19/08/2014 | Yazar: Çağrı Uluğer

‘Eğer Lawrence, Miller, Kerouac, Burroughs, Artaud veya Beckett’in şizofreni üzerine bilgileri psikiyatristlerden ve psikanalizcilerden daha fazlaysa, bu bizim hatamız mı?’ (Deleuze ve Guattari)

Deleuze ve Guattari’nin derin bir içeriğe sahip kuramsal girişimleri olarak “arzu felsefesi” özellikle Türkiye’deki bir kısım devrimci militan ve bazı akademik çevreler tarafından yeterince incelenmeden postmodern bir hedonizm yahut sinizm türü olarak yaftalanmıştır. Her türden teorik ve pratik tecessüsü, yeniliği ve arzuyu yok etmeye programlanmış bir makineye benzetebileceğimiz Türkiye’nin ruhunda bu gibi temelsiz yaftalamalar sıklıkla tekrar edilmektedir. Ancak bu durumun Deleuze ve Guattari düşüncesinin yaratı olma niteliği taşıyan teorik özgünlüğünden hiç de değer eksiltemediği açık. Öte yandan Deleuze ve Guattari’nin L’Anti-Oedipe (Anti-Ödip) ve Mille Plateaux (Bin Yayla) eserlerinin Foucault’nun “siyasi asetikler, hırçın militanlar, teori teröristleri, siyasetin ve siyasi söylemin katışıksız düzenini korumak isteyenler” şeklinde tanımladığı bazı kesimler tarafından sindirilmesi zor bir metin olması bu yaftalamaların nedenlerini açıklamaktadır. İkiliyi harekete geçiren politik zaruret, 68 Mayıs’ının gerçek bir “olay” olarak geçmişin teorileriyle anlaşılamaz niteliği olmuştur. Öyle ki Guattari bir söyleşisinde geçmişin teorileriyle radikal bir kopuş yaşadıklarını “Bazı koşullarda, kitlelerin arzusu onların çıkarlarına karşı olabiliyor. Bu koşullar neler? Bütün sorun bu. Buna yanıt vermek için, Marksizm-Leninizm trenine Freudcu bir vagon eklemekle yetinemeyeceğimizi gördük” sözleriyle ifade etmiştir.
 
L’Anti-Oedipe eseri yeni ve biraz da öfkeli bir sesle okuru karşılar, sanki her satır arasında Nietzsche’nin Zerdüşt’teki “parçalayın ey gören kişiler, parçalayın eski levhaları” şeklindeki seslenişi duyulur ve söz konusu sesin tonu gittikçe yükselir. Metnin gücü çok-katmanlı bir şizo-kitap olarak açılıp saçılan anlamıyla göstergebilimsel bir anlamlandırma şemasına uymayan, total-molar anlatılara karşı kendi kendini dinamitleme potansiyeline sahip çoğul-moleküler bir eser olmasından, yani anlamının sürekli olarak çoğalmasından ileri gelmektedir. Eser yaşama karşı işleyen, onu sömürgeleştiren, arzuyu ve arzunun devrimci potansiyelini sekteye uğratan yahut onu temsili şemalara mahkûm kılan kapitalizm, devlet ve psikanaliz gibi olgu ve süreçlere -ya da eserin yeni terminolojisine uyarsak “makinelere”- karşı arzunun olumsal dinamiğine dayanan yeni bir “lebensphilosophie” (yaşam felsefesi) önerir. “Protesto eden bilinçdışlarına” adadıkları arzu felsefesinde, modernliğin arzuyu bastıran ve hatta devrimci hareketleri dahi etkisi altına alan otoriter ruhuna karşı bir savaş söz konusudur. Deleuze ve Guattari, Nietzsche’nin oluş’u (werden, Alm., devenir, Fra.) öngören dinamik, çoğul ve çok-katmanlı ontolojisinden yola çıkarak arzuyu onu sömürgeleştiren psikanalitik “eksiklik” mefhumunun ve Lacancı Yasa’nın boyunduruğundan kurtarıp arzuya olumsal bir güç atfederler ve arzunun toplumsal bir kartografisini çıkarırlar. Arzu toplumsal alanda yaratıcı ve özgürleştirici bir güçtür ancak onun akışını sürekli olarak sekteye uğratan daha radikal durumlarda ise paranoyak bir şiddetle onu bastıran kapitalizme karşı Deleuze ve Guattari şizofren örneğini olumlar. Ancak bu, basit anlamda şizofrenleri devrimci özneler olarak kabul etmek anlamına gelmemektedir. Yazının ilerleyen bölümlerinde daha derinlikle analiz edeceğimiz gibi şizofren, kapitalist örgütlenişin bir “efsane”si olarak Oedipus kompleksinin ehlileştirme pratiğine direnmesi bakımından anti-otoriter bir ruh taşır. Öznelerin ölçülü bir biçimde şizofreni sürecine katılımı, arzunun ve tüm diğer toplumsal makinelerin tekdüze eklemlenme-örgütlenme biçimlerine (kapitalizm) karşı başka bir tür eklemsiz-olumsal bir örgütlenmenin, yani “organsız beden”in (Corps sans organse) mümkün olduğunu göstererek organsız bedenin “kaygan mekanı”nda (ou Espace lisse) bir oluş imkânının güzergâhını açar. Yani Deleuze ve Guattari devrimci öznenin disipliner parti öznesi değil, bir çeşit şizo-özne olmasının gerekliliğine vurgu yapar.
 
