20/09/2010 | Yazar: Deniz Deniz

İran Devrimi'nin fikir babaları arasında yer alan ancak daha sonra sürgünde bulunduğu Londra'da şaibeli bir şekilde hayata veda eden Dr.

İran Devrimi'nin fikir babaları arasında yer alan ancak daha sonra sürgünde bulunduğu Londra'da şaibeli bir şekilde hayata veda eden Dr. Ali Şeriati "Paranın tanrısallaştırıldığı yerde din de yalandır, insan da" der. İşte bu insanı benliğinden eden kapital (para), ne yazık ki varoluş alanları büyük ölçüde "bar-kulüp-cafe" arasında sıkıştırılmış bir kitle olan eşcinsel kitle için birincil derecede belirleyici unsur olmuştur. Aynı şekilde dahası o kitlenin bazı kesimlerin gözünde "kapitalizmin artıkları" olarak tanımlanmalarına da sebep teşkil etmiştir. Ergenekon Terör Örgütü üyeliği iddiasıyla tutuklu bulunan İP Başkanı Doğu Perinçek'in eşcinsel kitleyi kapitalizmle ilişkilendiren hezeyanları, daha geçenlerde bir başka sözüm ona devrimci grup (Yürüyüş Dergisi) tarafından bu kez daha sert ve hakarete varan şekilde yeniden dillendirildi. Aslında bu suçlamaların arka planında yatan gerekçe ise girişte sözünü ettiğimiz sıkıştırılmışlıktan başka bir şey değil. Eşcinsel kitleyi kapitalizmle ilişkilendiren ideologların ya bilerek ya da bilmeden gözden kaçırdıkları bir husus var ki o da şu: "Evet, eşcinsel kitleler özellikle batı'da kapitalist çarkın kullandığı önemli bir kesim halini aldı. Ancak eşcinseller ve eşcinsellik kapitalizmin bir sonucu olarak doğmadı. Hep vardılar. Bir düşüncenin bir kitleyi kullanması, o kitlenin o düşünceden doğduğu anlamına gelmez."
 
İşte Türkiye'de "sol" kesimden bazılarının anlayamadığı da bu aslında. Peki, bizim benim görebildiğim bu önemli unsuru koca koca ideologların görmemesi mümkün mü? Elbette değil, ancak onlar, sahip oldukları katı materyalist felsefenin zorlamaları altında böyle görmek istedikleri için böyle görmekte ısrar ediyorlar. İnsanlık tarihi boyunca var olan bir gerçekliği ruhsuz Marksist felsefeden esinlenerek, ekonomik sistemin türevi olarak görmek, eşcinselliği ve eşcinselleri bu şekilde tarif ederek, bu kitleyi adeta bir müzik akımına benzetmektedirler. Kapitalist teknoloji popu doğurduğuna göre kapitalist tüketim de eşcinselliği türetmiştir. Söylenen budur aslında. Oysa düz mantıkla bakıldığında kapitalizmin sadece geyleri değil, aslında en çok heteroseksüelleri kullandığı görülecektir. O zaman aynı kişilerin heteroseksüelleri de kapitalizmin artıkları olarak görmesi gerekirdi. Vahşi kapitalizmle mücadele edeyim derken "mazlum" olan eşcinsel kitleyi günah keçisi olarak görmekte ısrar etmek "fikrî Hortum Süleymancılık" değildir de nedir?
 
Bu girişten sonra ana konumuz olan genel anlamda eşcinsellik ve yoksulluk özel olarak da trans olmak ve yoksulluk konusuna başlamak gerekirse… Yıllar önce bir gey arkadaşım bana "Eğer bu âlemde rahatça yaşamak istiyorsan ya çok paran olacak ya da genç ve güzel olacaksın" demişti. Erkeklere eşcinsellik ötesinde müptela olan o arkadaşım, ne gençti ne de güzeldi. Ama buna rağmen o müptelalığını rahatlatacak düzeyde erkeği bir şekilde yatağa çekmeyi de başarırdı. Çünkü toplumun geneliyle kıyaslandığında iyi sayılacak bir ekonomik düzeye sahipti. Bazen bir akşam yemeğine bir partner bulabilmesine şahit oldukça ona hak vermekten kendimi alamıyordum. Evet, burası Türkiye, yani "paranın tanrısallaştırıldığı" bir ülkeydi. Ve o Tanrı size "eşcinsel ilişki" dâhil her kapıyı açabilirdi. Hatta istenmediğinizin haykırıldığı yerlerde dahi o Tanrı ayaklarınızın altına kırmızı halılar dahi serdirebilirdi.
 
Peki, o Tanrı'nın büyük çoğunluğuna hiç uğramadığı eşcinseller ve translar o ülkede ne âlemdeydi. Yoksul eşcinseller ve translar nasıl yaşardı. İşte bu noktada aklıma hemen o geliyor. Birkaç yıl önce kaybettiğimiz Nazan. Eşcinsel ya da trans olup da Nazan'ı duymayan var mı bilmiyorum. Nazan tüm sevimliliğine rağmen o gey arkadaşımın ortaya attığı formülün her bakımdan çok uzağındaydı. Uzun süre trans arkadaşları sahip çıktı. Ta ki sağlığını yitirene kadar. Hasta halde belki aylarca sokaklarda yaşamak zorunda kaldı. Onun için Beyoğlu'ndaki düşkünler evine bin bir umutla gittiğimi ve görevlilerden "alamayız onu çünkü o eşcinsel" yanıtını aldığımı hiç unutmadım. Ölmesine kısa süre kala bazı trans arkadaşlar son bir şans diye hastaneye kaldırdılar ama artık çok geçti. Cenazesini almaya gelen yeğenleri, "nasıl bize gelmez. O bizim dayımız her şeye rağmen ona bakardık" demişler. Tabii nerden bilsinler her şeye rağmen Nazan'ı Taksim'e bağlayan duyguyu. Biz bile bilmiyorduk ki, onu hep suçluyorduk neden ailesine gitmiyor diye. O da hep bir yalan söylerdi. "Beni analığım evde istemiyor, her gün dövüyor" derdi. Ruhun şad olsun seni gidi huysuz yalancı kör Nazan.
 
