16/07/2012 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Mann, aşkın mümkün ve gerekli olduğunu, tutkununsa insanı en büyük zayıflıklardan uyandıracak denli sert olabileceğini unutmamak gerektiğini anlatıyor ’Aldanan Kadın’da.

20. asrın öyküsünü en iyi anlatan ve onun gündeliğiyle sosyolojisini bir arada en iyi kurgulayan yazar kim sorusuna verilecek cevaplardan biri de Thomas Mann. Mann, 1929 yılında Nobel Edebiyat Ödülü ile taçlandırılmış ‘Aldanan Kadın’ romanı ise Mann’ın dönemin sosyal psikolojisine ve bireysel travmalarına dair usta gözlemciliğinin bir kanıtı gibi. Üstelik Mann, Alman Romantizmi akımının “geç dönem” temsilcilerinden biri olarak eşlerinin ölümlerinin ardından “geride kalan” kadınlardan birinin hikayesini anlatıyor. 

“Uzun öykü” olarak yayıncı tarafından tanımlanan; giriş bölümündeki betimlemelerle özellikle Birinci Dünya Savaşı dönemi fotoğraflarına aşina olanlar için fazlasıyla tanıdık bir “savaş sonrası” aile fotoğrafını (elbette ki bazı fertler eksik) tasvir eden kitap, ailenin asker babasının 1920’lerde bir trafik kazasında hayatını yitirmesi sonucu ardakalanları anlatarak çıkıyor yola. Kitabın henüz başında Mann’ın “çizdiği” karakterler ve özellikle de erken kaybedilen baba figure Mann’ın henüz on altı yaşındayken kaybettiği babasından esinlenmiş olabilir. Zaten Mann’ın eserleri ve hayatı algılama biçimi de göz önüne alındığında yaratcılığını şahsi yaşantılarından alan bu adamın, şahsi olanı genele yayma çabasının ne denli mühim olduğunu görebiliyoruz. 
 
Mann’ın en önemli özelliklerinden biri olan tasvir, orta sınıfa ait ve rahatça süren yalnız hayatını resimleriyle katlanılır hale getirmeye çalışan Rosalie’nin (anne) kızı ve oğluyla ilişkisine dair bir çözümleme ve evlatların fiziksel detaylarında çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Daha kitabın ilk sayfalarında zihninizdeki kameraların her şeyi “daha kahverengi” çektiğini görüyorsunuz. Genç ve güzel ama 20’lerin ve belki de bugünün berbat “güzellik” ideolojisinin gözünde “eksik” biri olarak tanımlanan Fraulein’in donuk ve mesafeli gözlerinin içine baktığınızdaysa 20’lerde ve belki de bugün de kadın olmanın nasıl bir “cehennem”e erkeklerce dönüştürüldüğünü görmek kolay. Zaten annesi ve genç kadın arasındaki ilişkideki hem rekabetçi hem de romantic yan tam da bu “erkeklerin cehennemi” içerisinde var olma savaşına dair bir şey. 
 
Bir gri dünya 
Kitabın başından sonuna dek eksik olmayan “ölüm duygusu” ise muhtemelen hikâyenin yazarın ölümünden önce tamamladığı son eseri olmasından kaynaklanıyor. Zaten birçok kaynakta da belirtildiği üzere Mann’ın edebi döngüsünü bu ölümle tamamladığını söylemek çok da uçuk bir tespit olmayacaktır. 
 
Kitap boyunca 20’ler dendiğinde akla gelen gri kentlerden çok Frau Rosalie von Tümmler ve kızı Anna ile oğlunun yaşadığı çevrenin tasviri oluyor ki, Rosalie’yi bir gri dünyanın “kabullenmiş kadını” rolünden sıyırıp döneminde “ahlaksızca” olmakla suçlanan bir tutkuya sürükleyen de belki de kitabın da bize sunmaya çalıştığı Rosalie’yi hem sanata hem de onu anımsatan güzel şeylere düşkün kılan bu doğa oluyor. Rosalie’yi 20’li yılların atmosferinde böyle yazabilmesi ise Mann’ın başarısı olsa gerek, keza renkli kadın portreleri fazlasıyla kurgusallaşmadıkları sürece, hatta çok üst sınıfa yahut radikal bir tabakaya dahil olmadıkları sürece Mann’ın kaleminden çıktığı denli renkli anlatılmıyor; Mann’ın cinsel yönelimi de göz önüne alındığında kadın doğasına heteroseksist bir açıdan bakmak yerine daha olumlu bir açıdan –dönemi içinde değerlendirildiğinde- bakıyor olması ise doğal denebilir.
 
Aşk savaşı 
Kitabın asıl konusunu oluşturan Rosalie’nin “tutkuları ile yüzleşmesi” Mann’ın kaleminden şu cümleyle dökülüyor: “Müthiş bir huzursuzlukla geçen gecenin ve birkaç saatlik derin sabah uykusunun ardından ilk düşüncesiyse ona darbe vuran ve onu kutsayan, engellemeyi ve ahlaken reddetmeyi aklından bile geçirmediği tutkusu oldu.” Mann’ın kendi ağzından “artık akmayan bir çeşme” olarak tanımladığı Rosalie’nin oğlunun öğretmenine duyduğu karşılıksız olmayan bu tutkunun dönemsel sosyal koşullarla birlikte daha güzel bir özeti yapılabilir miydi? Pişmanlığın tutkuya karşı aldığı mağlubiyetten daha afili bir romantizm örneği var mıdır sahiden? Peki ya bu tutkunun sahiciliği ve sürdürülebilirliği? Zaten eşini kaybetmiş bir kadın olarak Rosalie’nin eşinin “pek hareketli” ve “pek az sadık” geçmişinden kalma yaraları da düşünüldüğünde kendine açtığı o özgür alanın aslında sanılanın aksine ne kadar yaralayıcı olabileceğini de kitap boyunca görebiliyoruz. Ken’in (öğretmen) bir kaçamak mı, bir basamak mı yoksa son durka mı olduğuna dair soru hiç de bir “soap opera” problemi olmuyor, ötesine de geçip bizzat dönemin toplumsal cinsiyet kalıpları içerisinde mutluluğunu arayan bir kadının hikâyesine atıfta bulunuyor. Dahası o kadının “mutlu” bir ölüme ulaşabileceğine dair umut aşılamaktan da geri durmuyor. Elbette Rosalie’nin yaşı kadar sınıfsal statüsü de onun var oluş ve “aşk” savaşında kendisinin elde ettiği başarının arkasında yatan etmenlerden; ancak kendi evlatlarının algısına ve ölüme karşı verdiği eşzamanlı mücadele akıllara kazınacak türden. 
 
Doğanın ihtişamına ve aşka eşit biçimde kendini kaptırmış bir kadının ölüme giden yolculuğu 20’lerin arka fonda olduğu bir öyküde hiç de bayağı durmuyor, dahası aşkın mümkün ve gerekli olduğu, tutkununsa insanı en büyük düşkünlüklerden ve zayıflıklardan uyandıracak denli sert olabileceğini unutmamak gerektiği kitap boyunca kimbilir kaç kez içimize fısıldanıyor. Üstelik Mann’ın eşcinselliğinden aldığı deneyimler ve bakış açısı ile birlikte sorguladığı aile, tek eşlilik gibi kavramlara yönelik yıkıcı çözümlemeleri, kadının erkek bedeninin ölüsüne dahi “sonsuz sadakati” beklenen bu dünyada fazlasıyla önemli bir yer arz ediyor. Böylesi bir öykünün 1929’da ödül alması ise Türkiye ’de bayağı bir dizi haline getirilip kadınlığın aşağılanması için kullanılabilecekken dünyanın farklı yerlerinde edebi ve siyasal olarak nasıl bir algıyla ölçüldüğünün, romantizmin bayağılıktan nasıl sıyrılabildiğinin harika bir örneği oluyor. 
 
ALDANAN KADIN 
Thomas Mann 
Çeviren: Esen Tezel 
Can Yayınları 
2012, 96 sayfa, 8 TL.

Etiketler: kültür sanat
nefret