüellik ya da biseksüellik olarak tanımlanır. Bu cinsel yönelimlerin/cinsiyet kimliklerinin hiç biri diğerinden üstün ya da aşağı değildir, sadece birbirinden farklıdır. Heteroseksüellik yani karşı cinse ilgi duymak, homoseksüellik yani hem cinsine ilgi duymak kadar doğal ve gerçektir. Bir ağacın farklı dalları gibi gövde aynı...

Elbette ki toplumda trans cinsiyet kimliğine ve eşcinsel yönelime uygulanan şiddeti, ötekileştirmeyi (transfobi ve homofobi) geniş tabanlı olarak sadece cinsellik merkezli değil de iktidar ve sistem başlıkları altında analiz etmek gerekir.

Her ne kadar insanlar adı geçen gruplara ayrılsa da birey kendini en iyi hissettiği kimlik altında yaşama özgürlüğüne sahiptir. Sadece tek bir cinsellikten öte her insanın kendini ait hissettiği cinsel kimlik ya da kimlikler vardır. Bu bağlamda yine aynı şekilde birey cinsiyetinin derecesini kendi belirlemekte özgürdür. Bu bağlamda birey cinsiyetinin derecesini kendi belirler: biraz homoseksüel, çok heteroseksüel, ya da hiç biri...

Maalesef ataerkil cinsiyetçi toplum kendi kurduğu normlar ve kategorilerin içerisine girmeyen herkesi dışlamış ve ötekileştirmiştir. Öyle ki toplum “normları” dışında kalan bireylere kendi kimliği üzerinde düşünmesi, şüpheye düşürülmesi, kimliğinin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu sorgulaması için her alanda her türlü taktiği ortaya atmaktadır. Deyim yerinde ise sistem “norm” dışında kalan bireylere yönelik tuzaklar kurup bu tuzakların varlığını bireylere hissettiriyor.
 
Sistem öylesine ince bir ayarla işlenmiş ki genel anlamda bütün bireyler gelecekte iyi bir anne/baba ya da gerçek bir erkek/kadın olmak için çaba sarf ediyor. Sokaktan geçen herhangi bir gence “hayattaki amacın nedir?” sorusunun cevabı büyük bir ihtimalle (elbette ki bir genelleme yapmadan) “araba sahibi olmak, ev almak, aile kurmak, devlete-millete hayırlı birer evlat olmak ya da yetiştirmek”dir. Bireylerin hayata dair adımları artık iktidar ve aile kurumları etrafında şekillenip bu şekil etrafında yaşamlarını düzenliyor ve yaşıyor. Her birey patriarkal sistem kendi normlarının, kategorilerinin kesin bir şekilde ayrıldığı bir toplum yetiştiriyor. Cinsiyetçi kimliği sorgularken kökleri çok derinlerde olan toplumsal normların ve kategorilerin kapsamlı analizini yapmak gerekir. Bu bahsi geçen normlara ve kategorilere uygun yetiştirilen nesillerin yaşı daha da küçülüyor öyle ki “çekirdekten yetiştirme” politikası hâkim oluyor.

İmkânsız değil
Hepimiz karşılaşmışızdır sokaklarda dört, beş yaşında bir çocuğun elinde pembe çocuk sepeti ile bir anne gibi yürümesini, bir yetişkin gibi davranan çocuklara o yaşta verilen rolü harika bir şekilde oynaması artık sıradan bir davranışmış gibi algılanıyor. Bunun altında aslında cinsiyetçi sistemin ayrılıkçı eğitime ne kadar küçük yaşlarda başladığı yatmaktadır. Bu bağlamda çocuklarımız erken yaşta sosyal normlara itaatkâr birer birey olarak yetiştiriliyor.

Cinsiyetçi ve ayrımcı bir nesil yetiştirmek için geleceğimiz çocuklarının eğitimini olabildiğince objektif bir şekilde vermemiz gerekiyor. Çocuklarımıza diğer cinsel yönelimlerin, cinsiyet kimlilerin varlığından haberdar ederek, bilgilendirerek toplum içerisindeki ikiyüzlülüğe zamanla son verebiliriz.

Kaynağı binlerce yıl öncesine kadar inen bu cinsiyetçi ataerkil sistem ile mücadele etmek elbette ki hiç de kolay değil. Hele hele sistem yaşam pratiklerimizin bu kadar içine işlemişken. Yaşam tarzımızı, vücudumuzun şeklinin nasıl olması gerektiğini, güzellik/çirkinlik kavramlarını bize istediği yönde verirken; çocuklarımızın izlediği çizgi filmlerden tutun, annelerimizin arkası-yarın dizilerine, sokaktaki afişlere kadar hayatımızın her alanına girmişken. Ama bu mücadelenin zaferle sonuçlanması imkânsız da değil. Her bireyin gerçekten özgürce yaşayabileceği başka bir dünya mümkün...

Poyraz Şahin, Psikolog, Ecole Pratique des Hautes Etudes (EPHE), C.N.A.M / Paris

Kaynaklar
* Anderson, B.(2006) Imagined Communities, Reflections on the origin and spread of nationalism,
* Bozarslan, H. (2008), Kurdes -Turquie, entre dissidence et perspectives de démocratisatio in diplomatie, No:30, Janvier-Fèvrie,
* Bourdieu, P. (1984). Questions de sociologie. Paris: Éditions de Minuit.
* Berghe, Pierre Van Den. “A Socio-Biological Perspective”, içinde, Nationalism. ed. John Hutchinson ve Anthony D. Smith, New York: Oxford University Press, 1994.
* Butler, Judith. (1990). Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. New York: Routledge.
* Camus, A. (1951). L’homme révolté. Paris : Gallimard,
* Dubar, C. (1992). Formes identitaires et socialisation professionnelle. Revue Française de Sociologie, 33, 505-530.


Etiketler:
İstihdam