07/07/2017 | Yazar: Ali Özbaş

Buraya yazmayıp izleyecek olanların keyfini bozmak istemediğim sahnelerle güldüğüm, hayran kaldığım, ağladığım bir film.

Buraya yazmayıp izleyecek olanların keyfini bozmak istemediğim sahnelerle güldüğüm, hayran kaldığım, ağladığım bir film.

Bir hafta civarındaki tatilime giderken otobüsün film arşivinde bir film kısalığı ile dikkatimi çekti. Aferin, 71 dakikalık sürede derdini anlatmış demek ki, diyerek izlemeye başladım. Ne var ki kısa bir süre sonra film hakkında biraz bilgi edinmek istedim ve 90 dakika olduğunu gördüm süresinin. IMDB sitesindeki süre ile Türkiye’de vizyona çıkan ya da DVD’si yayınlanan filmlerin uyuşmadığı olmuştur. Ama bu kadar bir fark da az değildi. Ayrıca kimi zaman bilgisayarda izlenen filmlerde yaşanan bir durumdur, mesela 40 dakika gibi bir süre yazar süre ölçerde, filmi izlemeye başlarsınız, sayaç atarken 40’ıncı dakikada durur ama film devam eder. Belki 120 dakika süren film dosyanın bir sorunu nedeniyle öyle görülmektedir. En akla yatkın durum olarak bunu düşünüp filmi heyecanla izlemeye devam ettim. Bir de hayli ilgi çekici bir filmdi ki otobüste küçücük ekranda izlememe rağmen bloğumda yazarım diye düşünüyordum. Ne var ki tam da 71’inci dakikada aniden film kesiliverdi. Bitmedi, kesildi… Yarım kaldı, beni sinir bastı, merak her yanımı sardı. Daha önce DVD seçme gezilerimde hiç görmediğim bir filmdi -ki hayranı olduğum kadın bir oyuncu dolayısıyla fark etmemem zordur- orijinalini bulmak da pek umut dışıydı.

Neyse güzel bir tatille bunu unutmasam da tatsız bir anıya dönüştürdüm. Dönüş yolculuğunda –belki sadece o otobüsteki bir sorundur- umudu ile film arşivini kurcalamaya başladım firmanın. İlginç bir şekilde o film yoktu. Diğerleri aynen duruyordu. Bu defa farklı bir filme başladım. İki saati aşkın bu film, zamanında arkadaşımla hakkında konuştuğumuz, bir seri olması beklenirken seriye dönüşemeyen –çok şükür ki- Ölümcül Oyuncaklar: Kemikler Şehri idi. Filmin DVD’si elimizde muhabbetini etmiştik ki, kendisine -başarısız bir film olduğu yönünde eleştiriler hatırlıyorum diyerek- aldırmadığım için sevindim.

İşte böylesine filmsiz bir ortamdan eve döndükten sonra acilen film kürü yapma ihtiyacı duyuyordum. -Bu arada ilk filmin adını vermediğimin farkındayım. Bilerek isteyerek vermediğim gibi konusundan dahi bahsetmedim. Kararlıyım, bir şekilde o filmi bulup izleyecek ve özel bir yazı yazacağım.- Ancak yolculuk yorgunluğunu, tatilden dönülen Ankara suratsızlığını dikkate alarak, arşivimdeki nadide filmleri izlerken uyuyakalma riski yerine, sinema kanallarından faydalanmamın daha mantıklı olduğuna karar verdim. Hiç iyi şeyler vadetmeyen bir film diye düşündüğüm filmi soluksuzca izledim. Çok başarılı değildi ama heyecan dozu yüksek ve seyri zevkli idi. İşte bu gösterim öncesinde, reklam arasında ve sonrasında fragmanı dönüp duran film cezbetti beni asıl. Bu yazının konusu da o film aslında. Kanser olduğu anlaşılan kadın karakterin de etkisi ile ağır bir drama benziyordu. Sinema TV kanalının drama kuşağı pazartesi günü olduğu için fragmanı ilk gördüğümde o gün yayınlanacak diye düşünürken, son gördüğümde fark ettim ki “komedi” filmleri yayınladığı pazar akşamının filmiydi.

Doğrusu “komedi” kuşağında şimdiye kadar yayınlanan filmlerin yüzde 80’i güldürmediği için bu filmin güldüreceğini beklemedim ama dram olmaması olası mıydı?

