25/03/2011 | Yazar: Kaan Şimşekalp

Kurban Bayramı’nı henüz geride bıraktık.

Kurban Bayramı’nı henüz geride bıraktık. Soğuk bir bıçağın, sıcak yürekli bir hayvanın boğazında soğukkanlılıkla, ne tür bir psikolojik durum içinde gezdirilebileceğini anlamaya çalışıyorum. Doğaya ait olan, kanlı canlı, etten kemikten, üstelik sevimli varlıkların yaşamını sonlandırmak, acı verirken acı hissetmemek… İnsanlar arası etkileşimde böyle bir duygu durumu “anti-sosyal davranış” ya da “psikopati hastalığı” olarak adlandırılıyor. Tarih öncesi dönemde, savunmasız ve donanımsız insanlığın doğaya karşı verdiği haklı hayatta kalma mücadelesi kazanılmış, fakat tıpkı bir savaş sonrası sendromu gibi, kâinatın bu cesur yaratığı üzerinde inanılmaz tahribatlar bırakmıştır. Sırtımızda geleceğe doğru taşıdığımız bir tarihi insan gibi tamamlamak için, vahşetin özü ve gelişme sürecini iyice kavrayıp, el birliğiyle üstümüze yapışan bu pisliği temizleme çabasına giriştik bile. Yoksa hayatta kalma savaşı, doğaya karşı bir soykırıma, dolayısıyla insanlığın intiharına yol açacak gibi görünüyor. 

Afrika'dan yayan yola çıkıp, dünyanın her yerine yürüyen antalarımız (ana+ata) sert iklim koşullarının hüküm sürdüğü buzul çağında, doğanın da kendilerine o kadar cömert davranmaması sebebiyle, sindirim sistemleri et yemeye uygun olmamasına rağmen zoraki avlanmışlardır. İnsan bağırsağı etçil hayvanlarınkilere oranlı olarak tıpkı otçul hayvanlarınki gibi oldukça uzundur. Beslenme tarihçilerinin, mikro-biyologlar ve gen-bilimcilerle beraber yaptıkları araştırmalar homoerectus'a kadar elleri üzerinde yürüyen antalarımızın avcı değil vegan olduğuna işaret ediyor. Bir taşın bir baltaya dönüşüm süresini tahayyül edebilmemiz için, bildiğimiz tarihi kendisiyle çarpmamız gerek. Evrim süreci de yavaş işler. Başlangıçta vegandık; o yüzden bu gün bile ölüm istatistiklerini incelediğimiz vakit et yemeye bağlı hastalıklardan ölüm oranları, sigaraya bağlı ölüm oranlarının hemen arkasından gelir. Sağlımıza bu kadar zarar veren ve ayrıca nezaketle en ufak ilgisi olmayan katletme eylemini içeren etçillik, alternatifi varken, bu bilgiye vakıf uygar insan için ne kadar doğal -doğalsa bile ne kadar nazik- olabilir ve bu davranış bozukluğunun insanın insana zulmünde ne kadar payı var?
 
Adorno, uygar insanın doğaya karşı kullandığı gücün, onu bu gücü kendi türüne doğru yöneltmesi hususunda cesaretlendirdiği görüşünde. İnsanın doğal çevresini tahakküm altına alırken kullandığı güç, kendi içsel doğasını ele geçiriyor. Onu rahatlatan şık duygu, bir nefsi müdafaa hissiyatı; bağlandığı olgu ise, hayatta kalmasını mümkün kılan güç. Tıpkı Nietzsche'nin değindiği gibi, evrenin her türlü devinimindeki "En temel istenç, güç istencidir." yönelimi… Bunun yanında, insanın doğaya uyguladığı tahakküm yöntemleri ve tahakküm tarihi, insanın insana olan zulmüyle o kadar iç içedir ki, birini diğerinden ayırmadan ve bütünsellik içinde düşünmemiz elzemdir.
 