Bu bakımdan L’Anti-Oedipe’in başlıca teorik düşmanı olarak psikanaliz belirir. Psikanaliz, Deleuze ve Guattari’nin özü itibariyle üretici ve devrimci buldukları bilinçdışını Oedipus gösterenine tabi tutarak onun üreticiliğini sekteye uğratır ve arzunun toplumsal mekânı dönüştürücü etkisine ket vurur. Oedipus göstereninin yasasını ihlal etme arzusu, arzunun nihilistik bir çıkmaza girmesine ve öznenin nesnesi kayıp bir arzunun eksikliğini gidermenin imkânsızlığı çerçevesinde bir nevi Sisifos’a dönüşmesine neden olur. Modern iktidarın yeri olarak despotik Oedipus gösterenini kompülsif bir biçimde ele geçirme gayreti arzunun devrimci gücünü bertaraf eder. Arzunun dönüştürücü, üretici bir enerji olarak ele alınmasının yerini “elde etme” ilişkilerinin yaşama aykırı işleyen süreçleri olarak “eksiklik” mefhumu alır. Psikanalizin tedavi edici ve Deleuze ve Guattari’nin son derece tarihsel bulduğu “sayıklama”nın psikopatolojisinin gülünç bir ana-baba figürüne indirgeyici tutumu muhafazakâr bir biçimde egemen hakikatin simgesel düzenine hizmet eder. Psikanaliz bu egemen hakikatten yola çıkarak patolojiyi saptar ve tedaviyi söz konusu egemen hakikate katılımı sağlamak -normalleştirmek- amacıyla kurarak kapitalizmin tüm gözeneklerinde işler. Deleuze psikiyatrinin kurumsal bir süreç olarak işleyişinin bilgisine Foucault sayesinde vakıf olunduğunu, ancak psikanalizin psikiyatriden daha tehlikeli bir biçimde “açık havada işlediğini” ifade eder. Deleuze ve Guattari arzunun psikanalizdeki Oedipal temsiline karşı egemen hakikate bir başkaldırı olarak şizofrenik yarılmalara dikkat çeker. Ve psikanalizin şizofrenlere karşı körlüğünün, onları basit bir “fantezist” (Freud) olarak ele alan bakışının bir rastlantı olmadığını ifade eder. Deleuze ve Guattari alternatif bir bakış olarak edebiyata sıklıkla başvurur. Bir söyleşisinde Deleuze “Eğer Lawrence, Miller, Kerouac, Burroughs, Artaud veya Beckett’in şizofreni üzerine bilgileri psikiyatristlerden ve psikanalizcilerden daha fazlaysa, bu bizim hatamız mı?” ifadesini kullanır.
 
Deleuze ve Guattari Oedipus kompleksinin var olmadığı iddiasını taşımaz. Oedipus kompleksi daha çok kapitalist örgütlenişin bir ön koşulu olarak dayatılır ve hakikatin gündelik üretiminde temel bir işlevi karşılar. Tam da bu sebepten patolojilerin ardındaki toplumsal makineyi göz ardı etmekte olan Oedipus göstereninin bir eleştirisi olmaksızın herhangi bir kapitalizm eleştirisi mümkün olamaz.
 
Arzunun devrimci potansiyeline karşı Oedipus yahut psikanalizin bir eleştirisine doğru
 
Psikanalizin Oedipus’u ele alma biçimi arzuyu bir trajedinin teatral temsili içinde ezerek onun olumsallığını saptırır ve Oedipus’un ardında saklı olan toplumsal kuşatma biçimlerini görünmez kılar. Bu noktada Oedipus’un yasaklama yoluyla aslında ensesti değil, arzunun devrimci potansiyelini bastırdığını ifade edebiliriz. Psikanaliz tüm bu ailesel kuşatmanın ardında bir toplumsal makinenin var olduğunu makinenin lehine görmezden gelir. Oedipus bilinçdışının bir hakikati olmaktan ziyadesiyle uzaktır; o, yalnızca belli bir toplumsal örgütlenme biçiminin despotik göstereni olarak arzunun evcilleştirilmesini sağlar. Ve egemen hakikatin tüm gözeneklerinde işleyen bir makine olarak psikanaliz, kompleksin tedavisini yine kompleksin yuvası olan aile kurumunda bularak maskesini düşürür. “Hem hastalık hem de sağlık olarak Oedipus”, daha sonra değineceğimiz gibi kapitalizmin içsel çelişkisinin doğrudan bir dışavurumudur. Deleuze ve Guattari’nin “psikanalizin idealizmi” olarak tanımladığı düşünce tüm arzu yapılarını budar ve aile temsiline indirger. Arzu Oedipus Rex’in ya da Hamlet’in oyun sahnesine hapsedilir. Arzunun toplumsal rabıtaları ve olumsal gücü psikanalizin bilinçdışını bilince dadanan bir hastalık olarak ele alan bakış açısıyla yok edilir. Psikanaliz için her zaman çok fazlasıyla arzu vardır -ve bu söylemde gizlenen şey “fazla olan arzuların” budanmasının gerekliliğidir- ancak Deleuze ve Guattari için aksine asla yeterince arzu yoktur. Çünkü arzu, yaşama aykırı bir kuvvetle işleyen molar kümeler (devlet/kapitalizm) tarafından yaratılmış bir Oedipus kompleksiyle sürekli olarak sekteye uğratılır. Arzulayan akışları sabitleyen, istikrarlılaştıran, tekdüzeleştiren, yaratıcı arzuya set çekip bastıran Oedipus, arzuyu kodlamakta ve kapalı yapılar dâhilinde ona bir “yeryurt” (et territoire) edindirmek suretiyle arzuyu ehlileştirmektedir. Oedipus’un tedavisiyle özne Oedipal yapıya uyumlu bir hayatı deneyimlemeye başlar. Psikanaliz nevrotik fantezilerin çözümünü simgesel yapıların içselleştirmesinde, yani öznenin egemen hakikat içinde normalleştirilmesinde bulur.
 
