09/03/2016 | Yazar: Cihan Dağ

Eğer bana bugün bir şey alırsa bu borç defteri kapanacaktı. Borç selamı baki tutar der eskiler. Selamından eksik kalmak istemem.

Hayatımın ikinci yarısı tam olarak nerede başladı bilmiyorum. Ama neredeyse bir senedir bir sürü tesadüfün hayatımı özenle şekillendirdiğini söyleyebilirim. Tesadüflerin özeni olur mu? Ya da tesadüfler evrenin bize özenmesi sonucu mu gerçekleşir? Bilmediğim o kadar çok şey var ki... Onca durak, masa, insan, sohbet ve adımdan sonra onu tanımak tutarsız kaldığım tesadüflerin en hasıydı.

Aylar önce geçirdiğimiz o ilk ve tek günü yazmasaydım acaba şimdiki kadar hafızamda taze kalabilir miydi? 21 Mart gecesi Taksim'de tanıdık biri olmayınca sıkılıp çıkmak üzere olduğum barın girişinde karşılaştım Salih ile. Berk “nereye gidiyorsun?” dediğinde, “kimse yok, sıkıldım, çıkıyordum” cümlesindeki “kimse yok” sözcüğünün Berk'i ve yanındaki arkadaşlarını görünce ne kadar komik durduğunu an itibari ile anlamıştım. Berk'in “ biz varız ya” demesiyle yeniden barın içindeki kalabalığa daldık.

Bir konser alanındaki sahne önü kalabalığı vardı barın her yanında. Kalabalık biraz dağılana kadar bahçede sigara içip, sohbet etmenin mantıklı olacağını düşündük. Bahçenin bol dumanlı ve bol tanıdıklı ortamında dikkatim dağılmadı değil. Sonraki günlerde gecenin başından beri Salih'in etrafına ilmek ilmek kendimi ördüğümü fark ettim. Benimle paylaştığı birasını yudumlarken renkli ve dik çizgilerle kaplı yeleğini, dar pantolonunu, kirli sakallarını, kıvrımlı bıyıklarını izlemek gecenin en hatırlanası anlarındandı.

Cumartesi gecesi barın seyrekleşmesini beklemek epey iyimserlik olacağından daha fazla beklemeden kendimizi dans pistine attık. Kalabalığın içinde el ele tutuşarak ilerlerken bir elimin Salih'in elini tutması ilk başlarda çok bir anlam ifade etmemişti. Dokunduğum elin diğer ellerden sıcak olduğunu ayırt edememiştim o an. Durduğum iskelenin altındaki suyun boyumun en fazla iki katı kadar derinliği olabileceğini düşünmüş ve bir kere ıslanıp çıkmayı hedeflemiştim. Fakat içine atladığımda fark ettim ki suyun dibinin gözükmesi sığlığından değil berraklığındanmış.

Pistte hep birlikte dans ederken, kıyısında dolaşıyordum O'nun. Suyuna girip girmemekte tereddüt ediyor, ellerimi üstünde gezdirip suyun sıcaklığına bakıyordum. Ellerim alıştığındaysa kulaç atmaya başlamıştım Salih'in sırtında. Lakin dudaklarım suya değmemişti daha.

Müzik, kanımdaki tektonik hareketlere yenilerini ekleyen kalbimi kulaklarım aracılığıyla esir almıştı. Dans pistinde müziği hücrelerime kadar taşırken zaman ilerledikçe onu daha faza arzuladığımı cebimdeki hacı yatmazdan anlıyordum. Gözlerim, kollarını yukarı kaldırarak oynadığı anlarda yükselen tişörtünün altından görünen beline takılıyordu. İnsan vücudunun üç yerinde bulanabilen gamzelerin, uğrak yerlerinden biri olan kalça ile belin birbirine karıştığı o sınırda dudaklarımı gezdirdiğimi hayal ettirmekten kendimi alamıyordum.

Sokakta biraz içmek için bardan çıkmıştık. Tuborg mu, Efes mi? Kararsızlığımı hatırlıyor, kararımı es geçiyorum. Zira birayı içmek için oturduğumuz kapı önü merdiveninde, önüme Salih oturunca tüm duyularım sırtının bacaklarıma değdiği yerde toplanmıştı. Hal böyle iken ne tadını hatırlıyorum biranın ne de markasını. Önümüzden geçen taksiler, yudumlanan biralar, ağız dolusu güldüren espriler,  önünde oturduğumuz binaya giren beyaz kürklü trans kadın... Tüm bunlar Salih'in önümde oturup bana yaslanmasının yanında dekor özelliği taşıyordu.

Sabahın beşinde mekan artık boşaltıldığı için barın emanetçisinden eşyalarımızı alıp başka bir mekana gitmek için ara sokaklarda yürümeye başladık. Dört arkadaş yürür iken içkinin de etkisiyle kahkahalarımız bu dar sokaklardan kendini kurtarıp daha geniş alanlarda göğsünü dolduruyordu.

Bir hikâye nasıl olur? Gerçeği anlatarak mı başlamalı işe? Yoksa güneşli bir günde elimizi balçığa mı bulamalıyız?  Onunla Kadıköy İskelesinde oturup iskeleye yanaşan vapura bakarken, bana İngiltere'ye gitme sebeplerinden bahsetmesinden duyduğum rahatsızlığı ve “kendin için ne iyiyse, onu yap”  deyişimin altındaki samimiyeti anlatmalı mıyım mesela? Metrobüste ters tarafa bakan koltuklarda yan yana otururken ineceğimiz yerde ayrılacağımız gerçeğine sırt çevirmiş olduğumuzu belirtsem hikâye gerçeklikten uzaklaşır mı? Sabahın yedisinde Taksim'deki o bardan çıktığımızda mekânın karanlığının ve alkolün verdiği etkinin aydınlıkla paçalarımızdan döküldüğü anı es geçersem hikâyenin büyüsüne haksızlık etmiş olur muyum? Evine gelen tesisatçıya üstü kapalı verdiği kahve sözünü kıskandığımı belirtsem detaylarla boğar mıyım hikâyeyi?

Tüm soru işaretlerini çengellerinden kışlıkların arasına astım ve hikâyeme rahat bir nefes aldırmak için, bir hikâye içten geldiği gibi yazılır deyip, aklıma gelenlerin kağıdın üzerindeki sürtünme kuvvetine şaşarak yazmaya devam ettim.

Acele edilerek alınmış olmasının verdiği rahatsızlıkla elimde tuttuğum kitabın ön sayfasına bir not düşünüyordum. Kadıköy'ün sokaklarında yürürken... Kalem çekimser bir dudak gibi defalarca hareketlenip durdu. Ardından yazılabilecek en anlamlı cümleyi yazdım:

“Sayende tesadüflere karşı tutarsız kaldım”

Bu cümle hem sitemi, hem hüznü, hem aşkı, hem de yaşadığımız günü anlatıyordu. Kitabı verdiğimde şaşırmıştı. Az önce kalktığımız masada ona bir kitap hediye etmek istediğimi söylememe rağmen... Kendini kötü hissettiğini ve kendisinin de bir şeyler almak istediğini söyledi. Böyle bir şeyi kesinlikle istemediğimi belirttim. Eğer bana bugün bir şey alırsa bu borç defteri kapanacaktı. Borç selamı baki tutar der eskiler. Selamından eksik kalmak istemem.

Gülerek bizi ayıracak o yolu yürümeye devam ettik. Her söz, bir sn söz edasında aceleyle çıkıyordu ağzımızdan. Ona sorduğum onca soru arasında bir tek “bir daha ne zaman gelirsin?” sorusu yoktu. Gereksiz gördüm o anda. Şimdi düşününce belki de en gerekli soru oydu.

“Mektup Yazalım Birbirimize”

Bu öneri ondan geldiğinde, kaç insanın bu sözü birbirine verip tutmadığını düşündüm. Ama gerçekleşir ise eğer, hayatım boyunca saklayacağım sararmış mektuplarımı ara sıra açıp okuduğum anların hayali tenime tüy değmiş gibi ürpertti beni. Bana verdiği kitap sözünün yanına şimdi de mektup sözünü iliştirmişti. Verdiği sözlerin sayısı çoğaldıkça gerçekleştirilmemiş sözlerin ağırlığını hatırladım.

Her insana bir şans vermeli dedim içimden. Geçmişte kalmış insanların yarattığı güvensizlikten yaptığım kalkanımı ona karşı kullanmak zorunda değildim. Mülkiyetsiz sevmeyi öğrendik sonuçta. Sayısız gözyaşı, sayısız ten ve sayısız şiirden sonra... Şimdi düşünüyorum da; sözünü tutmasa ne fark eder, tutsa çok şey...

Mektubunun elime ulaşması haftalar sürdü. Hafta dediğin lafın gelişi. Aylara denk tutsan sırıtmaz gerçeğin yanında. İşten eve her geldiğimde -hatta eve gelmeden telefonla- anneme mektubun gelip gelmediğini sormak ve günler geçtikçe cümlelerin sonundaki soru işaretinin kaderi bir orağınkine benziyor, körleşiyor zamanla. Beklemekten ne zarar gelir? Her gün sorulan bir sorunun cilası eskirse cevaplayan kişinin sabrı tükenir mi? Cevapları umursamadan bekliyorum. Her şeyi kesip atan bir mektup olsa dahi belirsizliğin oluşturduğu bu nefes darlığından kurtulurum en azından.

Beklemek; günleri kolileyip sırtına yüklemek adeta. İki yazı bekliyorum; biri kaleminden çıkacak olan yazı, diğeri güneş ikramı olan yazı. İlkokul bilgisidir: sesteş kelimeler aynı şekilde yazılır ve okunur ama anlamları farklıdır. Sesteş kelimelerin ürediği böyle bir dilde sana yazmak istemezdim. Yüz deyince yüzünü, ayrı durduğumuz yüz küsur günü, beraber bu yaz bozcada denizinde yüzme planlarımızı hatırlamazdım o zaman.

Mektubunu beklediğim bu süreçte paranoyakça fikirlere kapılmadım değil. Mektubun benden önce anneme geçtiğini ve mektubu imha ettiğini düşündüm mesela. Senin aslında hiç mektup göndermediğini ve bana yalan söylediğin de aklımdan geçti. Ama şaşırmıyorum kendime. Çünkü bunlar beklemenin insan zihnine yan etkileri. Neyse ki kullanım talimatlarından haberdarım.

Bostancı minibüslerinin olduğu durağa varmıştık. Yarım dolu bir minibüs durakta bekliyordu. Ayrılığın rengi o an dolmuş sarısıydı. Önünde durduğumuz iş hanının kapalı kepenklerine daldı gözüm birkaç saniye. Sonra kül mavisi gözlerine baktım, o ise acı kahve gözlerime. O küllerini taşıyordu gözlerinde eski aşklarının, bense acılarını. Gözbebeklerimiz büyüdü birbirimize bakarken. Koyu bir daire içine sığdı portrelerimiz. O an birbirimize ne söyledik, ayrılık cümlesi olarak neyi seçtik hatırlamıyorum. Asıl hatırlamam gereken şeyi her an sırtımda hissetmenin huzurunu taşıyorum sadece. Beni saran gövdesi hala burada sanki o andan beri. Bir mektubunda gittiğin o yerde hala ardından bakıyorum demişti.

Bir insanı o şekilde annesi sarar, babası sarar, kardeşi sarar… Başkası saramaz o şekilde. Belki onlar da saramaz onun sardığı gibi. Kolları, varlığımızın yokluğumuza dönüşmemesi için sıkıca gövdemize kenetlenmişti. Bir ceviz kabuğunun iki yarım küresiydik o an. Ayrılsak özümüz yere düşecek sanki aramızdan. Bostancı dolmuşunun korna sesi eski bir saatin toz biriktiren tik takları ile eşdeğerdi.

Zaman olgunlaştırdı bu kucaklaşmayı. Ayrıldık ceviz kabukları gibi. Ve bir kez ayrılan ceviz kabuklarının bir daha birleşmediğini hatırladım, doğası gereği…  Dolmuşa bindiğimde biraz sonra gözyaşlarımın boşalacağını iliklerime kadar hissettim. Geriye baktığımda her sadık yolculayan gibi dolmuş hareket edene kadar oradaydı.

O ilk başlarda, öncesinin sanki hiç yaşanmadığı, gri bir toz bulutunun önünde adım attığı enkazlarımı unuttuğum o anlarda büsbütün O'nu düşünüyordum. Yanından ayrılıp gittiğimde Bostancı'da bir kafede karşımda oturan Neslihan'a seninle bu masaya oturmadan önce hayatımın en ilginç ve unutulmaz gecelerinden birini yaşadım diyen gözlerimi nereye saklayacağımı bilemedim.

Uykusuzdum... Uykuya bu kadar düşkün birinin nasıl olur da 36 saat uyumadan bir fiil dolaştıktan sonra aklına uyku gelmezdi. Bunca yorgunluğa rağmen Heybeli Ada'ya bisiklet sürüp, şarkılar söylemek ve yolculuğu ananas dilimleriyle taçlandırmak...  Kaslarım bu dirayeti, göz kapaklarım bu hazırolda bekleyişini neye borçluydu?

Sahil kenarında otururken ve dinlerken Neslihan'ın sesinden 'Kıyısız Deniz' şarkısını, aklıma gelmemen imkânsızdı. Neslihan'a o an her şeyi anlatmak istedim. Ama sonra sustum.  Söylesem ağzımdan çıkan kelimeler bir ışık huzmesi gibi yansıyarak çoğalacak ve her yana yayılacak gibi hissettim. Bostancı sahilinde çekirdek satan bir çocuğu güldürecekti sanki sözlerim. Bu yüzden güneşin batmasını bekledim.

Adadan ayrılırken vapurun üst katına aceleci adımlarla çıktık. Vapurun bordo rengindeki deri koltuklarına oturup sırtımızı arkaya yasladığımızda güneş çoktan batmıştı. Bu güne kadar birçok edebiyatçının binlerce benzetme yaparak anlatmaya çalıştığı bir renk cümbüşü ufukta yerini almıştı. Neslihan'a sakince dönüp, onlarca kez içimde provasını yaptığım gibi “sana anlatacağım bir hikâye” var dedim. Bunu söylediğimde Neslihan'ın saçındaki hayat dolu kıvrımlar dikkatimi çekmiş ve beni rahatlatmıştı. Yüzüne sabahtan beri bunu dememi beklediğini belli eden bir gülümseme yerleşti.  İtişerek düştüler dilimden tüm sözcükler. Sırasını şaşmış anlar, birbirine girmiş karakterler,  önceliğini şaşırmış sözler saçıldı dört bir yana. Lakin hikâyenin güzelliğinden olsa gerek tüm parçalar bir su damlası gibi toplandı Neslihan ile ortamızda.

“Etkilenmişsin” dedi.

“Evet, etkilendim.  Tatlı bir anı olarak mazimde yer edecek. Ama o kadar...” dedim.

Aylar sonra etkilendim demekle ne büyük bir yalanın altına imza attığımı şimdi anıyorum. Bu yola düşmemin nedeni ondan etkilenmem değildi. Ben âşık olmuştum...


Etiketler:
İstihdam