28/11/2014 | Yazar: Gülsüm Depeli

Çok yazıldı, söylendi, yıkılmak diktatörlüğün ‘fıtrat’ında vardır, diye. Bence öyle değil. Bence bu mücadele fıtrata teslim edilmeyecek kadar bizimdir

Çok yazıldı, söylendi, yıkılmak diktatörlüğün “fıtrat”ında vardır, diye. Bence öyle değil. Bence bu mücadele fıtrata teslim edilmeyecek kadar bizimdir

Türkiye’de yaklaşık 2011 dönemecinden itibaren devletin ve sermayenin cinayetleri, niceliksel verilerle kendini kanıtlayan bir katletme makinesi gibi işliyor; rakamlar cinayeti bilimselleştiren fetişler gibi; bu yazıda hiçbir doğrudan rakam anmayacağım. Peş peşe gelen ölümlerin kronolojisi bulanıyor artık zihnimizde: Öyle ki mevcut iktidarın şevkle benimsediği yeni kapitalizmin kendini yasaya dönüştüren dili içinde kendimizi “bunu okuyanlar bunu da okudu” algoritmasında kayıtsızca ve umutsuzca gezinirken buluyoruz adeta: Roboski’yi okuyanlar Reyhanlı’yı da okudu. Soma katliamını okuyanlar Ermenek’teki, Şırnak’taki maden cinayetlerini de okudu; derledi topladı bir senede ölen işçi sayısını veren dört haneli bir rakamı da bir nefeste okudu. Aynı haberi okuyanlar, Ispartalı mevsimlik işçilerin ölümünü de, İstanbul’da Torun Center inşaatında asansör faciasında yaşamını kaybedenleri de, nefes kaybetmeden hemen üstüne denizin ortasında ölen Suriyeli mültecileri de okudu. Gezi’nin direnişte düşen Alevi çocuklarını okuyanlara illa ki zorla bir de cemevinde polisin kurşunuyla katledilen Uğur Kurt okutuldu. Bizi bize söylüyoruz; Kobane direnişi başladıktan sonraki günlerde öldürülen gençleri de okuduk. Okumanın da ötesine geçiyoruz bazen, medyada her gün katledilen kadınları seyreden bizler, aynı uyuntu bakışlarımızla trans cinayetlerini de seyrediyoruz… Hatırlarsınız, geçen yaz durağa giren otobüslerin, kendi kendine yanan otobüs içinde ölen insanların, başına kalas düşenlerin, bedenine inşaat demiri saplananların, havuzda denizde boğulanların haberlerini okuduk; medya adeta ölümde yaz programlarına girmiş gibiydi. Yeri ve kimliği tespit edilemeyen trafik canavarının yol kestiği ve can aldığı zaten her daim malumumuz; onları düzenli olarak banal ölüm kategorisinde ana haberlerin sonlarında tüketiyoruz.

Sokaklar tenhalaştı; evde televizyon başında küfrederken yalnızız. Ölümleri ölen bir akrabamızmış ama aslında 20 yıldır görmediğimiz biriymiş gibi izliyoruz; bize yakın ama uzaklar… Aramızda kimlik bağı, politik hareket, örgüt bağı vs. gibi bir maneviyatı çağıramadıkça, ölümlerin hesabını, politik anlamını dahi pek uzun boylu sormaz olmaya başladık sanki. Her toplumsal grup ve kimlik kategorisi kendi kayıplarının izini sürerken, bir yandan da bu şiddet aslında tüm ezilenleri aynı anda içine alıyor. İşçiler çok yalnız ölüyor, kadınlar çok yalnız, çocuklar çok… İşçiler işçilerin, Kürtler Kürtlerin, Aleviler Alevilerin, Ermeniler Ermenilerin mi yoldaşı? Kadınları da kadınlara mı teslim edelim? Eşcinseller? Peki ya çocuklar? Ağaçlar kimin kardeşi?… Kolektif bir düş kurmanın hayali mi kompartımanlaştı ne? Böylesinin iyi olduğundan hiç emin değilim.
Ölümler diyordum… Ölümler konusunda dünümüzden gelen belleklerimiz bizi ancak kırımlara çıkarıyor. Bugünümüz ise ele geçirilmiş halde; günlük belleğimiz sürekli ölümle güncelleniyor. Bütün bu cinayetlerin politik niteliğini bize tam da rakamsal yığmalar yoluyla unutturuyorlar. İktidarın saldırıları yoğunlaştırdığı, işlediği cinayetleri “adet” üzerinden hesapladığı şu günlerde adeta toksik yüklenme yaşıyor gibiyiz. Hem unutkan, hem kayıtsız, hem uyuntu ve hem de yer yer sosyal medya konformistiyiz (sözüm meclisten içeri). Yaratılan kesintisiz şiddet atmosferinin aslında tam da bu amaçla programlandığını söylersem kim yanlışlayabilir ki beni? Muhalefeti yaratıcı bir politik hamleden koparıp, kesif, ufuksuz ve hırçın bir öfkeye savurmak iktidarın bizzat amacı. Komplo teorisine hiç benzemiyor bu söylediğim, bir saldırı tekniğini bütünlüklü olarak görmek ve tanımak çabası benimki. Zira kapitalizmin ve devletlerin her zaman bir öldürme politikası vardır. Şimdi de var.
 
Tarih sürüyor; içinden geçtiğimiz dönemeçte yeni bir vahşet döngüsüne tanık oluyoruz. 19. yüzyılın sermaye saldırısının şiddetini yinelemeye soyunmuş yeni kapitalist iştah, insanı kapitalizmin çarkında harcanacak yığın malzeme gibi görüyor: İnsan artık bir kez daha “harcanarak bitebilir”, “ıskartaya çıkarılabilir” ve “ölebilir” bir beden. İçinden geçtiğimiz çağda, Aydınlanmanın tarihsel icadı yurttaşlık dahi, siyasi ve hukuki bir tanım olarak adım adım iptal ediliyor gibi; makbul yurttaşlık bir yana artık maktul sınırındayız.
 
Üzerinde yaşadığımız coğrafya ise şiddetin dünyaya özgün bir resmini vermekte hevesli görünüyor. Nitekim tam da bu süreçle koşut olarak iktidar, ölüm konusunda arkaik diyebileceğimiz bir algı ve duygu pedagojisini yeniden devreye sokuyor; fıtrat diyor. Böylelikle toplumu ölümün gündelik bilgisiyle yaşamaya alıştırıyor. Fıtrat ölüm, tatlı ölüm, acısız ölüm, gibi ifadelerle toplumun ölüme yakınlaşmasını, ölümün fikrine ve izlediği dehşet tablosuna karşı yatışmasını vaz ediyorlar. Bundandır, fütursuzlar. Ölümlerin hesabını vermeyi, ölümleri durdurmayı aklına bile düşürmüyorlar. Fakat ölenlere Allah’tan rahmet dileme, geride kalanların çocuklarının yanağına öpücük kondurma konusunda ihtimamlı, titiz ve hatta heveskârlar. Zira cenazelerden eksik kalmamak İslamcı muhafazakâr inceliğin gereğindendir(!). Taziyelerde buluşmak gibisi yoktur onlar için; cenazeyi severler.
 
Amaç toplumu ölüme karşı yatıştırmak değil tek başına: İktidarın karşısına aldığı bütün toplumsal gruplara karşı, linçte ortaklaşacağı bir toplumsallık yaratmak programı bu aynı zamanda: Bazıları ölürken bazıları seyredecek, hatta taraf olacak; esnaf hem asker, hem polis, hem alperen, hem kahraman ve hem hâkim olacak.
 
O yüzden, diktatörleşmekte olan iktidarın yinelemeleri yoluyla alıştığımız ve hatta ironiyle dilimize dolar olduğumuz İslam referanslı bu fıtrat sözcüğü vazifelidir. Onu ciddiye alalım, ama elbette alaşağı etmenin mücadele hattını örgütleyebilmek için. Onun vazifesi toplumsal ekolojiyi korkuyla, bundan böyle hesabı verilmeyecek ölümlerle biçimlendirmektir. Ekonomik, sosyo-kültürel, siyasi ve ideolojik olarak devreye sokulan dehşet programatiğini, algıda kolay eriyen, midede çabuk sindirilen bir forma sokmaktır; muhafazakârlığın mahfazasıdır fıtrat. İktidar “fıtrat” sözcüğünü boşuna diline dolamıyor yani. Kimliğe, cinse ve sınıfa dayalı bütün eşitsizlikleri, baskıyı, şiddeti ve ölümleri olağanlaştırmanın yolunu “fıtrat”tan boşuna geçirmiyor. Söylemin operasyon olarak işlediği zamanlardan geçiyoruz. Mizansen gerçek sonuçlar üretiyor. Kendinden olmayan herkese, insanlarla birlikte ağaçlara da yönelen bu saldırı, tarihsel olarak modernizm öncesi iktidarların yöntemini anımsatıyor. Ama tabi daha sofistike tekniklerle: Gazla, TOMA’yla, silahla, gaz kapsülüyle, vinçle… Bu tanık olduğumuz şiddet, köklerinden sökebilmenin, sokağından sürebilmenin, kellesini alabilmenin, daha açık haliyle hükmetmenin gösterisi. Sermaye diktatörlüğünün grameri bu; ölümsüzlük düşünü öldürdükleri üzerine bina etmek. Bedene ve doğaya kazınmak yoluyla ölümsüzleşmek.
 
Ecelimizle ölmemiz Allah’tan, devlet ve sermaye eliyle ölümümüz fıtrattan… (mı)? Yok daha neler! Biz buna pabuç bırakmayız. Biliriz: Diktatörlükler korkularıyla vardır; onların gece ve gündüz düşlerine musallatlar listesi kabarıktır. O listede adımız yazılı, hakkını verelim: Rüyasından kovsa aklına düşelim, aklından silkelese, tüy olup dilinde bitelim. Çok yazıldı, söylendi, yıkılmak diktatörlüğün “fıtrat”ında vardır, diye. Bence öyle değil. Bence bu mücadele fıtrata teslim edilmeyecek kadar bizimdir. Aklımdaki soru pek çoğumuzun aklında elbette: Nasıl? Bilmiyorum, birlikte bileceğiz… Başka bir dünyanın mümkünlüğü için düşlerimiz damar damar birleşmeli…(Sendika.Org)

Fotoğraflar: Torba yasa protestosu -  Gülistan Aydoğdu / Kaos GL 

Etiketler: medya
İstihdam