Deleuze için psikanalizin gelişim süreci ekonomi-politiğin Marksizme kadar gelen sürecine benzetilebilir. Psikanaliz “üretici arzu”yu keşfetmesine rağmen libidoyu temsili bir aile şemasının içine hapsederek arzuyu yabancılaştırmıştır. Bu durum Adam Smith ve Ricardo’nun üretici zenginliği keşfetmesine rağmen zenginliği mülkiyetçi bir temsile yerleştirerek emeği yabancılaştırmasına benzemektedir. Arzunun aile şeması içine hapsedilmesi, psikanalizin nevroza bilinçdışının üretici kuvvetlerini darmadağın eden bir açıklama getirmesine neden olmuştur. Bu noktada psikanalitik uzam her türden hezeyanı ve sayıklamayı tarihsel ve toplumsal temelinden kopararak basit bir biçimde anne-babaya indirger. Freud’un yargıç Schreber örneğinde, sorunu ısrarla anneye indirgemeye çabalaması buna işarettir. Hâlbuki yargıç Schreber’in sayıklamaları başlı başına tarih ve ırklar ile ilgilidir. Libidonun tarihsel, politik ve ekonomik kodlarını ezen psikanalist, Deleuze’ün ifadesiyle “hastanın politika konuşmaya başladığı noktada” onu tekrar aile şemasına çağırarak toplumsal örgütlenme biçimlerinin göstergebilimsel şeması içinde yeniden yeryurtlandırır. Her sayıklama kendi tarihsel yeryurtlanışına ve göstergebilimsel kodlanışına karşı bir isyan olması bakımından bir “yersizyurtsuzlaşma” (deterritorialisation), bir “kodsuzlaşma” (decoding) girişimidir, ancak psikanalistin diline pelesenk ettiği “annenden-babandan bahset” sözcesi her seferinde bu girişimi ezer ve yeniden kodlandırır. Sayıklamaları Freud’un yorumlayışından okuduğumuzda tüm sayıklamaların tarihsel-politik anlamı kaybolur. Psikanaliz çocuklardaki Oedipus-öncesi, psikozludaki Oedipus-dışı yahut başka toplumlardaki Oedipus-ötesi gösterenleri mutlak despotik bir gösteren adına hizaya getirir. Freud’un toplumsalı göz ardı eden bakış açısının genişletilmesi, simgesel ve imgesel yönleriyle derinleştirilmesi ve psikanalizin yapısalcı-göstergebilimsel bir düzeye dek yükselebilmesi ise Jacques Lacan ile mümkün olacaktır.
 
Lacancı “Freud’a dönüş hareketi”nin mahiyeti ve eleştirisi ya da Aşkın Yasa’ya karşı İçkin Arzu
 
Lacan’ın yapısalcı diyebileceğimiz bir duyarlılıkla psikanaliz alanında devrim yaratan çalışmaları dönemin Fransız entelektüel çevrelerinde büyük bir heyecanla karşılanır. Dönemin Fransa’sında entelektüel çevrelerin Hegel’i Kojeve’in çevirileri ve çalışmalarından öğrenmelerine benzer bir biçimde, Freud da Lacan’ın çalışmaları sayesinde bilinir hale gelmiştir. Deleuze ve Guattari de söz konusu kuşağın filozofları olarak Freud bilgisini Lacan okuru (Deleuze) ve öğrencisi (Guattari) olarak edinmişlerdir. Çalışmalarındaki terminolojide Lacancı izlekler bulmak mümkündür. Ancak son kertede Lacan’ın eksiklik mefhumuna bağlı arzu anlayışını yapısöküme uğrattıkları söylenebilir.
Lacan “Babanın Yasası” düşüncesiyle birlikte iktidarın yahut yaşama karşı işleyen tüm süreçlerin bir ön koşulu olarak Oedipus’u keşfetti. Lacan insanın salt biyolojik varlık halinden kültürel bir varlığa yükselişini “imgesel” ve “simgesel” kavramlarıyla açıklar. İmgesel varlık yeni doğan haliyle bir bireyken, simgesele geçişte özneleşme sorunu karşımıza çıkar. Lacan yapısal bir Oedipus anlayışıyla Freud’un bilinçdışına yönelik metafiziksel diyebileceğimiz temsili inançlarının altını oymayı başarmıştır. Yapısalcı bir duyarlılık kazandırdığı psikanalizi Oedipus’un simgesel sistemle bağlantısını vurgulaması itibariyle, ona, Freud’a aykırı bir biçimde kültürel ve toplumsal bir boyut kazandırmıştır. Lacan, bireyin “Babanın Yasası”yla, yani ensest tabusuyla karşılaştığı anlıksal çarpışmayı simgesel sistemle ilk temas olarak düşünür. Bu anlıksal çarpışmadan sonra özneleşme süreci gerçekleşir ve simgesel sürecin ön koşulu olarak işlev gören Oedipus kompleksinin etkisiyle simgesel düzen içselleştirilir. İmgesel’in simgesel tarafından bastırılmasıyla bilinçdışının radikal bir biçimde oluşumu başlar. Simgeselin kuvvetleri dilin anlam kodlarıyla desteklenir ve “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” söylemi anlam kazanır. Lacan için dilsel gösterge ile simgesel yapı amorflaşır ve bütünleşir. Başka deyişle Babanın Yasası’nın dille kenetlenmesi söz konusudur. Bu noktada Lacancı “gerçek” mefhumu imkânsızlığa mahkûm bir biçim kazanır. Babanın yasasının yasaklaması yoluyla oluşan eksiklik arzuyu tetikler ve arzu kendi eylemliliği içinde “haz” (jouissance) yoluyla sürekli tatmin edilmeye çalışılır, ancak haz asla “arzunun eksik nesnesi”ne (Objet petit a), ulaşamadığından tatminden çok arzunun yeniden üretimine hizmet eder. Simgeselin imgeseli, yani arzuyu bastırmasıyla “gerçek” insan bilincinin dışına taşınır. Ve simgeselin dille kenetlenmesi sonucu, gerçek bilinçdışında mesken edinir.  Lacan’ın ünlü söylemi: “Daima doğruyu söylerim. Ama doğrunun tamamını değil. Çünkü doğrunun tamamını kimse söyleyemez. Her şeyi söylemek imkânsızdır. Yeterince kelime yoktur. Doğruyu, gerçek olana yaklaştıran da bu imkânsızlıktır.” dille simgeselin kenetlenmesi düşünüldüğünde açıklık kazanır. Öznelliğin yaşama aykırı süreçler tarafından sömürgeleştirilmesi sorununun Lacancı açıklaması Babanın Yasası tarafından yasaklanan arzunun sürekli olarak yasaklanmışı ararken aslında onun tamamen dışında kalan nesnelerle ilişkide olması, yani bir başkasının fantezisine katılmak zorunda kalmasıdır ve bu fanteziler devletin, kapitalizmin ya da yaşama aykırı olan tüm süreç ve olguların fantezisi olabilir.
 
Lacan’ın kendi içinde oldukça tutarlı bir manzara arz eden psikanalitik düşüncesi Deleuze ve Guattari’yi “arzu felsefesi”ni oluştururken pek çok noktada etkilemiştir. Ancak Lacan’ın Freud ile ilişkisi her zaman tartışmalı olmuştur. Pek çokları için “Freud’a dönüş hareketi” gerçeği yansıtmaz; “Lacan, Freud’u kullanarak Lacan’ı anlatıyor” gibidir. Freud’a dönüş her ne kadar şüpheli olsa da Lacan simgeselin önemine değinerek teorik açıdan ilerleme kat etmiştir ama “eksiklik” mefhumunun şemasına bağlı kalarak arzuyu Babanın Yasasına bağımlı kılmıştır. Burada arzunun olumsal bir okumasından ziyade arzunun Yasa’nın bir sonucu olarak görülmesi, yani Hegelci bir diyalektikle okunması söz konusudur. Aşkın bir yasa tarafından bastırılan imgeselin bir sonucu olarak arzu fikri Deleuze ve Guattari için muhafazakâr bir fikirdir. Deleuze ve Guattari’nin Lacancı pesimizmin(Yasa olmaksızın arzuyu tasavvur edememek) karşısına -daha sonra açıklayacağımız- tehlikenin olumsal potansiyeliyle çıktığını söyleyebiliriz. İkili için arzu, aşkın bir yasanın yasaklaması sonucunda oluşan bir süreç olmaktan ziyade, içkin bir kuvvetin sonucudur. Lacancı gerçek mefhumuna karşı Deleuze ve Guattari “gerçek olanaksız değildir.” söylemiyle çıkar. Deleuze ve Guattari için arzu saf bir kendiliğindenliktir, varlığı için herhangi bir dışsal yasaya ihtiyacı yoktur ve herhangi bir gösterge şemasıyla açıklanamaz. Arzu, bir “içkinlik düzlemi”ndeki (plan d’immanence) akışlar bütünü olarak üretici bir kuvvettir. Arzuyu eksiklik mefhumu üzerinden ele alan psikanalitik bakış onu yalnızca bir elde etme ilişkisi, yani bir “tepkisellik” (reactive) olarak ele alır. Ancak Deleuze ve Guattari için arzu her şeyden önce “etkisel” (active) bir kuvvettir. Bu noktada Deleuze ve Guattari’nin Hegelci diyalektik düşüncenin dışına çıktıkları açıktır. Hatta arzuyu Yasanın önkoşulundan sıyırarak Foucault’dan bile daha ötede -çünkü Foucault iktidar-direniş antagonizmasına sıklıkla başvurur- Nietzscheci bir söylemi barındırdıkları söylenebilir.
 
