30/12/2009 | Yazar: Yıldırım Türker

AKP'ye, DTP'ye, Genelkurmay'a, diğer güç odaklarına akıl vermek, onlara yol göstermek benim işim değil. Benim işim, sesi yetersiz çıkana ses olmak.

AKP'ye, DTP'ye, Genelkurmay'a, diğer güç odaklarına akıl vermek, onlara yol göstermek benim işim değil. Benim işim, sesi yetersiz çıkana ses olmak. Sözü kıstırılmış olana söz olmak

Bir kez daha topluca seferberlik ruhuna itiliyoruz. Sokaklar tetikçilere, gazete köşeleri de aklıselim sahiplerine yakıştırılan dile emanet ediliyor yine. Mükemmel bir işbölümü. 15 yıldır düzenli olarak memleket halini kendi dilince yorumlamaya çalışan bir yazar olarak böyle durumlara aşinayım elbet.
Bu dönemin okur-gazete yazarı ilişkisine yansıyan dinamiği üzerine düşünüyorum son günlerde. Yazılarıma aldığım okur tepkileri memleketin iyice derinleşmiş çatlağından ses veriyor. Uzun zamandır bir kesimin yazdıklarımı körü körüne benimsenmiş bir Kürtçülükten saydığını, PKK yandaşlığından mağdur edebiyatçılığına kadar bir dizi yaftayla üstüme geldiğini görüyorum.

Özellikle açılım konusunun gündeme gelmesiyle birlikte komşunun komşu üstündeki kem gözünü hatırlatan bir baskıcı dil, sorgu altının çiğ ışığıyla tepeme boca ediliyor.

Baskı altında hırpalanan, tecavüze uğrayan, kuytularda yok edilen, ırkçılığın sarı dişleriyle yaralanan Kürtleri yazıp da neden bir kere olsun şehit Mehmetçikler üstüne yazmadığım sorgulanıyor sözgelimi.

Alçak bir molotofla diri diri yakılan güzelim Serap’ı neden bir kez olsun anmadığım bir açıklamaya kavuşup karara bağlanmış bile. Çünkü ben, vicdanını bir tarafa demirleyerek iğdiş etmiş bir militanım. Sözümün geçerliliği yoktur.
 
Tarafsız olduğumu bir kez olsun iddia etmedim.
Gazeteci değilim. Haberci değilim. Dolaşımdaki yamuk anlamıyla nesnel olmak gibi bir kaygıyı hiç üstlenmedim. Söz üreten bir insan olarak bana hakemlik dayatılmasına da pabuç bırakmam.

“Hırsızın hiç mi suçu yok?” yorumculuğundan tiksinirim. Kimilerinin ‘bir bizden bir onlardan’ mantığına ters düştüğümü biliyorum. Ben, bir onlardan bir bizden yazayım diye oturmuyorum yazının başına. Benim biz dediğim, insan.

Zayıf olanın koluna girerim. Türk Serap da Kürt Ceylan da bir türlü sona erdiremediğimiz kanlı bir savaşın kurbanlarıdır. İkisi de yüreğimi dağlar.
Ama Ceylan’ı yazmasak kim duyar, kim umursardı? Ana akım medyanın bir köşesinde o medyanın hiç vermediği, görmezden geldiği, küçük gördüğü insanlar ilgilendiriyor beni. Hayatımıza onların kaydı düşsün istiyorum. Kendimi başından beri memur ettiğim budur.
‘Bir bizden bir onlardan’ beklentisi, savaş ruhu, seferberlik mantığının tezahürüdür.
Ben, biz ve onlar arasında parçalanmamış bir dünya istiyorum.
Akil adamlar güruhundan değilim. Kimse beni aklıselim sahibi bellesin diye bir derdim yok. TV programlarına çıkıp kimi vahşi strateji uzmanlarıyla demokrasi tartışır gibi yapma âdetim de yoktur.
 
Bu dönemde özellikle bütün gazete yazarlarını, barışsever, vicdanı kavi insanları bekleyen sorunun etrafında dönüp duruyorum ben de.
AKP’ye, DTP’ye, Genelkurmay’a, diğer güç odaklarına akıl vermek, onlara yol göstermek benim işim değil. Benim işim, sesi yetersiz çıkana ses olmak. Sözü kıstırılmış olana söz olmak. Kimsesizin kimsesi olmak. Ne kadar becerebildiğim üstüne tartışılır elbet. Ama benden soğukkanlı bir hakemlik beklenemez. PKK, bir hakikattir. Savaş nasıl bir hakikatse.

Kanımca militarizm bu toprakların en can yakıcı gerçeğidir. Militarizmin kanlı sıkıdüzeninden, öfkeli salyalı dilinden ne Kürtler ne Türkler, hiçbirimiz arî değiliz.
Açılımın aceleye getirilerek Türk kökenli Cumhuriyet bendelerinin hassasiyeti göz önüne alınmadı, açıklaması bana kalırsa savaş mantığının motorudur.
DTP’nin açıklamaları, Kürt illerindeki öfkeli nümayişler söz konusu hassasiyetin üstüne benzin atıyor. Kürt tarafın hırçınlığı, içinde bulunduğumuz cehennemin baş aktörü olarak sunuluyor. Oysa bu hassasiyetin kutsallığıyla bastırılmış, büyük nenesinden bu yana hırpalanan, aşağılanan, yok sayılan insanların hırçınlığını anlamazsak barış yolunda bir adım atmamız mümkün olmaz.

Öncelikle devletin kendi savunma refleksini bilemekten önce özür dilemeyi öğrenmesi şarttır.
Bana düşen, bunu hatırlatmaktır. Ezilenin hırçınlığı karşısında milli bir tahammülsüzlük yangınını körüklemek hiçbir özgürlükçü, demokrat, barışsever insanın tavrı olamaz.
Başbakan ve AKP’lilerin açılımı başlatan diskurları, bir tür özür niteliği taşıdığı için devlet geleneğimizde kutlu bir çatlak açtı.
Habur karşılamasının ardından incinen Türk hassasiyeti bekçiliğine soyunanların Kürt halkının hassasiyetleri konusunda hiç de hassas olmadığını söylemek, evet, taraf olmaktır. Bir zamanlar Hrant’ın katili çocukları anlamamız gerektiğini hatırlatan Özkökgiller Trabzonlu, Trakyalı linççileri, İzmir’in postmodern linççilerini, Tarlabaşı’nın silahlı Kürt düşmanlarını da hassas vatandaş olarak değerlendiriyor. Ama milyonlarla sayılan bir halkın bezgin, bedbin ve öfkeli haline vahşi düşmanlıktan başka bir açıklama bulamıyor. Taş atan çocukların Kürt militan aileleri tarafından sokağa sürülen düşman gücü olduğuna inanan, onları kâh hukuka başvurarak, kâh milli hassasiyet cilalayarak halledebilmek için çalışan kafalara yegâne sorum, “Siz savaşı ne zannediyordunuz?” olacaktır. Üniformalı taşlayan o çocuklar savaşın ürünleridir. Onlar savaş çocuklarıdır.
 
Milyonlarca insan köylerinden sürülüp şehirlerin varoşlarına, sokaklarına aç biilaç döküldüklerinde görmezden gelen vatansever yiğitler, ne bekliyordunuz? O çocuklar, o taşları atacak.
Bu durum karşısında uyanık Cumhuriyetçi-Kemalist okuryazarların ellerindeki adalet terazisini salladıklarını göremiyorum.

Sonunda böylesine şahsi bir yazı yazmaya ihtiyaç duydum. Ben, yaşananları yeni başlamış bir futbol maçı olarak değerlendirip her bir tarafa eşit mesafede duran amatör hakem değilim. Cıvaoğlu’yla puro takas edip, Birand’la cilveleşip Pulur’la fıkralaşmak derdinde olduğumu size kim söyledi? Benim istediğim dünya, kimsenin Mehmetçik ya da gerilla olmak zorunda kalmadığı bir dünyadır.
Gerçekçi değil mi?
Emin misiniz?

Fotoğraf: Kemal Aslan (Kaos GL Arşivinden)
 

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam