09/08/2010 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Hayatın güzel olanla olmayanın tanımı üstüne bir tartışma olduğunu bir hukuk hocasından duymak beni şaşırtalı çok oluyor.

Hayatın güzel olanla olmayanın tanımı üstüne bir tartışma olduğunu bir hukuk hocasından duymak beni şaşırtalı çok oluyor. Şimdi düşündüğümde bu tanımı yaparken güzel olan nedir'in cevabını arayıp gerisini zamanın insafına bırakmak şart. Özellikle şu klasik batı müziği ile pop ya da arabesk arasındaki tansiyona göz gezdirirken, bazı örnekleri es geçmemekte büyük fayda var.
 
Lise hayatım boyunca, erken uyanmak zorunda olduğum sabahlarda yaşadığımız yerin (Bursa) en büyük yerel kanalı olan Olay TV'deki sabah yayınlarını izlerdim. Bu yayınların özellikle sabah 6-7 arasında yapılan ve yanılmıyorsam pop saati adı verileni ise favorimdi. Erkin Koray'dan Murat Yılmazyıldırım'a, Murat Çelik'ten Şebnem Ferah'a benim duygu dünyamı şereflendiren tüm isimlerin olduğu bir kuşaktı çünkü. Bu kuşağın renkleri hem batılı hem doğuluydu aslında. Bana kalırsa bu ülkenin sınırlarında yapılan en has arabesk şarkı olan "Öyle bir geçer zaman ki" de, Türkiye'nin şiir noktasında ulaştığı en güzel gün doğumu diyebileceğimiz Özdemir Asaf'ın Lavinia'sının Murat Özyüksel tarafından icra edilişini de o saatlerde izlemiştim. Şimdi ise o günlerde izlediğim tüm şarkılar kafamda tek bir soruya yer açıyor: Nasıl bir sanat?
 
Fazıl Say'ın ya da Müslüm Gürses'in konuştukları üstünden değil, pop nedir diyerek onun üstünden tartışmalıyız bence müziği ve sanatı. Pop deyince aklınıza ne geliyor? Serdar Ortaç mı, Tarkan mı, Berksan mı? Hatta isimler üstünden tartışma yürüteceksek İsmail YK ve benzeri ulus-ötesi kültür diyebileceğimiz kültürlerden beslenen şeyler mi? Bu yazının etrafında şekillendiği pop kavramı genç kadınlarımız ile genç adamlarımızın ortalama sürede dinleyip tükettikleri ve bir sonraki yaz hatırlamaktan bile kaçındıkları şarkılardır. Aşkın Açamadığı Kapı, Tozpembe gibi Demet Akalın "şaheserleri" bunun örnekleridir. Yine de seçkinci sanat yorumcuları ne derse desin pop dediğimiz şey Müslüm Gürses ya da Erkin Koray değildir. Bunlar öyle kolay tüketilemezler. Hele bir de Anadolu Pop-Rock diyebileceğimiz şeyler vardır ki rock müzikten etnik müziğe birçok müzik türünün etkisini taşıyan bu yelpazeyi taşımak herkesin harcı değildir. Zaten Türkiye'nin sanat kaderini çizen kuşak tüm bunlardan etkilenen isimlerden oluşur: Barış Manço, Erkin Koray, Moğollar ve tabii ki Cem Karaca.
 
Yukarıda saydığım isimlerle birlikte anılmayan; ancak Türkiye müzik tarihine beste bakımından çok şey katan, Nazım Hikmet ve Orhan Veli Kanık gibi ustaların şiirlerini besteleyen bir isim de var: Timur Selçuk. Selçuk'un o garip Mustafa Kemal obsesyonu ile tanınması bana göre özellikle içinde bulunduğumuz politik değişim çağında bize yapılmış büyük bir haksızlık. Kendisinin sesiyle Hürriyete Doğru'yu ya da Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü'yü dinleyen birinin Orhan Veli ya da Nazım Hikmet'ten bihaber bile olsa özgürlüğün ve kurtuluşun duygusundan ayrı düşünülmesi namümkündür.
 
Yıllarca Türkiye'nin köylerinden, kent merkezlerinden ezgiler toplayan müzisyenleri elitist ya da varoş diye ayıran halkımız müzisyenleri ve imajlarını ayırt etmeye 1980 sonrası dönemde başladı. Arabeskin tam anlamıyla doğuşunun bu döneme denk gelmesi arabeski 12 Eylül'ün sonucu ya da mahsulü yapmıyor. Çünkü içerisinde "Yakarsa dünyayı garipler yakar" ya da "Yıkılsın minareler açılsın meyhaneler" gibi sözler bulunan şarkılar da o kültürün ürünüdür, onlara göre daha isyankâr görünüp kökten nihilist çağrışımlar yapan aslında fazlasıyla apolitik gördüğüm "Batsın bu dünya" da.
 
Şimdi düşündüğümüzde arabesk de klasik batı müziği de sistemle barışıktır. Birbirlerini severler ya da sevmezler bilmem; ama Fazıl Say ile Müslüm Gürses kabul etseler de etmeseler de artık aynı apartmanda oturuyorlar. Orta sınıfın zevkleri ile üst sınıfın zevkleri artık karıştı. Bu karışıma dahil olmamak için bal mumundan yapılma kulak tıkaçlarından çok fazlasına ihtiyacınız var. Türkiye 1980 sonrasında mahalleleri karıştırdı. Anneannemler ilk taşındığında Beyaz Türk denilen insanların muhiti olan ve o dönem Türkiye'nin renkli çocukları ile tanışmamış mahallemizdeki bir apartmanda artık Kürt, Türk, Arap, Müslüman ve Ateist olarak beraberiz. Bazıları ayakkabılarını hala kapının önünde çıkarıp bizi (sözde Beyaz Türkler) düşürüyorlar. Apartmanda balkona şortla ya da sutyenle çıktığımızda ayıplıyorlar belki bizi; ama biz de onlara göz ucuyla bakıyoruz arada bir kapkara çarşaflarının ardından. O garip yargılarımızla metrobüste yanımızda durduklarında "Bu sıcakta o çarşafın içinde yanmıyor musun be ablacığım" diyoruz. Yine de kimse kimsenin boğazına sarılmıyor.
 
Türkiye değişiyor, bırakın arabeskin iyisi olacak ise arabesk de çalsın kültür merkezlerinde. Benim istediğim dünya İsmail YK'nin satmak uğruna abuk subuk pop değil de verebiliyorsa hakkını, verebildiğince arabesk yaptığı bir dünya. Ben bu melez ve özünden korkan kültürden çok sıkıldım. Müslüman gibi davranamayan Müslüman’dan, seçkinci olup halk çocuğu gibi gezmek zorunda kalan seçkinciye herkesin bu gerginliği beni feci mutsuz ediyor.
 
12 Eylül'ün başımıza ördüğü bu "imajlar" çorabını referandumlarla değil, hayata çekilmiş ve güzel bir Mor ve Ötesi şarkısından araklanan bir hareketle yırtabiliriz. Zaten aksi de mümkün değildir. Hayata karşı sert kalın derdim; ama o buna fırsat vermeyecektir. Köşelerinizi yontturmayın, üzülmenizin en büyük nedeni olur zamanla. İyi müzik mahallenizde, yeter ki ön yargısız dinlemeyi bilin.
 

Etiketler: kültür sanat
nefret