Deleuze ve Guattari’nin Lacancı izlekler taşıdıklarını söyleyebiliriz, ancak ikiliyi Lacan’dan daha çok etkileyen psikanalist her zaman için Wilhelm Reich olmuştur. Reich’ın psişik bastırma ile toplumsal bastırmanın ortak bir süreç olarak işlediğine dair düşüncesinden oldukça etkilenmişlerdir. Reich’ın Nazi Almanyası için kullandığı ünlü “kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar” söylemi belki de başlı başına tüm postyapısalcı külliyatı harekete geçiren temel sorunu ifade etmektedir. Reich’ın toplumsal ve psişik bastırmanın çözümünü cinsel devrimde gören bakış açısının Deleuze ve Guattari üzerindeki etkisi aşikârdır. Ancak Reich’ın Marksist izleklere verdiği öneme Deleuze ve Guattari’de rastlanmaz. Deleuze ve Guattari için arzu, kendiliğinden bir güçle toplumsal alanı kuşatabilme yetkinliğine sahip olumsal bir kuvvettir. Deleuze ve Guattari’nin içkin bir kuvvet olarak gördükleri arzu bir üretim şebekesidir. Antonin Artaud’nun hasta bedenin fazlasıyla ısıtılmış bir fabrikaya benzediğini söylemesine benzer bir biçimde arzu, Deleuze ve Guattari için toplumu devindirebilecek olan içkin bir düzleme sahip olan yegâne fabrikadır. Göstergesel anlamsızlığına rağmen yarattığı etkilerle arzu, toplumsal bir anlamın oluşmasını sağlar, ancak akışkanlığıyla söz konusu anlamlandırma biçimlerinin kodlaşmasını önler. Yaşama aykırı süreçlerin zincirlemesi olmasa arzu toplumsal mekânda kaygan ve olumsal bir zemin yaratma gücüne muktedirdir. Sonuç olarak Deleuze ve Guattari için aşkın bir yasanın varlığından söz edilemez. Oedipus, arzunun üretimselliği üzerindeki toplumsal, siyasi, kültürel ve ekonomik bastırmanın bir sonucudur.
 
Şizo-analiz: Paranoyak molar kümelere karşı şizofrenik moleküler kaçışlar ya da yersizyurtsuzlaşma ve “organsız beden” üzerine
 
Deleuze ve Guattari’nin psikanalizle hesaplaşması L’Anti-Oedipe’in temel eksenini oluşturur. Eserde bir anti-psikanaliz biçimi olarak şizo-analize yönelme söz konusudur. Şizo-analizdeki temel itki Deleuze’ün ifadesiyle “Renault araba üretir gibi şizofrenler üretmekte” olan kapitalizmin şizofreniyle bağlantısını ifşa etmek ve psikanalizin yeryurt edindiren Oedipus pratiklerine karşı şizofrenik yarılmalarla mümkün olabilecek kod açımının imkânlarını arzunun lehine araştırmak olmuştur.
 
Modern öncesi dünyanın büyüsünün -kutsallığının- kendinden emin dogmatizmini alaycı bir biçimde yıkan modernlik anlamında kapitalizm doğuş koşullarındayken geçmişin toplumsal örgütlenmelerini (İlkel Bölgesel Makine ve Despotik Makine) ve anlamlandırma sistemlerini  tam anlamıyla yersizyurtsuzlaştırır, tüm engelleri parçalar ve kod açımı sürecine tabi tutar yersizyurtsuzlaşmayı radikalleştirir. Kodları bozulmuş akışlara yaslanır. Ancak söz konusu kod açımı radikal durumlarda Oedipus göstereninin toplumsal hegemonyası tarafından yeniden yeryurtlandırılır. Bu durum kapitalizmin despotik makinenin üst-kodlanışını radikal yersizyurtsuzlaşma girişimlerinde kullanmak için kendi tekelinde muhafaza ettiğinin göstergesidir. Bu üst-kodlanış paranoyak olmasıyla tanımlanan despotun şiddet içeren yöntemlerini ihtiva eder ve kapitalizm iktidar çeperinde gerçekleşen ufak bir şizofrenik yarılmada dahi bastırma işlevi olarak bu pratikleri toplumsal alanda canlandırır. Yersizyurtsuzlaşmayı bile sömürgeleştirebilen kapitalizmde koşullara göre arzu, kodlara karşı imtiyazlı olabilir. Ancak bu yersizyurtsuzlaşma en nihayetinde kapitalist makinenin bu duruma izin verdiği süreçte mümkün olacaktır. Kapitalist makinenin arzu düzeyinde nasıl işlediğini anlaşılması için kapitalist düzende sanat uğraşının aldığı biçimler örnek olabilir. Tam anlamıyla yersizyurtsuz bir yaratı olarak sanat uğraşı kapitalist sistemde özel sektör yahut kamu tarafından fonlanır. Yaşama aykırı olguların desteğiyle toplumsal mekânda varlık gösterebilen sanat her şeye rağmen kod çözer ve yersizyurtsuz bir uğraş olarak görece özerkliğe sahip görünür. Ancak toplumsal mekâna açılan sanat uğraşı her an için bir “şikâyet mektubu”na yahut arzusu sömürgeleştirilmiş paranoyak kesimlerin şiddetine maruz kalabilir. Bu gibi durumlarda kapitalizm sanatı derhal yeniden yeryurtlandırır. İstanbul’da Sanat galerilerinin çoğunlukla muhafazakâr yani arzusu paranoyaklaştırılmış bir toplumsal kesimin semti olan Tophaneye “sürülmesi”, gazetelerde sıklıkla karşılaştığımız “sanat galerisi basma-taşlama” haberleri sanatın yeniden yeryurtlandırılmasına bir örnektir.
 
Aslında kapitalist makinenin kod açımını kullanıyor olmasına, şizofrenik niteliğine rağmen gerektiğinde despotik makinenin paranoyak şiddetine başvuran mekanizması yani “keyfi” geçişleri Agamben’in “Kutsal İnsan” (Homo Sacer) tezine oldukça benzemektedir. Yönetimselliğin özneleştiremediği noktada iktidar hükümranlık modelinin baskıcı pratiklerine başvurur. Kimin “çıplak hayat” sayılacağına ve “cinayet işlemeksizin öldürülebileceği”ne egemen keyfi bir biçimde karar verebilir. Deleuze ve Guattari düşüncesinin Foucault ve Agamben’in savlarıyla bu gibi pek çok noktada ortaklaşması bu filozofların “postyapısalcılık” sınıflandırması altında buluşturulmasının hiç de tesadüf olmadığını gösterir.
 
Kapitalizm “dünyanın büyüsünü” bozmasına rağmen nihai süreçte devlet, aile, bankacılık sistemi, reklam yoluyla arzu yönetimi, tüketim, disiplin, denetim, “normalleştirici” pratikler ve en temelde Oedipus’u kullanarak her şeyi yeniden kodlar. Kapitalizm kodu çözülmüş akışları her daim yeni içsel kısıtlamalarla sekteye uğratır ve bastırır. Bu durum kapitalizmin temel çelişkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalizm rasyonel bir akıl adına tüm anlamlandırma sistemlerini kod açımına maruz bırakmasına rağmen gerek piyasasıyla gerekse kültürel dinamikleriyle oldukça absürd bir şekilde yaşama aykırı bir süreç olarak işlemekte dünyayı sahte imajlarıyla ve sömürgeleştirdiği arzu güçleriyle yeni bir mistifikasyona boğmaktadır. Bu kapitalizmin çelişkisi ve özsel şizofrenisidir. Ancak Deleuze için “Asla kimse çelişkiden ölmemiştir.” Kapitalizmin yersizyurtsuzlaştırmaya ve ardından yeniden yeryurtlandırmaya dayalı çelişkili işleyişi (bir başka örnek olarak on yılda bir tekrarlanan ekonomik krizlere rağmen hiçbir krizin Marksist teorinin savladığı kapitalizmin nihai krizine dönüşmemesi) onu daha da güçlü kılmakta ve kendi alanını sürekli olarak yeniden açabilmesine olanak sağlamaktadır.
 
Kapitalizmin bu içsel çelişkisi Oedipus’un psikanalizdeki “hem hastalık hem de sağlık” göstereni anlamındaki kullanılışının açıkça nedenidir. Kapitalizmin bu çelişkili döngüsü bilinçdışının düzleminde yarılmalara yol açar ve şizofreni üretimi yaşanır. Kapitalizmin iç sınırı sermaye, dış sınırı ise şizofrendir. Paranoyanın şiddeti bazı bedenlerin hakikati istifra etmesine neden olur. Şizofren’in devrimci potansiyeli de bu noktada karşımıza çıkar. Psikanalizde patolojiler hakikatle bağları çerçevesinde ele alınır ve “tedavi” yoluyla egemen hakikate uygun özneler yaratılması esastır. Oedipus’u “hem hastalık hem de sağlık” kaynağı olarak içselleştiren özneler kapitalist makinenin işleyişindeki çelişkiye uyumlu  “normal” öznelere dönüştürülür. Nevrozda id ego tarafından bastırılır, psikozda ise dürtülerin tam bir hâkimiyeti söz konusudur. Kapitalist makinenin gözeneklerinde işleyen psikanalizin görevi dürtülerin bastırılması yoluyla egonun egemen hakikatle bağını güçlendirmektir. Ancak bu hakikatin -tüm diğer ontolojik biçimler gibi- bir meşruiyeti yoktur. Şizofren’e koyulan “hakikat kaybı” teşhisi şizofrenin Oedipuscu topluma olan direnişinin dışavurumudur. Şizo-analiz de arzuları sekteye uğratan yahut bastıran güçlere, sözde “egemen hakikate” karşı her türden zincirini kopartmış yaşamı savunmak söz konusudur. Şizofren, “modern zamanların kilisesi” diyebileceğimiz psikanalizin despotik anlamlandırma göstergebilimlerine (Oedipus) karşı anlamlandırılamayan bir gösterge, yersizyurtsuzlaşarak kendi yurdunu yaratabilmiş bir akışlar toplamıdır. Şizofrenlerin kendi hakikatlerini yaratabilmeleri, kendi yurtlarını yapabilmeleri egemen hakikatten ayrılmaları anlamında hakikatin çeperini yaran bir hareketlilik içinde bulunduklarının göstergesidir. Arzunun özgürleştirilmesi anlamında iktidar çeperinde yaratılacak ufak şizofrenik yarılmalar dahi tüm kodlanışı bozarak arzunun psişik düzeyde yeniden canlanabilmesinin potansiyelini taşır. Psikanalizde hastanın teşhisi için sürekli bir geçmişe dönüş söz konusuyken şizo-analizde bilinçdışı üretici bir kuvvet olarak ele alındığı için her zaman arzunun çoğalma potansiyeli anlamında bir gelecek vurgusu söz konusudur. Psikanalizin geçmişe dönük okuması arzunun üretimsel potansiyelinin kırılması ve arzunun geçmişteki bir anın (Oedipus) döngüsüne hapsedilmesi anlamını içerir. Artaud’nun belirttiği gibi fazlasıyla ısıtılmış bir fabrikaya benzetebileceğimiz şizofrenin bilinçdışı üreticiliğiyle öznelere sunulan tek bir hakikate karşı pek çok hakikat alanına geçişin mümkün olabileceğini gösterir. Şizofrenin varlığı, arzunun toplumsal kitlede kesintiye uğratılmadan dolaşımını sağlayacak, arzuyu kaygan bir mekânda akışa yani oluşa bırakacak olan kolektif sözcelerin üretilmesine olanak sağlayabilecek bir özgürleşmenin mümkün olduğunu gösterir. Bu anlamda küçük şizofrenik kaçışlar-yarılmalar kapitalizmin dev paranoyak makinelerini harekete geçirebilecek bir güce sahiptir. Gezi direnişi henüz kitleselleşmemişken polis şiddeti buna bir örnek olabilir, hareketin büyümesinin ardından egemen çevreler tarafından üretilen “faiz lobisi” vs. gibi söylemler ise paranoyak makinenin nasıl işlemeye başladığının göstergesidir. Deleuze ve Guattari arzunun bu çeşit kodlanışıyla, şizofrenik kodlanışı arasında bir “savaş makinesi” (machine de guerre) görürler. Deleuze ve Guattari için sayıklama bir “şizo-devrimci kutup” ile bir “faşist-paranoyak kutup” arasında gelgitlere boğulmaktadır.
 