“Ben, Earl ve Ölen Kız/Me and Earl and the Dying Girl” adını taşırken, açıkça “ölen kız” derken komedi olmayı nasıl başaracaktı? Nitekim IMBD’de filmin türü komedi, drama birlikte geçiyordu. Kazandığı 16 ve aday olduğu 26 daldaki ödüllerin kimi komedi, kimi dram dallarında idi.

Büyük bir beklenti ile oturdum pazar akşamı ekranın başına. Bu beklentimi karşıladı. Beni kimi zaman mutlu etti, arada güldürmeyi başardı. Greg karakterinin bize yer yer sesiyle de filmi anlatırken ısrarla ve filmin adına rağmen “kızın ölmeyeceğini” söylemesi işe yaramadı, ağlattı da.

Büyüsü olan filmlerdendi. Gençlerin çoğunlukta olduğu, genç karakterlerin biz “daha yaşlı”lardan hayli uzak olmadığı bir filmdi. Lise son sınıf öğrencilerdi ana karakterler. Anaokulu döneminden beri arkadaş olan Greg ve Earl beraber sanatsal ve yabancı film izlemeye bayılıyorlar, izlediklerinin kendi versiyonunu çekiyorlar. 42 filmleri var, beraber çekip, oynayıp, yönetip, kameramanlık yapıp, oturup beraber izledikleri. Başka da kimsenin izlemesine müsaade etmiyorlarsa da Greg’in babasının izlemiş olduğunu anlıyoruz.

Mr. McCarthy isimli öğretmenlerinden birinin odasında öğle tatillerinde yemeklerini yerlerken film avcılığına da devam etmekteler. Bol dövmeli, farklı bir öğretmen McCarthy. Okumayı sevdiren öğretmenlerden.

Sınıf arkadaşı olsa da hiçbir iletişimi olmadığı Rachel’in lösemi olması ile hayatı değişiyor birden. Kendi isteği dışında, annesinin Rachel’in annesi ile olan dostluğu sebebiyle, annesinin zorlaması ile Rachel’in yanına gidiyor. İkisi de bu zoraki dostluğa gerek olmadığını düşünüp birbirlerinden haz etmeden, biraz da birbirlerini paylayarak bitse de ilk görüşme, gittikçe büyük bir dostluk oluşuyor. Greg’in, “başka bir romantik gençlik filmi olsaydı şu an yakınlaşır, öpüşürdük”, dediği sahneler bile filmin farkını ortaya koyuyor. Aralarında çok güzel bir dostluk var. Belki bir parça da romans. Ancak aşk ya da ölüme inat bir sevgili ilişkisi yaşamıyorlar. Bu dostluğa zamanla Earl de dâhil oluyor. Okul arkadaşlarından birinin “mademki ikiniz filmler yapıyorsunuz, Rachel için de bir film yapın” önerisine sırf başlarından savmak için evet deseler de bir süre savsaklamalarının ardından kollarını sıvayıp filmi de yapıyorlar. Bu başka film parodilerinden faklı, kendilerine ait ilk film aynı zamanda. Greg ve Earl’ün aralarının bozulduğu, kavga ettikleri bir dönem de yaşanıyor ki bu sahneler de çok güzel.

“Ölüme mahkûm arkadaşlığın şu günü” diyerek film ilerliyor. Tanıştıkları günden itibaren gelinen günün sayısı belirtiliyor.

Greg son sınıfa ve bu yaşına kadar kimseye bulaşmayan, ortamda sivrilmeyerek kimsenin dikkatini çekmeyen dolayısıyla dost edinmediği gibi düşmanlardan da uzak duran bir tarz seçmişken birden göz önünde de olmaya başlamıştır.

Gittikçe Rachel’in hastalığı ilerler. Kemoterapi dolayısıyla kendini daha da hasta hissettiğini, artık tedaviyi bırakacağını söyleyince Rachel Greg ile tartışır. Bu durumu kabul edemeyen Greg bir daha görüşmez. Ta ki okul balosunun olduğu gün, yaptığı filmi hastane odasında Rachel’e izletene kadar.

Minik bir sahnesi olan karakterleri bile sevdiğim, buraya yazmayıp izleyecek olanların keyfini bozmak istemediğim sahnelerle güldüğüm, iç geçirdiğim, hayran kaldığım, ağladığım bir film. Büyümek acısına hayatın diğer acıları da eklendiğinde hayat iyice çekilmez olabiliyor. Ama Polyannacılık yapmak gibi oluyorsa da olsun, umut her zaman var.

Ali Özbaş'ın sinema yazılarının tamamına ulaşmak için burayı ziyaret edebilirsiniz.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam