21/01/2011 | Yazar: Yasemin Öz

Queer teorisyenlerinden Judith Butler, Kaos GL’nin düzenlediği 5. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma kapsamında 15 Mayıs 2010’da Ankara’da bir konferans verdi.

Queer teorisyenlerinden Judith Butler, Kaos GL’nin düzenlediği 5. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma kapsamında 15 Mayıs 2010’da Ankara’da bir konferans verdi. “Queer-Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset” başlıklı sunumunda, özetle; “Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yarattığı hegemonyanın, queer aktivistlere diğer şiddet ve hegemonya biçimlerini anlama yolu sağlayacağını ve bu anlamda, queer aktivistlerin, birbirinden beslendiği kuşkusuz olan diğer şiddet ve hegemonya biçimlerine de karşı olmaları gerektiğini” söyledi. Özellikle milliyetçilik ve militarizm ile mücadele konularına dikkat çekerek, queer aktivistlerin dünyanın her yerindeki savaşlara karşı tutum alması ve şiddete uğrayan tüm kesimlerin birleşerek siyaset yapması gerektiğini düşündüğünü söyledi[1]

Butler’ın çizdiği politik yol, aslında uzunca bir süredir Türkiye’deki LGBT hareketi ile feminist hareketin kendisine düstur edinmeye çalıştığı bir yol. Bu politik çizgiyi oluşturmak konusunda, Queer Teori bize geniş olanaklar sunuyor.
 
Kısaca söz etmek gerekirse, Queer Teori, 1990’lar başında LGBT ve feminist çalışmaları alanında ortaya çıkan ve cinsiyet kategorilerinin yeniden değerlendirilip sarsıldığı eleştirel bir teoridir. Metinlerin “queer” yorumlarına dayalı olan bu teori, büyük ölçüde Michel Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nin etkilerini taşır. Feminizmin, cinsiyeti kişinin özüne ait bir unsur kabul eden düşüncelere karşı geliştirdiği mücadelesinden ve LBGT çalışmalarının, cinsel kimliklerdeki toplumsal yapıya dair incelemelerinden destek alıp yararlanır. Gey ve lezbiyen çalışmaları, eşcinsel yönelime atfedilen “doğal” ve “yapay” ayrımına odaklanırken; queer teori, hem “normal” hem de “anormal” kategorilerinde değerlendirilecek her türlü cinsel aktiviteyi odağına alır[2].
 
Queer teori, “normal” ve “anormal”i sorgular ve adeta “normal olmamayı” ve “normal yaratmamayı” önerir. Queer teori kuşkusuz “norm-al tanımı yaratmama” konusundaki sorgusunun odağına toplumsal cinsiyeti almış, bu anlamda “kadınlık, erkeklik, heteroseksüellik, eşcinsellik, transeksüellik” gibi toplumsal cinsiyete ilişkin durumları merkeze koymuştur.
 
Judith Butler’ın Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma makalesinde[3] de işaret ettiği gibi, queer bir kimliği değil, kimliklerin sürekli sorgulandığı, normal ve anormalleştirilmediği ve akışkan olabildiği bir düşünüşü ifade eder. Butler, makalesinde “Bu, belli politik durumlarda lezbiyen sıfatı ile bulunmayacağım anlamına gelmez. Fakat bu göstergenin daima belirsiz olanı göstermesini isterim.” sözleriyle, kendini “lezbiyen” olarak tanımlamanın, heteroseksüelliğin hegemonyasına karşı çıkma anlamında önemli olduğunu ancak “lezbiyen” tanımının sabit bir kategoriye işaret etmemesinin ve akışkanlığının engellenmemesinin de gerekli olduğunu savunur. Butler; “Cinsel kimliklerin inşa edildiği, değişken, belirsiz, çoklu ve parçalı olduğuna dair bir bilincin önemi”ni de ifade eder. “Aksi takdirde cinsel kimlikler ancak zorunlu heteroseksüelliğin hegemonyasını devam ettirebilir.” Butler ayrıca, “queer’in de tanımlanmaya, sabitlenmeye yanaşmayan, daima tartışılan ve sorgulanan bir çarpışma alanı olarak kalması gerektiğini ifade eder”[4].

Bu noktada, queer teori bir anlamda sabit ve mutlak tanımlanan tüm kimlikleri sorgulamak anlamında bir pencere açar. Zira birey, kendini hangi kimlikle ifade ederse etsin, bir müddet sonra kimliğin bir norma dönüşmesi ve bireyin kendisini sabit ve mutlak bir kategori olarak düzenlemesi riski kaçınılmazdır. Sabit ve mutlak kimlikler inşa edilmeye devam edildiği sürece, bu kimliklerin hegemonya yaratmaya başlaması, bireyleri baskılaması ve sınırlar tanımlaması da kaçınılmazdır.
 
Butler aynı makalesinde “heteroseksüel” sözcüğünün “eşcinsel” sözcüğüne ihtiyaç duyduğuna da işaret eder. Yine, queer teorisyenler; “Maçonun, kendisinde ‘mevcut olduğunu’ iddia ettiği unsurları –yani heteroseksüelliği ve erkeksiliği- ancak ‘mevcut olmayan’ eşcinsellik ve kadınsılık sayesinde ifade edebileceğini” söyler[5]. Muhakkak ki yeryüzünde yalnızca heteroseksüel cinsel deneyim yaşanıyor olsaydı, cinsel yönelim tanımına ve kategorilerine ihtiyaç duyulmayacaktı. Bu anlamda heteroseksüel tanımı eşcinsellik tanımına, eşcinsellik tanımı da heteroseksüellik tanımına muhtaçtır.
 
Jamie Heckert’a göre; “Heteroseksüellik, ABD’de üreme amacıyla cinsellik anlayışının güçten düşmeye başladığı 1920’lere dek popüler bir kimlik tanımı haline gelmemişti. 1800’lü yılların sonuna doğru tıbbi ve hukuki işlemlere girene dek eşcinsellik kabul edilemez bir kimlikti. “…sodomi, bir yasaklanmış eylemler kategorisiydi; bu eylemleri icra edenler, birer hukuki maddenin ötesini ifade etmiyordu. 19. yüzyılda eşcinsel, bir yaşama tarzı ve yaşam biçimi olmanın yani sıra, bir şahsiyet, bir geçmiş, bir vaka tarihçesi ve bir çocukluk haline de gelmişti (Foucault, 1990). Heteroseksüel denilen insanlara ve bu insanlar da kendi aralarında birbirlerine, heteroseksüelliğin doğal, normal ve doğru olduğunu anlatıyorlardı (ABD’de 1920’lerden 1930’lara dek). Elbette heteroseksüelliklerini özel ve yerelde, iki cinsin bir arada bulunduğu ve (ırkçılaştırılmış ve sınıflaştırılmış olduğu kadar) cinselleştirilmiş uygulamalar yoluyla korumaya özen göstermek zorundaydılar. Aynı zamanda onlara ve onlar birbirine bu uygulamaların doğal ve sorgulanamaz olduğu anlatılıyor ve anlatıyorlardı. Böylece (çoğunlukla) bu etkinlikleri sürdürüyorlardı. Öte yandan eşcinsel olarak tanımlananlara ve bazen onlar da birbirilerine eşcinselliğin doğal olmayan, sapkın ve gayri ahlaki olduğu söyleniyor ve söylüyorlardı. Eşcinsel olarak yapılananlar, buna direnç göstermenin kendilerince bir yolunu bulmakla birlikte, eşcinselliğin yapılanması daha sistematik (en azından daha iyi belgelenmiş) direnç yapıları haline gelmesi sonucu çıktı. “Eşcinsel azınlık grubu” kavramı, bu dönemde doğdu (Cory 1951, Epstein 1998’de değiniyor) ama 1970’lerde eşcinsel alt kültürlerinin yükselmesine kadar (Epstein, 1998) gelişemedi”[6].
 
Bu şekliyle, 19. yüzyıldan itibaren cinsellik, kategorilere bölünerek tanımlanmaya başlamıştır. Heteroseksüellik ve eşcinsellik gibi, bu kategoriler de, bireylerin cinsel arzularının değişmez olduğu varsayımına dayanır. Üstelik bu tanımlar, bireylerin cinsel arzuları değişmez olduğunda dahi, bireye kendi bulunduğu kategori içerisinde sınırlar koyan ve toplumsal cinsiyet modelleri üreten yapılara dönüşür ve cinsel arzunun özgürlüğünü kısıtlar.
 
Queer teorisyenlerinden Joshua Gamson; “arzusunun nesnesi sabit olmayan, “normal” görünmeyen ve davranmayan insanları dışlayabilen sınırlayıcı bir kimlik politikası uygulanmaması gerektiğini” savunur[7]. Kategorilerden ve sınırlardan uzak durmayı vaat eden queer teori, yalnızca toplumsal cinsiyet kategorilerini değil, kanımca kategorik kimliklerin tümünü sorgulamak için bir ufuk açmaktadır.
 
Michel Foucault, “yasakları ortadan kaldırmak’, “sesini duyurmak” gibi özgürlükçü politikalara ait stratejilerin tahakküm araçlarına dönüşebileceğini; tahakkümün son derece karmaşık ve değişken bir kavram olduğunu; direnişin her an tahakküme dönüşebileceğini; söylemin ise zannedildiği gibi sadece bir şeyi savunmadığını ya da bir şeye karşı olmadığını, son derece tahmin edilemez, sınır tanımaz, doğurgan ve çok katmanlı bir kavram olduğunu ifade etmiştir[8]. Annamarie Jagose gibi queer teorisyenler, Foucault’un düşüncelerinden etkilenerek; bağlama göre konum değiştirebilen, güç ilişkilerinin değişkenliğini ve oynaklığını göz önüne alabilen, son derece dinamik ve uyanık bir direnişin gerekliliğini vurgulamışlardır[9].
 
Bu noktadan hareketle, her ne kadar queer teori çalışmaları toplumsal cinsiyete odaklanmakta ise de, sabit ve mutlak olduğu iddia edilen her türlü kimliği sorgulamak için de bir olanak yaratır. Irk, milliyet, cinsiyet gibi mutlak ve sabit olduğu varsayılan her türlü kimliğin sorgulanabilir olduğuna dair bir yol açar. Buradan yola çıkarak, kadınlığı-erkekliği ve heteroseksüelliği-eşcinselliği sorgulayan ve sabitlemek ile mutlak kategorize etmekten kaçınan bir queer teori, ırk veya milliyet üzerinden yaratılan kimliklerin de mutlak ve sabitliği ile kategorizasyonu konusunda soru sormamızı sağlar.
 
İnsanlığın temel felsefi algısında, ikili karşıt tanımlar geniş bir kabul görmüştür. Hemen her kavram zıttı ile birlikte tanımlanır ve var olur. Bunu en basit şekliyle “iyi ve kötü”, “güzel ve çirkin”, “doğru ve yanlış” gibi örneklemek mümkündür. İkili karşıt algı, sınırlarını da aşarak, yaratılan her kavram için adeta bir zıddını arar. Kadın ve erkek kavramları dahi dilde, “farklı cinsler” olarak tanımlanmak yerine, “karşıt cinsler” olarak tanımlanmıştır. Aynı şekilde İngilizce’de -Batı dillerinde de olduğu gibi- “opposite sex” tanımı kullanılır. Bu durum düşünüşün, birbirlerinden biyolojik farkları olan cinsleri “farklı” olarak tanımlamak yerine “karşı” olarak tanımlama konusundaki tercih ve algısını gösterir. Karşıtlık, anlam içeriği itibariyle, dışlama ve yabancılaşma pratiğini beraberinde getirir. Karşıt veya öteki, her ne şekilde inşa edilirse edilsin, inşa edilen tüm kimlikler ezen ve ezilen kavramlarını da yaratır. Michel Foucault, kimliklerin “iktidar” kavramından bağımsız düşünülemeyecek bir süreç içinde inşa edildiğini söyler.
 
Ötekini karşıtı olarak görme ise, beraberinde kendi kimliğine sıkı sıkıya sarılmayı ve kendi kimliğini mutlak ve en iyi gerçeklik olarak algılamayı da getirir. Bu da, peşinden karşıt ve öteki kimliklere karşı korku, öfke ve nefret duyma, dışlama, iktidar kurma ve savaşma pratiklerini getirir. Böyle bir zeminde, nefret ve savaş söylemi, kendisine geniş bir yayılma alanı bulur. Elbette bu süreç ezilen ve dışlanan kimliklerin değil, hegemonik kimliklerin lehine işler. Hegemonik kimlikler bu şekilde, Butler’ın deyimiyle “yas tutulmaya değer” olanı ifade ederken, dışlanan kimlikler “yas tutulmaya değmez” olanı ifade eder.
 
Bu anlamda, diğer tüm kimlikler gibi ırk ve milliyet kimlikleri de, kendi kimliğini tanımlamak için “öteki”lere ihtiyaç duyan, “öteki”nin varlığından tedirgin olan, kendini inşa etmek için kendisine ve öteki tanımına sarılan ve kendini en iyi gerçeklik olarak algılayan kimliklere dönüşür. Kendisine öteki ve karşıt olarak konumlandırdığı tüm diğer kimliklere karşı savaş açar. Tıpkı kendisini mutlak, sabit ve en iyi gerçeklik olarak algılayan heteroseksizmin, diğer tüm cinsel kimliklere karşı yok sayma, kendine benzetme ve yok etme politikası yürüttüğü gibi; ırk ve milliyet kimlikleri de kendi kategorisi dışında kalanlara karşı benzer bir politik tutum yürütür.
 
Mutlak ve sabit olarak kabul edilen ve bir yandan da hegemonya kurma aracı olarak kullanılan ırk ve milliyet kimliklerini, queer teorinin gözüyle sorguladığımızda, bu kimliklerin beraberinde getirdiği kategorizasyon, ötekileştirme, dışlama ve şiddet pratiklerine de karşı çıkma imkânı buluruz. Irk ve milliyet kimliklerinin mutlaklığını sorgulamak, Berlin’de yaşayan bir Türk olmaktan Berlinli bir Türk olmaya, Irak’ta yaşayan bir Amerikalı olmaktan Irak’lı bir Amerikalı olmaya ve Hindistan’da yaşayan bir İngiliz olmaktan Hindistanlı bir İngiliz olmaya taşınma imkânı yaratır. Yalnızca bununla kalmaz, dünyada yaşayan bir birey olma imkânını da verir.
 
Gamson’ın da belirttiği gibi, queer, politik baskıyı üreten erkek-kadın ve heteroseksüel-eşcinsel gibi ikili bölünmelerin doğal olarak pekiştirilmesi aracılığıyla işleyen etnik tarzda gey ve lezbiyen kimlik politikalarının sınırlarını ifşa etmek için önemlidir[10].
 
Queer teorinin sorgusuyla, karşıtını tanımlama, kendini karşıya konumlandırma, ötekini yaratma ve dışlama pratiklerinden; kategorizasyonlara ihtiyaç olmayan, farklılıklarla bir arada yaşanabilecek ve farklılıkların birbiri üzerinde hegemonik ilişki kurmadığı bir dünyaya doğru açılabiliriz.


[1] http://www.kaosgl.com/icerik/butler_konferansindan_notlar_izlenimler
[2] http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleID=996067
[3] Agora Kitaplığı, Şubat 2007
[4] Serkan Delice; Queer Kuramı Üzerine Bir Başlangıç Yazısı, Üç Ekoloji-Doğa, Düşünce, Siyaset Dergisi, Mart 2004
[5] Namaste, Ki. (1994). The Politics of Inside/Out: Queer Theory, Poststructuralism and a Sociological Approach to Sexuality. Sociological Theory, 12(2), July (Also in Seidman, Steven. (ed.). (1996). Queer Theory/Sociology. Cambridge, Ma: Blackwell)
[6] Jamie Heckert, Birbirine razı olan ilişkilere doğru: Anarşizm ve Cinsellik makalesi
[7] Joshua Gamson, “Must Identity Movements Self-Destruct?: A Queer Dilemma”
[8] Annamarie Jagose, Queer Theory: An Introduction New York: New York Unv. Press, 1996
[9] Serkan Delice; adı geçen makale
[10] Jamie Heckert, adı geçen makale


Etiketler: yaşam
nefret