Bununla birlikte Deleuze ve Guattari düşüncesinden çıkarılabilecek hatalı bir sonuç şizofrenin devrimci özne olarak ele alındığı olacaktır. Deleuze ve Guattari kod çözümünden yersizyurtsuzlaşmaya dek şizofrenik bir sürecin var olduğunu belirtmektedir. Bu noktada belki de ikilinin “Mille Plateaux” da ortaya koyduğu bir perspektif olarak “köksap” (rhizome) anlayışı faydalı olacaktır. Köksap, teoride fazlasıyla abartılan “yapı” fikriyle mücadele eder. Köksap modeli toplumsal alana yönelik indirgemeci tüm açıklama biçimlerine karşı toplumsallığı bir çizgisellikler karmaşası olarak ele alarak çoğul bir perspektife yönelir. Köksapta organsız beden benzeri bir örgütleniş söz konusudur. Toplumsal alandaki her türden eklemlenme (örgütlenme) kendi olumsal potansiyeli dâhilinde sürekli bir yersizyurtsuzlaşmaya muktedirdir. Köksap arzunun bastırılmadığı yahut indirgenemediği çizgiler toplamıdır. Arzunun boyunduruk altına alınmadığı takdirde karşımıza çıkacak olan köksapsal model hiyerarşik (ağaçsı) bir görünüm arz etmez, köksap toplumsal alanda arzunun üreticiliğiyle sürekli çoğalmakta olan moleküler birimlerin oluşturduğu neşeli ve sürekli değişken çizgiler sunar. Ancak köksap ağının moleküler birimleri bazen bazı yaşama aykırı güçler tarafından sömürgeleştirilir, moleküler çok-katlılık bu sömürgeleştirme sonucunda molar kümelere dönüşür (devlet, aile, kapitalizm) ve organsız bedenin kaygan mekânı ağaçsı hiyerarşik örgütlenmenin lehine yerle bir edilir. Deleuze ve Guattari yaşama aykırı işleyen molar kümelere karşı şizofrenleşmekten ziyade şizofrenik yarılmaların önemine işaret eder. Ve bir şizo-süreçten bahsederler. Şizofreni molar kümeler tarafından sömürgeleştirilmiş baskı çizgilerine karşı “kaçış çizgileri”nin (ligne de fuite)  mümkün olduğunu gösterir. Öznelerin arzunun bastırılmasına karşı şizofreni sürecine katılımları var olan egemen hakikate karşı pek çok farklı ve olumsal hakikat alanının yaratılabileceğini gösterir. Buradaki kasıt şizofrenleşmekten ziyade bir şizo-özneye dönüşmektir. İktidar çeperinde bir yarma hareketi olarak şizo-süreç total bir yıkım anlamını taşıyan şizofrenleşmekten ayrılır. Çünkü söz konusu yarma hareketinin tehlikeli bir potansiyeli olarak çökme ihtimali de varlığını korumaktadır. Burada belki de “postyapısalcılığın sofizmi” diyebileceğimiz bir semptom karşımıza çıkar. Bu sofizm şizo-süreçte “ölçülü”lüğü elden bırakmama kipidir. Her özne Bataillecı bir biçimde ifade edersek kendi “iç deney”ini (l’experience interieure) yaşayarak şizo-sürece katılımının -yani hayatı tekdüze bir sürece sokan makinelere karşı pek çok hayatın mümkün olabileceğini gösteren yaşam biçiminin- yolunu bulacaktır. Şizo-sürece katılım “başka bir dünya mümkün” söyleminin yaşam düzeyinde deneyimlenmesidir. Bu yönüyle şizo-analizin “lebensphilosophie” (yaşam felsefesi) olma iddiası somutluk kazanmaktadır. Ancak bu süreçte “ölçülü” olmak zaruridir. Şizo-özneye dönüşmek ile şizofrenleşmek arasındaki fark yarma hareketi ile mutlak çöküş arasındaki farktır. Postyapısalcılığın bu “ölçülülük” kipi aşikârdır ki bir biçimde yaşamı sekteye uğratacak, onu mutlak bir hakikat çerçevesinde ehlileştirecek Platoncu sürece karşı epistemolojik anlamda oldukça sofistçedir. Faşist bir paranoyayla bastırılmış öznelerin kendi kendilerine yönelik bir merkezsizleşme açılma ve çoğalma süreci olarak şizo-sürece katılımı yaşamı özgür bırakacak deneyimin kapısını aralar.
 
20. yüzyılın politik-toplumsal deneyimi arzunun özgürleştirilmediği bir devrimci eylemliliğin nihayetinde yaşama aykırı bir sürece dönüşeceğini göstermiştir. Teorik teçhizatı tam olan bir devrimci öznenin arzuyu özgürleştirecek bir lebensphilosophie’den mahrum olan eylemliliği sonuçta yine paranoyak bir makine yaratmaya mahkûm olacaktır. Deleuze ve Guattari’nin devrimcinin “disipliner bir parti öznesi” olmaktan çok bir “şizo-özne” olması gerektiğine yönelik vurgusu bu noktada anlam kazanır. Guattari bir röportajında şu ifadeleri kullanır: “Devrimci avangard, hangi koşullarda baskıcı yapılarla bilinçdışı işbirliğinden kurtulabilir ve hangi koşullarda kitlelerin arzusunun iktidar tarafından onların ‘sanki kurtuluşları söz konusuymuş gibi kölelikleri uğruna mücadele etmelerine’ yol açacak şekilde yönlendirilmesi önlenebilir.” Şizo-Analizi harekete geçiren temel problemler öznelerin kendi maduniyet süreçlerine kendi istekleriyle katılımı sorunsalı çevresinde özetlenebilir.
 
Tehlikenin olumsallığı olarak şizofrenik süreç
 
Molar kümelerin dayattığı tektipli, yaşamı budayan deneyimsellik biçimlerine karşı şizofrenik sürecin öznesi göçebevari hareketliliğin içinde moleküler düzeyde yeniden canlanır ve yersizyurtsuzlaşmış çizgiler üzerinde bedenini akışkan bir oluş halinin olumsal imkânlarına bırakır. Ancak bu sürecinde olumsallığına rağmen tehlikeli bir potansiyeli taşıdığı unutulmamalıdır. Kaçış çizgilerinin sonucunda çeperde oluşan çatlakların üzerinde molar kümelerin dayattığı tektipli ontolojiden çok-katlı akışkan bir ontolojiye geçiş mümkün olmaktadır. Ancak şizofreni sürecinin yaratı ve yaşam dâhilinde fazlasıyla radikalleştiği noktalarda olgunlaşan yersizyurtsuzlaşma çizgileri ölüm çizgilerine de dönüşebilmektedir. Deleuze ve Guattari için Antonin Artaud’nun intiharı bu olgunlaşmış çizgilerin bir ölüm çizgisine dönüşmesidir. Yaratıcılık ve arzu düzlemindeki enerjinin ölçülülük kipinden çıktığı noktada yıkım ve ölüm düzlemine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Ancak bu tehlike hayatı ve arzuyu köleleştiren kapitalizm ve devlet gibi molar kümelerin dayattığı Guattari’nin betimlemesiyle “bok çukurundaki dünya”nın yaşam alanı düşünüldüğünde etik olarak tereddüt etmeksizin girilmesi gereken bir risktir.
 
Deleuze ve Guattari, modern paranoya makinelerinin dayattığı tektipli yaşama karşı öznelerin arzunun olumsal alanına kendilerini bırakmaları ve göçebe öznellikleriyle kapitalizmin çeperinde şizofrenik bir çatlak oluşturmalarının gerekliliğine vurgu yapar. Bu çatlaktan sızacak özgürleşmiş arzu akışlarının başka bir dünyanın da mümkün olduğunu gösterebileceklerini düşünür. İkili için şizofren egemen hakikat alanında çekilerek eklemsiz(yani mutlak bir toplumsal örgütlenme tarafından belirlenmemiş) bir arzu halinde bir organsız beden örneği teşkil ettikleri için mühimdir. Bilinçdışının özgürleştiği geleceğin toplumu da köksap üzerindeki arzu çizgilerinin kesişmesiyle kodsuz bir toplumsal bedenin (yeni, olumsal ilişkiler oluşturmaya muktedir oluş mekânı olarak kaygan mekân yahut tektipli bir örgütlenmeye sahip olmayan organsız beden) oluşumunu sağlamaya muktedir olacaktır.
 
Paranoyak makinelerin dayattığı yaşam biçimlerinde artık sorun öznelerin susturuluyor olması değil Roland Barthes’ın ifadesiyle “konuşturuluyor” olmasıdır. Ve bu “konuşma” eylemi Oedipus göstereninin perdelediği yaşama aykırı süreçlerin lehine gerçekleşmektedir. Söz konusu konuşma psikanalistin “annenden -babandan bahset” sözcesine Oedipus göstereninin lehine verilen cevaptır. Özneler kapitalist makinenin dâhilinde geçen her gün bu cevabı yinelemektedir. Şizo-analiz Deleuze’ün kullandığı “Baskıcı güçler insanların kendilerini ifade etmelerine engel olmuyor, tam tersine onları kendilerini ifade etmeye zorluyor.” ifadesinin işaret ettiği modern kapitalist faşizm biçimine gönderme yapar. Ve yaşamın olumsal güçleri adına arzunun özgürleşmesini savunur.
 
Deleuze ve Guattari’nin “arzu felsefesi”nde arzuyu üst bir teorik merci, bir “tarihsel matematik” yahut kapitalizm adına bastıran her türden girişim dışlanır. Arzuyu belli bir örgütlenme biçimi adına sekter bir kalıba sokan bazı devrimci eylemlilik biçimleri yeni paranoyak makineler üretmektedir. Deleuze ve Guattari’nin önerdiği yeni lebensphilosophie arzunun her türlü zincirinden koparak özgürleştiği nihai “Dionysosçu kahkaha”nın peşindedir. Negri ve Guattari’nin ortak çalışmalarından alıntılarsak, arzu felsefesi “Bırakın binlerce hayat, sanat, dayanışma ve eylem makinesi eski örgütlerin ahmak ve katı kibrini önüne katıp süpürsün!” şeklinde seslenmektedir. 

Etiketler:
İstihdam