Ana konumuz olan “Linç ve Pogrom Kültürü” sürecinin köklerine inerken, çevreci yaklaşımlardan bazılarına göre, tüm savaşların temel sebebi sayılan, "İnsan doğanın üstünlüğünü kabul edip onunla uyum içinde mi yaşamalı, yoksa ona hükmetmeli mi?" sorunsalına ve bir uçta Freud'un iyimser ve umutlu perspektifi -yani insanın doğaya uyguladığı tahakkümün sosyo-kültürel getirileri- diğer yanda da Adorno'nun, insanın doğaya hâkimiyetinin sosyal yaşamın içinde barbarlıkla sonuçlandığı analizine değinmek istiyorum. Aynı paradoks felsefe tarihinde Platon ve Aristoteles arasındaki çatışmaya dek uzanıyor.
 
Adorno'nun tezini kendimce şöyle özetliyorum: Barbarlığı uyandıran ve antropolojik bir değişmez (constant) olan tahakkümün kendisi değil, bu tahakkümün, bilgi ve teknolojik birikimle olgunlaşan tarihe rağmen, sistem tarafından din, gelenek ve milliyetçilik gibi türlü Cinderella giysileriyle işine geldiği gibi sürekli şıklaştırılması ve sıradan iyi insanlar arasında barbarik bir moda yaratılmasıdır. Belki de sistemin en büyük dehası, bu kötücül inandırıcılığıdır. Profesör olmaya gerek yok; bir mitingde "Üç çocuk yapın!" diye söylev veren bir başbakanı, "Yatak odamıza girmeye nasıl cüret edersin?" diye paylamaktan ziyade alkışlamayı tercih eden yığınların maruz kaldığı şıklaştırma teknolojileri; hac dönemi ve milyonlarca hayvanı gırtlaklayıp çöl sıcağında soğutucu olmadığı için can taşıyan varlıkları ekstra-ziyan eden, sadece kendi ırkına, dinine, cinsiyetine, cinsel yönelimine ya da hayat görüşüne mensup olmadığı için bir grup insanı yok etmeye doğru harekete geçen insan yığınlarının davranış bozukluklarını hoş gösteren teknolojiler aynı desenler yoluyla işlenmiş. Çok uzun bir süre yaşanmış ve kemikleşmiş arkaik-artık duygularından soyutlanmak insana güç geliyor çünkü o, farklı bir soyut alanda tatmin olmaya alışmış.
 
Avcıların psikolojik durumu incelendiğinde, yaratıcılığa ait olan -keşfetme gibi- yetenekleri öne çıkarken, hiperaktivite (ADD ya da ADHD) sorunu da gözlemlenmiş. Freud'un yaşamaya ve ölüme doğru kurduğu diyalektiği uzantılarsak, hiperaktivite, aşka -yani yaratıcı alana- doğru yönlendirildiği vakit psikiyatrik bir hastalığı avantaja çevirebilirken, yaratıcı alandan uzaklaştığı zaman önce içeri sonra da dışarı doğru bir şiddet alanında ve sistemin dinamikleriyle beraber kanlı yolunu bulabiliyor. Bunun nedeni, hiperkonsantrasyon durumu olan bir kişi, sadece kendi kafasına göre bir iş yaparsa başarılı olabilir; aksi takdirde sürekli disiplin isteyen ve monoton işleri bünyesi almadığı için sistem içinde başarılı olamaz, yolunu bulamaz ve dışlanır. Dışlanmak şiddet sebebidir.
 
Hiperkonsantrasyon durumunun sadece ADD/ADHD hastalarına mahsus olmadığını ve her ADD/ADHD hastasının şiddet eğilimli olmayacağını belirtmek gerek. Bunun yanında, arkaik bir avcının hayatta kalmak için öldürürken edindiği psikolojik durum, bu gün artık gereksiz bir şiddet eğilimine dönüşüp hem kişi hem de sistem tarafından aklanabiliyor; bu da, yabana atılacak bir teori değil. Üstelik çağlar boyunca dünyanın tüm coğrafyalarında çok moda olan insan kurban etme eyleminin motifleri de hayvan kurban etme ve hatta günümüzün idam seremonilerinden pek farklı değil. Belki de bir hiperkonsantrasyon halinde çalışan bir sanatçının ve iş üzerindeki bir linççinin ürettiği enerji, insana, niteliksel olmasa da yoğunluk olarak aynı tatmini yaşatabilir. Şiddete dair eylemde hem kişisel hem de baskıcı sistemin işine gelen bir tatmin söz konusu. Ayrıca, araştırmalara göre, bebek ve çocukları yüzünden ve uzun yürüyüşler gerektiren av kültürü olmayan kadın cinsinde, genetik bilgi yoluyla aktarılan ADD/ADHD meselesi yarı yarıya az gözlemleniyor.
 
Camille Paglia'nın, kadının karın büyüsüne karşı erkeğin geliştirmiş olduğu avcı kişiliğin keşfetme niteliğine dair kafa büyüsü, bilim, sanat, felsefe gibi zihin işinin makbul olduğu dünya -yani derin kültür- filozof Paglia tarafından “ikinci doğa” şeklinde adlandırılıyor. Tarım kültüründen gelen barışçıl kadın, erkeğin tuzaklar ve vahşet dolu oyun alanına çoktan dâhil oldu. Kişisel olarak gözlemlediğim kimi etik dışı yozlaşmalara rağmen ne mutlu ki bugün birçok kadın, erkek ve tabii ki Amerikan Psikiyatri Derneği'nin (APA) standardına göre 1973'e ve Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) standardına göre 1990'a dek tüm dünayda kurumsal olarak hasta damgasını yemiş eşcinsel bireyler, varoluş ve yaşamaya doğru ilerlemek için Afrika'dan Alaska'ya yürüyen ilkel insanın enerjisi ve çağdaş insanın yaşamı uzatan aklıyla, yan yana ve sık adımlar atarak yürüyorlar.
 
Bilimsel ve şiirsel, sonsuz ve değişken parametreler içeren makro-kosmos'u (büyük yapı) kendimce daraltarak çerçevelemeye çalışırsam, Adorno'ya göre hem insanı hem de hayvanları öldürme tabusunun rasyonalize edilmesi, tabunun fesh edilip öldürme eyleminin bir etiğe bürünmesiyle sonuçlanıyor. İnsan, daha çok erkek, avlanma sürecinde geliştirdiği psikolojiyi kolektif bilinç altına yerleştirdiği için günümüzde linç, pogrom ve vahşetin daha büyük boyutlarında soykırımlar yaşanıyor. Bunların dışında hukuksal olarak onaylanan ve hatta onore edilen savaşların kendisi, sonuçları itibariyle soykırımdan farksızdır. Sinemacı Jean Luc Godard'ın Alphaville filminden alıntılamak istiyorum: "Güçlü olanın zayıf olanı yok etmesi mantıklıdır." Mantık, bir şıklaştırma aracıdır ve sistem özünde böyle düşünerek davranıp, gözünün önünde akan kanı, sürekli bir reddetme mekanizmasıyla (denial) kendi canından ayrı tutarak, içine sindirebiliyor. Çizmeye çalıştığım çerçevenin dışında kalan alan yabana atılmamalı; eminim eklenmesi ya da eksiltilmesi gereken cümleler vardır fakat bir bakış açısını net yansıtabildiğimi düşünüyorum.
 
Diğer yandan, mikro-kosmos'da (küçük yapı) yaşanmışlığa dair olanları anlatırken, hala yaşayan bir işaret olarak Tophane Pogromu’nu, Dostoyevski'nin "Aklı başında her insan kendinden bahsetmeli." sözünün altını çizerek ve birinci tekil şahıs olarak devam etmekten çekinmiyorum; tuhaf ama beklenilen bir pogrom, Tophane Pogromu, tam burnumun dibinde gerçekleşti, saldırıda burnum kırıldı, acımadı ancak bunu paylaşmak boynumun borcu oldu. Hem o güne kadar bir Tophane sakiniydim… Yıllardır televizyon seyretmeye ara vermiş bir insanım ve bir hafta boyunca tüm medyada Türkiye'nin kan-revan imgesi olmaktan maalesef kaçamadım. “Pogrom” terimiyle, saldırıdan sonra yaptığım bir araştırma sırasında tanıştım. Diyelim ki, bir insan marketten bir sabun çalarken fark edildi ve mahalleli bu kişiyi polise haber vermeden oracıkta paraladı. Bunun adı: Linç. Eğer gözü dönmüş topluluk, bir kişiye ya da bir grup insana siyasi nedenlere yaslanarak saldırıyorsa, bunun adı “pogrom”. Makro-kosmos'u kendi akışına bırakıp, kâinatta bir kum tanesinden birazcık fazla işlevi olan bir varlık olarak, kamuoyu önünde hala tartışılan Tophane meselesinin, bir takım siyasi figürlerin halka telkin ettiği gibi sıradan bir sokak kavgası mı, ya da bir linç girişimi mi, yoksa bir pogrom mu olduğu konusunun aydınlığa kavuşmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
 
Bence Tophane'de yaşananlar tipik bir pogrom örneği; bunu da ispat edebilirim. Olaydan üç ay önce Tophane'ye taşınmış bir mahalle sakiniydim ve olaydan hemen sonra oradan ayrıldım. Arada geçen zamana, kısaca önemli olduğunu düşündüğüm yaşanmışlıkların altını çizerek değinmek istiyorum. Dikkatimi ilk cezbeden şey, Tophane'nin çeşitlilik içeren demografik yapısıydı. Romanlar, Bitlisli Kürtler, Siirtli Araplar, Erzurumlu Dadaşlar, Avrupalı ve Türkiyeli Bohemler bir arada bir şekilde yaşamaya çalışıyorlardı. Mahallenin içinde alkollü içki satışı yapan tek bir dükkân yok. Sadece Cuma günü değil her öğle namazında kapalı marketlere ve dükkânlara denk gelmek mümkün. Diğer yandan Romanlar’ın müzikli eğlenceleri her daim devam etmekte. On yıl öncesine kadar Romanlar Arapların, Araplar Romanların sokağından geçemezmiş ve hatta polis bile buralardan uzak dururmuş; mahalleye ve o dönem dönen uyuşturucu ticaretine mafya hâkimmiş. Mafyatik oluşum, devam etmekle beraber, dinci örgütlenmelerin yayılmasıyla birlikte haraç kesme işlerine yönelmiş. O dönem alkolik ve ağır uyuşturucu bağımlılarının yaşadığı mahalleden alkol uzaklaştırılsa da, samimiyet kurup hoşbeş ettiğim çocukların küçük yaştan itibaren esrar içmeye alıştıklarını biliyorum çünkü evimin önünde çekinmeden içiyorlardı. Bu bağlamda bir mahalle baskısı yok. Bu insanlar çok yoksul ve çoğunun okuma yazması yok; bu kadarını beklemiyordum. Esnaf kendince iyiliksever ve konuşkan; paran yoksa veresiye mal verirler. Beni de çabucak benimsediler ve ben de onlarla arkadaşlık etmeyi sevdim.
 
Ramazan ayı geldi çattı; mahallede açık lokanta ya da kahvehane bulmak mümkün değil. Gece saat 1'e doğru sokağa masalar kuruluyor ve sabah 4'e kadar sahur yapılıyor. Ben de davetliyim; barbunya yapıp götürdüm ancak yemediler. Mahallelinin bilge saydığı bakkal beni uyarmıştı: "Bunlar barbunya yemez, et getir on kilo yerler.” Kendisi de çok lezzetli sac kavurma yemek için 300 km. yol gittiğini anlatıyor. Masanın temel yemeği peynir, zeytin, ekmek ve domates; her gece bunları yiyorlar. Mahallenin gururu ve aynı zamanda geçen senenin şampiyonu Tophane Tayfun Amatör Futbol Kulübü ve kardeş takım Kasımpaşa Spor, mahallenin içindeki halı sahada antrenman yapıyor. Kalem salladığım için yeni semtimin takımına bir tezahürat yazdım, çok hoşlarına gitti. Takımın amigosu da benim için bir şarkı yazmış; çocuklarla beraber söyledi karşıma geçip. Bu, işin kişisel ve duygusal boyutu ancak yorum yok; sadece yaşanmışlık bunlar… Ramazan boyunca halı saha kapatılıp, iftar yemekleri için yeniden düzenlendi. Bir ay boyunca her akşam yüzlerce insana yemek verildi. Cola Turka’lar dağıtılıp özellikle Tophane Yardımlaşma Derneği'nin afiş ve pankartlarıyla politik bir promosyon yapıldı. Pahalı iş; merak edip sordum mahalleliye… Yemeklerin sponsorluğunu AKP'li Beyoğlu Belediyesi üstlenmiş. Demek ki bu dernekle belediye arasında organik bir bağ var.
 
