17/07/2009 | Yazar: Murathan Mungan

Dışarıdan bakıldığında hayli sakin görünen bir yaz yaşıyorum. Günlerin birbirine bağlanıp giden akışında her şey dingin görünüyor. Öte yandan her zamankinden çok daha fazla çalışıyorum sanki.

Dışarıdan bakıldığında hayli sakin görünen bir yaz yaşıyorum. Günlerin birbirine bağlanıp giden akışında her şey dingin görünüyor. Öte yandan her zamankinden çok daha fazla çalışıyorum sanki. Bakıyorum akşam olmuş. Bakıyorum sabah olmuş. Hani yaşamınızda bazı dönemlerin farklı başlangıçlar hazırladığını sezersiniz. İçimde bir yerden bir yere geçiyorum sanki. Hayatımla ilgili birçok şey yeni bir biçim alıyor. Ne olduğunu benim de tam olarak bilmediğim bir eşikte hissediyorum kendimi. Bir yanıyla çok sıkışık, yoğun, bir yanıyla ışığı iyi, enerjisi yüksek ferah günler. Bundan sonra olacakları sanki şimdiden biliyorum yahut önceki zamanlar kadar olsun hiçbir şey bilmiyorum. Ben kendime kapanmış olarak düzenli bir biçimde her gün saatlerce çalışırken oluyor bütün bunlar. Bu yıl için yaptığım programın dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyor, kurduğum düzenin dışına çıkmıyorum. Yazılı ya da görsel basınla her tür ilişkimi askıya almış durumdayım; hiçbir etkinliğe katılmıyorum. İçimi dinliyorum. Ne zamandır sırasını bekleyen güzel kitaplar okuyorum arka arkaya. Kitap okumanın dünyanın en zevkli şeylerinden biri olduğuna bir kez daha karar veriyorum. Orda burda birikmiş olan gazete, dergi kesiklerini gözden geçiriyor, notlar alıyor, yazı yazıyor, bugüne kadar hiç olmadığı ölçüde kitaplığımı elemeyi sürdürüyorum. Şu günlerdeki çalışma yöntemimi en iyi biçimde şöyle bir görüntü tanımlayabilir galiba -bazı filmlerde görmüşsünüzdür: Hani merkez postaneye çuvalla gelen mektupları bir görevli gideceği adreslerin kutularına dağıtır tek tek… Tam da öyle yapıyor gibiyim. Şu şiir şu kitabın kutusuna, bu yazı bu kitabın kutusuna, o bölüm o romana. Her biri kendi havuzunda böyle böyle birikir. Murathan '95'teki bölüm adlarından biri "Bekleme Havuzları"dır. Bu başlığın çalışma yöntemimi iyi anlattığını düşünüyorum. Hiçbir şey kaybolmaz bende, birikir, zamanını bekler.

Burada sorun olabilecek şey şudur: Bir disiplinin dilinden diğerinin diline geçerken kalem sekmesi yaşanabilir. Örneğin deneme yazarken ayrı, roman yazarken ayrı dil kullanırsınız. Bunun bilgisine sahip olsanız bile her ikisinin de düzyazı olması kaleminizi şaşırtabilir; düzyazı sentaksının ve semantiğinin akrabalığı nedeniyle birinden diğerine geçerken sızmalar olabilir. Benim gibi farklı türlerde, üstelik yoğun tempoda çalışanların özel dikkatler geliştirmesi gereken bir durumdur bu. Yeterince farkındalık geliştirmediyseniz, bu konuda yeteneğinizi kollamadıysanız, İngilizce düşünüp Türkçe roman yazmaya kalkışmak gibi sorunlar doğurabilir. Özellikle düzyazıdan şiire ya da kurmaca türüne geçerken, gereken ruh haline girmek, bıraktığınız yerden aynı atmosferi sürdürmek konsantrasyonu yüksek bir oyunculuk becerisi gerektirir. Şu oyunculuk örneğiyle durumu "şıklaştırıyor" olabilirim; belki de bir tür şizofrenidir bu. Öyle ya da böyle yıllardır bu sorunu kendi payıma iyi hallettiğimi sanıyorum.

Bu aralar The Cure'a taktım. Çalışmaktan soluk aldığım her fırsatta ilk albümlerinden başlayarak sırasıyla Cure albümleri dinliyorum. Bu arada Robert Smith'le aynı gün doğumlu olduğumuzu biliyor muydunuz?

