23/05/2012 | Yazar: Onur Caymaz

Pencereniz sessiz arka bahçelere açılır mıydı? Çok uzun yürümediydik yokuşu. Vakit güze dönüyordu. Yaprakların; o şarabi eşkıyaların kızarmaya başladığı zamanlardı.

Pencereniz sessiz arka bahçelere açılır mıydı? Çok uzun yürümediydik yokuşu. Vakit güze dönüyordu. Yaprakların; o şarabi eşkıyaların kızarmaya başladığı zamanlardı. Onları toplayıp eve götürseydik. Kışın üşürlerdi belki, adanın rüzgârdan tozup giden yollarında. Bir cam kabın içine mavi boncuklar atsak, kâğıttan kayıklar gibi suyun içine bıraksak onları da. Bir fayton eski romanlardaki kupalara dönse, kanatlanarak uçup gitse manastırın oraya doğru hızla yol alırken, kalbimize…
Ölmüş Sait
Deniz mavisinden erken
Bunca sevgiden sonra
Ölmüş annesini öperken
Ada, çalışan tertemiz insanların harikulade güzelliği, anneniz orada yaprakların altından el sallıyor. Arka bahçeler, kilisede o zayıf, zapzayıf güzel yüzlü işçi çocukların solgunluklarıymışçasına mumlar, bir aralıktan yanıyorlar öyle… Kandil yağının kokusu, papazın upuzun masal sakalları, geceleri yaprakların hiç bitmeyen dedikoduları sizinle ilgili, Panço’nun pati izleri yollarda, şarap satan bakkal. Hani bir kere aldığınız bir edebiyat ödülünden daha mutlu etmişti sizi, o bakkalın size balıkçı deyişi…
“Sıkı Yönetim Mahkemesindeyiz. Yıl, 1943… Mahkeme reisi paşanın karşısında mavi dumanlı gözleri dolu dolu, sesi boğuk, boğazında bir düğüm, otuz beş yaşında bir çocuk var. Böyle büyük rütbeli bir askerle, bütün hayatında ilk defa bu kadar yakın, karşı karşıya bulunuyor. Azarlanmaktan korkan, ürkek çocuk bakışları yerde, başı önünde…
-Sen, yazdığın hikayede emirberin (hizmet eri) ayağına çelme taktırmışsın!.. Emirberin elindeki dolmalar yere dökülmüş. Bunun manası?
Hayatı boyunca, insanların neden hiç durmadan sevişmediklerini bir türlü anlayamamış olan sanığın bükülmüş dudakları titriyor:
-Efendim, okununca da anlaşılacağı gibi, hikâyedeki vaka birinci meşrutiyet’te geçmiştir. Bahsettiğim emirber, o devrin…
-Ya! Demek ki sen…
Sanığın kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor. Söylenenlerden yalnız bir kelime duyabiliyor:
-Bu!
Askeri savcının, cübbesinin yeninden uzanmış, vücudundan belki on defa daha büyük görünen işaret parmağı tekrar tekrar sanığı gösteriyor:
-Bu!
‘Bu!’, Sait Faik’tir; Sait Faik, durgun deniz bakışlı çocuk… Sait ağlıyor. Süngülü iki muhafızın arasında olduğu için değil, karanlık merdiven altında horlandığı için değil… ‘Bu!’ olduğu için ağlıyor.
*
Çocuklarımız, çocuklarımızın çocukları, bizim isimlerimizi unutacak. Hangimiz, dedemizin dedesinin ismini biliriz? Doktor, avukat, hakim, mühendis, paşa, hepimiz unutulacağız. Ama çocuklarımız, onun ismini unutmayacaklar. Edebiyatımızda bir ‘Sait Faik’ var diye övünecekler.” [i]
O emir eri hikâyesini biliyorum. Çelme adlı öykünüzdendi. Okumuştum. Nasıldı, neredeydim anımsamıyorum. Hem insan sizi ne zaman okumaya başlamalı? Okullarımızda doğa sevgisiyle, insan sevgisiyle dolu bir yazar diye tanıttılar sizi. “Bir insanı sevmekle başlar her şey” diyordunuz. Sadece o kısmını öğrettiler. Bence siz hepsinden sıkılmıştınız.
Haritada Bir Nokta’ya, herhangi bir noktaya gidip orada kalacaktınız. Söz vermiştiniz kendinize, yazı bile yazmayacaktınız. Hem yazı yazmak da bir hırstan başka neydi ki. Dünyada bir şey olmaya; bir şeyler olabilmek, yükselebilmek için başkalarının sırtına basmaya sonsuz karşıydınız. Nenize gerekti. Koşup tütüncüye giderek kâğıt kalem alacaktınız yine de.
Sizi sıkıyordu hepsi çünkü, o kadar da sevmediniz bence. Adanın tenha yollarında gezerken (adanın tenha yolları, uzak bir İstanbul, geceleri ışıklar, kardeşiniz yıldızlar) canınız sıkılmasın diye küçük değnekler yontmak için cebinizde taşıdığınız çakınızı çıkaracaktınız. Kaleminizi yontacaktınız yine. Tutup öperek en kutsal bir şeyinizmiş gibi başınıza koyacaktınız. Yazmasanız deli olacaktınız evet.
İnsan sizi âşıkken okumalı en çok. En çok öyleyken okuyor. Okulu, işi, nesi varsa işte onu kırıp, bir ada vapuruna bindiğinde (ki mevsim kışsa daha iyidir) aşık olduğunu kendini söyleyince okumalı sizi. Siz çünkü çakır gözlü üstat, “bir insanı sevmekle başlıyor her şey” dedikten sonra “burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor” da demiştiniz ardından.
Ölmüş eli ayağı uzak
Camların üstü buğu
Ölmüş çocuklar izin vermeden
Yüzünde sarışın çocukluğu 
Zaten bir kış günü adaya kaçmak sizin hikâyelerinize benzer biraz da. Odanızdan görünen arka bahçelere benzer. Hayatın bir yanı gibisiniz yani… Hayatın kötücül, sıkıntılı ama yine de iyimser bir yanı gibi. Arkada, güvertede bir sigara yakılır, Semaver’in buğusu düşünülür, sabahları yoksul evlerin çatılarındaki kış ıslaklığı, bacaklar üşümesin diye sobaya tutulup giyilen pantolonlar vardır artık. Köşkün bahçesi. Oradan yukarı çıkan esintili yol. Hayalden arabalar, insanlar…
İnsan sizi okurken arka odada yıllardır gelmesini beklediği bir eski dostu uyuyordur da uyandırmak istemez. Yalnız sizinle kalır. Dünya uzak akrabadır artık. Eski bir sevgilinin düğününe kırmızı bir kravat takıp gider, verdiği gelin tellerinden alır onun, yakasına takar insan sizi okurken. Ablanız ölmemiş olur mesela. Onun sözlendiği gün ayakkabısının altına adını yazan bir arkadaşına aşık olur insan, dayanamaz. Sizde aşk sadece bir insana değildir, Aleksandra’yı saymıyorum ama (O beklide bir ada perisiydi sizin için, Burgaz’da kaybedip Harbiye’de bulmuştunuz onu).
Ona kırgın değilsiniz değil mi? Ne yapalım. O da denemiştir ama becerememiştir sizi sevmeyi. Hem sizin gibi birini sevmek bir kadın için doğru bir şey de değildir belki. Kadınlar elleri dünyayı düzelten birini sevmek istemezler çünkü.
Yıldızlar gitmez gün doğmaz
Ölmüş korkunç uykusu yerde
Ölmüş belli belirsiz düşcek
Üşür balıklar öykülerde
Hani ne demiştiniz, ben çok severim; yüzümdeki kırışıklar gülmekten değil, güneşe bakmaktan diye. Gülmediniz sanırım o kadar çok. Sizin gibiler için hayatta şöyle bir ağız dolusu, Nazım’ın deyişiyle (size hediye ettiği çakmağı çok severmişsiniz) sıcak bir ekmek gibi gülmek pek kısmet değildir. Kısmet olmak. Bu güzel deyim sanki sadece sizin hikâyelerinizde geçiyor artık. Hikâyelerinizden kocaman bir hayat geçiyor. Beyazıt’taki taş havuzun oradaki göçmen karı kocayı anımsıyorum, bazen eski bir Ermeni mahallesini, bazen Dolapdere’nin bir arka sokağını, bazen bir lokantayı, kimi zaman da masaları mermerden eski bir kahvede yenen kaşarı ve simidi… Siz dünyaya nasıl bir hisle bağlandınız bunu düşünüyorum.
Adaya kaçarım dediydim ya, sizi okurken o vapurda ben hep bir ses duyarım. Sizin sesinizdi sanırım. Bir kadın yağmur altındaki o boş güvertede durur hep. Hani martısı öldüğünde ceketinin yakasına siyah bir şey takan adamın karısıydı belki o kadın. Bir kez bana saati soruyor (benim hiç yapamadığım o adaya kaçıp gidişlerim vardır hep tek başıma, tek başıma olmaktan korkarım orada çünkü). 10:42 derim mesela cevaben.
Kışlar erken kararır hep. Ben saati söyleyince merci monşer der hemen kadın. Biri de bir şeyden sayar bizi o zaman, sevinirim. Monşer olurum. Eski bir operaya gideceğizdir sanki arkadaşlarla. Öyle arkadaşlardan bir siz kaldınız sahi. Sanki orada arka sıraların birinde gülümsüyordunuz çakır gözlerinizle. Sizi renkli hiç görmedim bile oysa. Hep siyah beyaz resimlerde.
Bilmem neden hep o eski arka bahçe. İkimiz gitmiştik köşke. Yaşlı bir kadın karşılamıştı. Hastam var deyip duruyordu; çabuk olun gibisinden. Bizse hayranlıkla inceliyorduk her şeyi. Bir fayton kupa olup uçup gidecekti hep. Sanki dışarı çıktığımızda kapıda bizi bekliyor olacaktınız. Sadece odanızın bir köşesinde duran ayakkabılarınız… Gördüğümüz her şey çok can yakıcıydı ama onlar. Bilemiyorum ki ne vardı. Odanızın kokusunda, üzeri eski yazıyla ince yazılmış parfümünüzde, naylona sarılmış pijamalarınızın solgunluğunda… İlle de ayakkabılarınız ama. Altları yırtık, burunları patlamış yürümekten, sanki yorgunluktan dili dışarı çıkmış iki hamal gibiydiler. Kolay değil ki, incecik olsanız da sizi taşımak…
Sait usta, çakır usta, ben sizi yine de orada bekleyeceğim. Bana yine şunları söylemeniz için. Ancak siz söylerseniz inanacağım çünkü:
“ İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil, güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lâkayttır.
İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş”
“derken durdu, 1954
elleri kesilmiş.
anlamak birden durmaktır:
gökyüzü daha geniş…
başın öne düşmesi,
anlamak boyun eğiş.” [iv]

[i] Nusret Kafdağlı, Sait Faik’in Arkasından, Büyük Doğu Gazetesi, 21 Mayıs 1954
[ii] Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sait’e Ağıt
[iii] Adnan Benk, Sait Faik’i Yaşatamadık, Dünya Gazetesi Sanat Sayfası, 15 Mayıs 1954
[iv] Behçet Necatigil, Anlamak

Etiketler:
İstihdam