Kalma süresi uzadıkça, insani ilişkimiz yüzeyselliğin sınırlarını ve çerçevesini doğal olarak zorlamaya başladı. Beni Cuma namazına davet ettiler; “Siz gidin, ben geliyorum.” dedim ancak gitmedim. Sonra türlü şakalarla olayı bağladık. Onlar da beni merak ediyorlar tabii… Modern dans atölyesine başlamıştım; askerden yeni dönen bir delikanlı, kadınlarla tanışmak için atölyeye gelmek istiyor. "İyi" dedim, "Kap taytı gel!" Gözleri yuvalarından fırladı, "Abi, mahalleli ne der sonra?” diye serzenişte bulunarak… "Oğlum, soyunma odası yok; herkes uluorta cıbıldak dolaşıyor" diye takılıp dürttüm. İki dakika döndü düşündü: "Göğüsler biraz kıllı, dalgıç elbisesi giysem olur mu, abi?" Evet, kahkaha önyargı kırıyor…
 
Derneğin, mahallede ev ziyaretlerine gidip toplantılarda dini-politik telkinlerde bulunduğunu duyuyorum; beni de alt anlatımlarla yokluyorlar. Bir gün marketten su alırken militan bir karaktere denk geldim. Beni tanımamasına rağmen doğrudan konuşmaya girişti: "Geyler yan sokakta bir hostel açtılar. Kocaman adamlar gözümüzün önünde yiyişiyor; belediye ise bunlara içki ruhsatı veriyor. Tophane bunu kaldırmaz!" Bu tarz ancak daha dolaylı konuşmalara daha önce de şahit oldum fakat adamın gözlerinde kararlı bir yok etme tutkusu dikkatimi çekti.  Pogromdan bir gece önce de İrlandalı bir sanatçı arkadaşıma bu adamın ne kadar tehlikeli biri olduğundan bahsettim; ertesi gün saldırganların başını o çekiyordu. Yerde tekmelendikten sonra ayağa kalktığım vakit, en savunmasız halimde bir yumrukla alnımı yarıp burnumu kırdı; kafasını buna yormuş ve çok çalışmış. AKP'li belediye tarafından finanse edildiklerini düşünüyorum ancak o kadar radikal ve militanlar ki AKP'nin bir yandan sırtlarını sıvazlayıp bir yandan şeriata uygun davranmadan hostel’lere içki ruhsatı vermelerine tahammül edemiyorlar. Oysa bu bana doğal geliyor çünkü Sulukule'nin yoksul halkına benzer maddi yardımlarda bulunup, türlü vaatlerle kandırdıktan sonra oylarını alıp, onları yüzlerce yıllık mahallelerinden süren; yaşam tarzları yüzünden bir aradalıkları varoluşsal önem taşıyan Roman yurttaşları evlerinden çıkarıp dağıtan yine AKP'li belediye ve çevresindeki büyük sermaye ortaklığı değil miydi? Son beş yılda % 200 artan emlak değerlerini daha da artırması kesin gözüyle bakılan Galataport ihalesinin ve Sulukule, Tarlabaşı, Fener-Balat, Ayazağa, Gülensu ve Başıbüyük semtleriyle beraber Tophane'yi de içine alan kentsel dönüşüm projelerinin en büyük savunucuları, pogromdan hemen sonra televizyonda Tophane'yi karış karış bildiğini öne sürüp olaya sahip çıkan Başbakan Erdoğan ve Tophane'nin ateşi biraz düştükten bir kaç gün sonra galerilere ziyarette bulunan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'dır. Günay, kameralar önünde saldırganlara “sizi gidi yaramazlar…” havasında parmağını sallayıp o meşhur şıklaştırma teknolojisinin vazgeçilmez bağlacıyla beyanatına devam etti ancak ekledi: “Siz de mahallelinin örf, adet, gelenek ve göreneklerine saygı duyun.”
 
Kentsel dönüşüm meselesi, pogromu ne meşrulaştırır ne de şıklaştırır; bilakis organizasyon içinde organizasyona işaret eder. Hukuksal süreçte doğrudan bir işlevi olmayan kentsel dönüşüm meselesi, pogrom vesilesiyle dikkatleri üzerine topladı. Bunu öne çıkaranlar kimi zaman yüzeysel bilgi, ani duygusal tepkiler ya da “işine gelmeme” yüzünden şiddeti meşrulaştırmakla suçlandılar. Pogrom, tüm Tophane halkını gözü kanlı şehir kabadayıları görüntüsüne bürüdü fakat orada yaşayan ve birkaç sene içinde yerlerinden edilebilecek de olan Roman ve Bitlisli Kürt halkın ya da esnafın hemen hemen hiç birinin şiddetle ilintisi yoktu. Olay gecesi karakolda ifade verdikten sonra Tophane'ye dönüp evimde uyudum. Mahallenin gençleriyle beraber, saldırganların örgütlendiği kahvehanenin önünden geçtim. Tüm mahalle, olayı Tophane Yardımlaşma Derneği'nin organize ettiğini konuşuyor. Fatih'ten militanlar gelmiş; olayın ertesi günü konuştuğum esnaf da bunu doğruluyor. Örgüt, bakkala haber salmış: "Şu an ortalık çok sıcak; bir hafta sonra oturur beraber çay içeriz". Yani beni çaya davet ediyorlar. Bakkal, “Bu çocuk alkol kullanmaz.” diye bana sahip çıkınca, "Mesele alkol değil zaten" cevabını verip, kestirip atmışlar. İçsem ne olacak? İçmeyen insanla anlaşamıyorum; katı oluyorlar.
 
Tadım kaçtı… Çok sevdiğim Tophane'den taşınıp, inadına kendime daha güzel bir hayat kurdum. Kendimi -biraz sıkılarak- ön plana çıkarma pahasına yaşanmışlığımı yazarken, kimseyi temsil etmediğimi özellikle belirtmek isterim. Sadece yaşadıklarımı olduğu gibi anlatıyorum. Pogrom gününü şöyle özetleyeyim… Ramazan ve yaz mevsimi geçti; sonbahara girerken, aylardır kapalı olan Tophane Galerileri, Tophane Artwalk (Sanat Yürüyüşü) adı altında topluca bir sezona giriş günü düzenlediler. Ceketimi giyip ve bakkaldan sigaramı alıp, evimin 500 metre ötesinde ve yerleşim alanının dışında bulunan Boğazkesen Caddesi’ne yürüdüm. Tipik bir sergi açılışı… Eserleri inceleyip kadim dostlarla hoşbeş ediyorum. Saldırı öncesi anımsadığım ciddi bir detay, tanımadığım iki sanatseverin kendi aralarında "Sergiyi basacaklar." konuşmalarına kulak misafiri olmam. Bu konuşmadan on beş dakika sonra, mahallenin içinden, "Sizi burada istemiyoruz; geldiğiniz yere geri dönün!" diye bağıran, hiç bir tartışmaya mahal vermeden direkt sanatseverlere saldıran, yaklaşık elli kişilik ve yaşları 20-40 arasında değişen bir erkek grubu fışkırıyor. Ellerinde demir sopalar, gaz spreyleri ve -sonradan çok beni oldukça şaşırtan bir yaratıcılıkla kullanılan doğal şiddet teknolojisi- dondurulmuş portakallar… Tüm bunlarla camları kırıyorlar. Bu detay önemli: Portakalları bir gün önce dondurmak için buzluğa koyan insanlar, ertesi gün pogrom girişiminde bulunacaklarını biliyorlar. Uygulanması için gerekli olan koşulların önceden organize edilip örgütlendiği pogrom, planlı, hesaplı ve kitaplıdır… Kadınları saçlarından sürüklüyorlar; hayatlarında fiziksel şiddetle işi olmamış bir sürü insana, hayatları boyunca unutamayacakları bir vahşet yaşatıyorlar. Gözlerimin önünde birçok arkadaşım yaralanıyor. Birinin kafasına demir çubukla vurulurken, diğerinin gözüne kırık bir şişe parçası sokuluyor…
 
Saldırganlar ilk galeriden sonra, sırayla diğerlerini de hedef alarak Boğazkesen Caddesi'nin üst kısmına doğru yürüyüşe geçtiler. Sanat yürüyüşü değil, pogrom yürüyüşü! Polis, olayın başlamasından yirmi dakika sonra teşrif edebildi; halbuki karakol, yürüyüş mesafesiyle ancak 7-8 dakika. Sıradan kavgalara bile en az dört polis gönderilirken, bu sefer arabadan iki polis çıktı. Güvenliğin sağlandığını sanıp, arkadaşlarımla birlikte sığındığımız yerden çıktım ve ciddi yaralanan var mı diye saldırı yerine döndüm. Oraya gelen başka bir arkadaşımla beraber polisle konuşmaya başladık. O sırada saldırganlardan dördü ellerini kollarını sallayarak yukarıdaki galeride işlerini bitirmiş ve artık mahalleye geri dönüyorlardı. Onları polise işaret edip, tutuklamalarını söyledik. Polis yanlarına gidip bir tanesiyle konuşmaya başladı: "Niye yaptınız? Dini böyle sevmezler…", dediğini duydum. O sırada grup bir anda kalabalıklaştı; aradan sıyrılanlar polisin iki metre önünde bana ve arkadaşıma saldırdı. İçlerinden burnumu kıranı net hatırlıyorum. Neyse ki bu sefer bir can kaybı yaşanmadı; sanatı da öldüremediler.
 
Esnaf, orada bulunan bir garajın içine beni çekip sandalyeye oturttu. Ambulans geldi; hastane işlerini gördükten sonra ifade vermek için karakola gittim. Benimle beraber onlarca kişinin ifadesi alındı. Polisten şikâyetçi olduğum için, ifademi yazdırmakta güçlük çektim. İfadem alındıktan sonra, bir hata yapıldığı söylenerek, resmi evrakı yeniden okumam için tam beş kere önüme getirdiler. Sağlık durumum iyi olmadığı için her seferinde evrakı güçlükle okuyup yeniden imzaladım. Tophane'ye dönüp ve uyudum. Ertesi gün esnafla şakalaşırken -zira Tophane’yle “kan kardeş” olmuştuk- pogromu Tophane Yardımlaşma Derneği'nin örgütlediği, kendilerinin olayla bir ilgileri olmadığı, dernek başkanı ile Beyoğlu İlçe Emniyet Amiri’nin sıkı birer “kanka” olup aralarından su sızmadığı ve mahallede güvenliği ortaklaşa sağladıkları anlatıldı. Örgütün, Cezayir Sokak'ta basın açıklaması yapılırken, galeri sahiplerini daha önce tehdit ettiğini biliyoruz. Bunun yanında, www.tophanehaber.com adlı bir siteden haftalarca yapılan şiddet propagandası, yine donanımlı bir örgütün varlığına işaret ediyor. Konuştukça kapı kapıyı açtı; taşlar tıkır tıkır yerine oturdu. Aynı grup geçen yıl IMF'yi protesto eden üniversite öğrencilerini dövmüş, bir önceki yılsa polisten kaçmaya çalışan bir 1 Mayıs göstericisi genç kadını komaya sokmuştu. Yine tutuklanan yok!
 
Televizyonda Vali Bey “Yol darmış. Yedi-sekiz kişilik sıradan bir sokak kavgası. Büyütmeye gerek yok.” gibi bir demeci, pişkin pişkin sırıtarak veriyor. Kimileri, sokaktan geçen tesettürlü kadınlara laf atıldığı için mahallenin galeyana geldiği söylentisini yaymaya çalışıyor; işte şıklaştırma teknolojileri yine devrede… Bu pogromları organize edenler, böyle bir yalanı da hemen organize ediveriyor. Hukuksal sürecin hemen başlangıcında, dakika bir gol bir: Dava bir duruşma savcısına veriliyor. Bu insan, sabahtan akşama kadar duruşmalara girmek zorunda… Haftanın iki gününde pogrom davasıyla beraber sayısız ve sıradan davayı araştırmak üzere görevlendirilmiş. Böylesine önemli davalar -avukatımızdan öğrendiğim kadarıyla- sadece bu davayla ilgilenmesi gereken bir soruşturma avukatına verilirmiş. Olur, böyle şeyler. Genel olarak muhafazakâr ve gelenekçi insanların yetiştirildiği ve sansürcü bir ülkede yaşıyoruz; pogrom geleneğine aşinayız.
 