Eldivenler, hikayeler'i bitirdim. Kitabın son öyküsü tahmin ettiğimden daha uzun oldu. 1988 yılında aklıma düşmüş bir fikirdi bu; yıllarca içimde dönüp durmuş, yazılmak için zamanını beklemişti; nedense bu kitabı onunla kapatmak istedim. Ben tam olarak bilmesem de nedenini, içimdeki o yer biliyordur. Bir süre ad aradım bu öyküye, genellikle isim koymakta çok zorlanmam ama bazen böyle takıldığım, bir süre aranıp durduğum olur. Fiyakalı isim bulmak zor değildir, önemli olan doğru olan adı bulmaktır. Sonunda bulduğum çarpıcı olmayabilir, ama öyküyü kuşatıp tanımlayan bir ad oldu. Hayır, burada söylemeyeceğim; öğrenmek için kitabın çıkmasını bekleyeceksiniz. Web sitemdeki bu "Aylık Yazı"ları okuyanların bazı şeyleri biraz daha ayrıntılı olarak ve daha önceden bilmesi gerektiği fikrine ben de hak veriyorum, ama keşif, sürpriz payı haklarını da büsbütün ellerinden almamak gerektiğini düşünüyorum. Şu an kapak resmi yapılıyor kitabın. Sonbahar aylarında kitapçı raflarındaki yerini alacağını sanıyorum. Önceki kitaplarımın hangisiyle arasında bir akrabalık kurulabileceğini merak ediyorsanız, onunki kadar belirgin bir tema, gözetilmiş bir denge etrafında kararlaştırılmış bir bütünlük göstermese de, hikayelerin çoğunda kullanılan anlatım tekniği bakımından Kadından Kentler'e benzetilebilir.

Bir tür inzivaya benzeyen bu kapanmanın verimi olan bu çalışmalar, en azından birkaçı 2010'da yayımlanacak kitapların harcını oluşturuyor elbet. Adı İkinci Hayvan olan bir şiir kitabıyla, adını sayfa adedinin belirleyeceği bir deneme kitabı şimdiden kesin gözüküyor. Adı Stüdyo Kayıtları olan bir deneme kitabıyla nihayet Şairin Romanı ise 2010'un büyük olasılıkları…

İkinci Hayvan'da 61 şiir yer alacak diye tutturdum. Neden 61 şiir olacağı konusunda bir tahmini olan var mı? İpucu: Bu kitabın şiirlerinden 15 tanesi Elli Parça içinde yayımlanmıştı. Ağzınızda nasıl bir tat bırakmıştı?

Madem yaz muhabbeti yapıyoruz, söyleyeyim Şairin Romanı'nın 300 sayfadan oluşan –üstelik daha birinci bölümü- şu anda Midilli adasında tatilde bulunan Bülent Somay tarafından okunuyor. Böylelikle ilk o okumuş oluyor. Bilindiği gibi Somay -daha birçok konuda olduğu gibi-, fantezi, bilim kurgu, ütopya romanları konusunda da bilirkişi sayılır. Uzun süre Metis Yayınları'nın Bilimkurgu Dizisi'ni yönetmişliği vardır. Başta Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi olmak üzere kimi fantezi romanların, Ursula K. Le Guin'in bazı yapıtlarının yayına hazırlanmasında emeği geçenlerden biridir. Onun Şairin Romanı hakkında ne diyeceğini merakla beklemekteyim. Söyleyeceği şeylerin en kötüsü "Midilli adası çok güzeldi, hiç fırsatım olmadı okumaya," olabilir. Temmuz sıcağında güzel bir adanın somutluğu karşısında benim "Yerküre" adını verdiğim hayali gezegenimin bir ağırlığının olmamasını anlayışla karşılarım.

Sayfa meselesine gelince, Elli Parça içinde yayımlanan "Şairin Dönüşü" bölümünü sevdiyseniz, mesele yok, gerisi kaç sayfa olursa olsun kitabı bitireceksiniz demektir. Yok eğer tam bir karara varamadıysanız yahut fantezi romanlara azıcık mesafeli duruyorsanız, hiç olmazsa "Şairin Levhaları" bölümünün sonuna kadar okumayı sürdürmenizi öneririm. "Şairin Gölgesi" bölümünü okuduktan sonra kitabı elinizden bırakmayı düşünüyorsanız, zaten benim size verebilecek tek kelimem kalmamış demektir. Herkes yoluna gidebilir.

Biliyorum, çok erken konuşulmaya başlanmış sözler bunlar; umarım her şey yolunda gider ve bütün bunları 2010 sonbaharında yeniden ve etraflıca konuşabiliriz sizinle.

15, 16 Temmuz 2009 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam