29/05/2014 | Yazar: Rahmi Öğdül

Rahmi Öğdül Kuzey Kıbrıs’ta düzenlenen Onur Haftası’nı yazdı.

Hiçbir yüzümüz olmasa; bize yüz kazandıran tüm çizgileri kazısak; hem bedenimizden hem de yeryüzünün bedeninden. Hiçbir iz ya da çizgi bırakmasak geriye. Dilden dile dolaşan ve anlatıldıkça çoğalan ve değişen bir anlatının, konturları belirsiz formsuzluğuna yerleştirsek kendimizi.
 
Hafta sonu ve başı Kıbrıs, Lefkoşa’daydım. Kıbrıslı LGBT bireylerinin bu yıl ilk kez düzenledikleri Onur Haftası etkinlikleri kapsamındaki  “Eşcinsel Aktivizm ve Kuir Kültür Bağlamında Sanat” paneline konuşmacı olarak davet edilmiştim. Kıbrıslı yazar ve akademisyen Neşe Yaşın’ın sunumu tam da yüzü olmayan bir bedenin anlatısıydı. Sadece anlatılara, tanıklıklara dayalı ve anlatılara bağlı olarak konturları sürekli değişen, 1991’de ölmüş Kıbrıslı bir eşcinselin, Behiç Gökay’ın öyküsüydü.  Kıbrıslı sanatçı Hüseyin Özinal ile birlikte giriştikleri bu proje kapsamında, Kıbrıs’ın Zeki Müren’i olarak yerel bellekte yer etmiş Gökay’a dair hiçbir fotoğrafa, ses ve görüntü kaydına şimdilik ulaşamadıkları için sunumunu tamamen anlatılar üzerine kurdu Yaşın.
 
Sonra düşündüm. Kapitalizm yüzler üretiyor ve bu yüzler üzerinden üretiyor kendi suretini. Ürettiği yüzlere iliştiriyor tüm metaları. Ya da yüzleri metalara yapıştırıyor; yüzlerle metalar iç içe geçerken metalar küçük öznelere dönüşüyor birden. Ve insani olan her şey metalarda yok oluyor. Oysa sureti olmayan Behçet Gökay’ın öyküsünde, ilişkide olduğu insanların anlatılarıyla hep insani olanı keşfettiğimizi fark ettim.
İktidar kimliklendirerek, yüzler üreterek iş görüyor; tikeller ile tümeller arasına sıkıştırıyor ele avuca sığmaz, ilişkisellik içinde durmadan form değiştiren, akışkan bedenleri. Onlara suretler veriyor, kolayca tanınsınlar, ele geçsinler ve ait oldukları kutuların, hücrelerin içine yerleştirilebilsinler diye. Subcomandante Marcos yüzünü maskeyle örttüğünde, kudurmuştu iktidar; bu isyancıyı teşhis edemediği için. Sırf iktidara teşhiste yardımı dokunsun diye kimliğini açıklamıştı; maskesinin arkasında kimlerin saklı olduğunu sıraladığında daha da kafası karışmıştı iktidarın:
 
“Marcos, San Fransisco’da bir gay, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysidro’da bir chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir maya yerlisi, Mexico City’nin teneke mahallesi Neza’da bir çete mensubu, folk müziğinin kalesi Ulusal Üniversite’de bir rocker, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, ne galerisi, ne müşterisi olan bir sanatçı. Bosna’da bir barışçı, Meksika’nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen sendika CTM’de grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat 10’da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı, ne okuyucusu olan bir yazar ve tabii güneydoğu Meksika dağlarında bir zapatacı."
 
Kendi hakikat çemberinden dışladığı bedenlerin tümü maskenin yüzeyinde cisimleştiğinde artık bir canavarla karşılaştığının farkına varmıştı iktidar. Yeryüzünde bir hayalet gibi gezinen bu canavar olmadık yerlerde ve beklenmedik şekillerde ete kemiğe büründüğünde farklı isimler alabiliyor; bizde bu canavara çapulcu denmişti örneğin.
 
Lefkoşa’dayım. Bir yüzün çizgileri gibi, iktidar kimlik dayatmak için yeryüzünü yeniden yazdığında, bir suret çıkıyor ortaya; hatta iki suret. Ortasından geçen bir sınırla iki suretli bir kente dönüştürdüler Lefkoşa’yı.  Ve iktidarın dayattığı bu suretler bireylere de sirayet ettiğinde, kendi suretsiz bedenlerine iktidarın dayattığı bu sureti geçirdiklerinde tuhaf şeyler olabiliyor. İktidarın beden politikalarının mağdurları olan eşcinsellerin tüm sınırları bir dalga gibi aşan duygulanma ve duygulandırma güçleri tuhaf şekilde iktidarın çizdiği sınırlarla kesintiye uğruyor ve iktidar mağdurları, iktidarın çizdiği suretlerin içine kapatıyorlar kendilerini. Lefkoşa’da güneyli ile kuzeyli LGBT bireyleri arasında devletin yara gibi açtığı sınır uzanıyor. Güneyli Rumlar Kıbrıs’ın tek resmi Onur Yürüyüşü olarak 31 Mayıs’ta gerçekleştirecekleri etkinliklerini öne çıkarırken, kuzeylilerin 17 Mayıs’ta düzenledikleri ve güneylilerin ve diğer muhaliflerin de katıldığı Gökkuşağı Yürüyüşü etkinliklerini yok sayabiliyorlar. Kuir Kıbrıs Derneği’nin üyeleri sanatçı Hüseyin Özinal ile akademisyen Filiz Bilen’in anlattıklarından biliyorum bunları.
 
Queer (kuir) Batı’da başlangıçta, garip, yamuk, tuhaf, şekilsiz, katmanlar arasına sıkışıp kalmayan ve tüm katmanları verevine geçerek bildiğimiz tüm norm ve formları bozan anlamlarını taşıyordu. İktidar, formsuz olanı aşağılamak için kullandığı bu adlandırmayla, kendi dayattığı normları ihlal eden eşcinsel bireylere seslendiğinde, artık iktidarın form ve norm dayatan zorbalığından kaçanlar için de kuir bir olanaklar alanına dönüşmüş oldu. Durmadan yüzler ve formlar yaratan bir iktidar karşısında biçimsizliğin ele geçmezliğine vurgu yapan, bedenlerdeki duygulanma ve duygulandırma dalgasıyla sınırları ihlal ederek tüm bedenleri birbirine bağlayan kuir’in bir yüzü ya da sureti olabilir mi?
 
Not: 26 Mayıs pazartesi akşamı, Lefkoşa Naci Talat Barış ve Dostluk Evi’nde düzenlenen panelde Neşe Yaşın’ın "Kıbrıs LGBT Belleğine Bir Katkı Girişimi" başlıklı sunumu dışında, Kıbrıslı sosyolog Rahme Veziroğlu’nun “LGBT ve “Aktivizm”,  İzmir Üniversitesi öğretim üyesi Altuğ Işığan’ın “Sinemaya Yamuk Bakmak”, MSGSÜ, Fotoğraf Bölümü öğretim üyesi Seçkin Tercan’ın “Eşcinsel Aktivizm ve Fotoğrafik İmgede Dönüşüm” ve benim “İktidarın Cetvel-bedeni ve Queer’in Tekilliği” başlıklı sunumlarımız yer aldı; Doğu Akdeniz üniversitesi öğretim görevlisi ve Kült Neşriyat’tan harika metinler çıkaran Halil Duranay ise panelin moderatörlüğünü yaptı. 

Etiketler:
nefret