Daha gerilere gitmek mümkün fakat çağımızı en çok ilgilendiren dönem, Osmanlı'nın son yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin başlattığı “Anadolu'yu bir Sünni-Türk ulusuna dönüştürme” politikasıyla ilintilidir. 1915’teki Ermeni soykırımı ile başlayıp, Cumhuriyet Dönemi’nde de devam ettirilen ve en büyük Yahudi şehri Edirne ve çevresinde etkili olan 1934 Trakya Pogromu; 1942 yılında bir yandan gayri-Müslimlere dayatılan Varlık Vergisi gibi bir finansal-pogrom örneği; yine bir haftada İstanbul'u yüz bin gayrı-Müslimin terk etmesiyle sonuçlanan İstanbul Pogrom'u; 1978 Kahramanmaraş Katliamı ve Madımak Pogromu… Hepsi siyasi amaçlar taşıyan, kimi örgütlü kimi de uygun ortam yaratıldığı için hemen oracıkta galeyana gelen, halkın katılımıyla ve iktidarın desteği ve koruma örtüsü altında yaşatılan (“iktidar” ile sadece iktidardaki bir partiden değil, türlü unsurlarıyla total iktidardan bahsediyorum), etçil, homofobik (Tophane civarında açılan bazı hostellerin eşcinsel sakinleri için endişe duyuyorum çünkü geçerli sebeplerim var.) ve erkeklerin ekstra-kurbanbayramları… Bunun Türkçesi, “cehennem sevgisi”dir. Arapça “Jahannam”, Yunanca “Gehenna”, İbranice “Gei-Hinnom”.
 
Bundan yaklaşık 12.000 yıl önce, bugün Kudüs yakınlarında bulunan Hinnom vadisinde (Gei-Hinnom) arkeoloji ve tamamlayıcı bilimlerin ispat ettiği üzere sürekli bir ateş yanar ve içine ailelerin ilk doğan çocukları atılırdı. “İnsanlık”ın gelişme sürecinde, aileler kendi çocuklarını kurban ettikleri için kötü hissetmeye başlamış ve kölelerin çocuklarını ateşe atmaya başlamışlar. Toplumlar, tarihsel süreci farklı yaşadıklarından dolayı, günümüzde insan kurban etme geleneği Afrika'nın bazı bölgelerinde ve Avrupa'da bulunan Afrika diasporasına mensup küçük bir grup insan tarafından devam ettiriliyor. Ancak patriyarkal ve tek tanrılı dinleri uygulayan halklar o kadar gelişmiş ki, “kurban etme” formunu dönüştürüp, cehennem sevgilerini savunmasız hayvanlar ve fiziksel şiddetle alakası olmayan savunmasız azınlık ya da insan hakları savunucuları üzerinden tatmin etmeyi sürdürüyorlar. Şık giysi yine aynı: milliyetçilik ve Tanrı sevgisi.
 
Korkmayın, pogrom yapmayıp hayvan öldürmezseniz, Gei-Hinnom'un ateşi söndüğü için artık yanmazsınız. İsrailliler, aynı vadiyi bugün çöp/artık deposu olarak kullanıyorlar. Diğer yandan, cüsse olarak yarısı kadar bir kadının kaşını yarıp ardından "Bizi güzel okullarınıza, restoranlarınıza almıyorsunuz. İyi mi oldu şimdi?" diye bağıran örgüt mensubu! Sözünün her kelimesine sekiz yaşımdan beri katılıyorum. O kadını da iyi tanırım. Hali vakti oldukça yerinde bir aileden gelmekle beraber, milyon dolarlık yeteneklerinden dolayı güzel ofislerde iş kovalamak yerine, başka işlere kafa yorduğu için sık sık geçim sıkıntısı çektiğini bilirim; bu yüzden şikâyet edip rotasını değiştirdiğine denk gelmedim. Naçizane bense, komşuluğumuz sürerken -ay sonunda muhtemelen senin de yaptığın gibi- iyi yürekli tophane esnafından veresiye alışveriş yapıyordum. Sırtınızı sıvazlayan Siirt Milletvekili Recep Erdoğan'ın Siirtli aşiret mensubu eşi Emine Erdoğan, Paris ya da Moskova'ya gittiği zaman en pahalı mağazalardan kiloyla çanta ve ayakkabı satın alıyor; bunu ispat edebilirim. İki sene sonra evini kaybettiğin zaman -ki bu olacak biliyorsun; bazı komşuların çoktan kaybetti- bunu asla bizden bilme! Evet, gürbüzsün, delikanlısın ve iyi vuruyorsun. Ama yanlış erkek, yanlış kadın ve yanlış eşcinsele…

 


Etiketler:
İstihdam