Trans ve yoksulluk denildiğinde ise aklıma başka bir isim gelir. Ceyhan Fırat, bu âlemde beni kendinde uzun süre duraklatan yegâne transseksüeldir ki, tanışmamız ise ancak "Bacak Böcek Oyunu" isimli kitabı sayesinde mümkün olmuştur. Onun dışında kendisini görmüş bile değilim. Zaten uzun zamandır İsviçre'de yaşamakta kendisi. Beni kendisinde duraklatan Fırat'ın kitabında yer alan şu yargı: "Hiçbir zaman fuhuşu bir servet edinme aracı olarak görmedi. Sadece kirasını, geçimini sağlayacak kadar çarka çıkardı."
 
Hepimizi biliyoruz ki bu ülkede transseksüel olmak eşittir fuhuş sektörü. Yüzde yüz olmasa bile büyük oranda fotoğraf bu şekilde. Evet, bu ülkede trans dediğimiz kitle bir şekilde fuhuşa zorlanmıştır, büyük bölümü fuhuş yaparak hayatını ve o uğruna pek çok şeyi teptiği kimliğini kazanabilmektedir. Tek açık kapı olsa dahi, trans ve fuhuş denildiğinde nedense aklıma hep Ceyhan Fırat’ın o yargısı gelir. Servet için değil; geçinme için fuhuşu araç görmek. Şimdi bakıyorum da beni kendine hayran bırakan Fırat'ın o etik yargısı bundan 15 yıl öncesi için geçerliymiş. Çünkü günümüzde transların çoğu zaten zorunlu olarak sadece geçimini sağlamak için fuhuşa başvurmaktalar. Günümüz şartlarında bırakın bu yoldan servet edinmeyi bir ev almak bile artık imkânsız. Servet edinmek için değil; sadece geçinebilmek için translar artık her gün çarka çıkmak zorunda. Buna rağmen geçinemeyenler var.
Fuhuş yaparak geçimini sağlamaya çalışan translardan tanıdıklarımın hepsini gelecek korkusu sarmış durumda. Kimisi intihar etmekten söz ediyor. Dile kolay, aile dışlamış, mesleğinden dışlanmış, koca bir şehirde tek başına geçinmek zorunda. Bugün neresinden bakarsanız bakın büyük bir şehirde bir transın yoksulluk sınırı en az bin beş yüz TL’dir. En az. Hadi diyelim bir ev arkadaşı bulabilirse bu rakam bin TL’ye kadar düşebilir. Peki, sokağa adım attığı anda gözaltına alınıp 69 TL para cezasına çarptırılan bir trans bu parayı nasıl kazansın. Hele bu ekonomik kriz ortamında.
 
Transları daha önce hiç olmadığı derecede gelecek korkusu sarmış durumda. Çünkü karşılarında kararlı bir iradenin bulunduğunun farkındalar. İşin kötüsü ne pahasına olursa olsun, transların var olmalarını sağlayan o kapıyı yani seks işçiliğini kapatmakta kararlı görünüyor o irade. Tekel işçilerine ve benzer durumdaki diğer işçilere 4-C kapısını gösteren iktidar, translara herhangi bir alternatif de sunmuyor işin kötüsü. Tekel işçilerininki ekmek de, translarınki zıkkımın kökü mü? Bu işçilerin eylemlerini adeta bir direniş sembolüne dönüştüren -ki bence de tekel işçilerinin mücadelesi saygın bir mücadeledir- sol seslerinden bazıları girişte de belirttiğim gibi eşcinselleri ve transları kapitalizmin artıkları olmakla, dahası sapkınlıkla suçlama gafletine düşüyor. Yıldırım Türker'in deyimiyle biri bir yemin ediyor ve bütün translar bitirilmek isteniyor. Daha önce onlara sadece fuhuş kapısını açan sistem, şimdi onu da ellerinden almış durumda. Gece sokakta ya da kulüpte fuhuş yaparak geçimini sağlamaya alıştırılmış olan translar, artık sokağa çıktığı anda gözaltına alınmakta, türlü türlü para cezalarına çarptırılmaktalar. Aynı şekilde kulüpler de baskı altında tutularak müşterilerin ayağı kesilmekte. 
 
Geçtiğimiz yıl yaşadığımız bir ölüm olayı aslında transların hangi ekonomik şartlar altında yaşadığına çok güzel bir örnek. Barda barmeidlik yaparak geçimini sağlamaya çalışan ve tabii ki geçinemeyen bir trans arkadaşımızı "eceliyle kaybettik" (Buraya dikkat lütfen! Çünkü trans âleminde eceliyle gitmek pek az rastlanan bir durumdur. ‘Hiç eceliyle ölenimiz yok’ yargısı sık sık dile getirilen bir haykırış, bir isyandır bu âlemde. Ve gerçekten de öyledir). Onun cenazesinde duyduğum bir laf olayı özetler nitelikteydi. "Kurtuldu" diyordu bir arkadaşı. Ölümün kurtuluş olarak görüldüğü bir kitlenin bu ülkedeki sosyo-ekonomik ve mutluluk çıtasının yüksekliğini varın artık siz düşünün.    


Etiketler: insan hakları
nefret