29/03/2013 | Yazar: Rahmi Öğdül

Ölü nesnelerin etrafında dönüp duruyoruz da başka türlü davranarak yaşamlarımızı sanat yapıtına dönüştürmek aklımızın ucundan geçmiyor. Nesneler küçük öznelere dönüşürken özneler de iktidarın elinde küçük nesnelere dönüştürülüyor.

Kendimizi bir sanat yapıtına dönüştürebilir miyiz? Neden olmasın? Kendimizi, özellikle iktidarın ellerinde yoğrulacak, biçim verilecek bir malzeme olarak, iktidarın gözleriyle görmekten vazgeçersek şayet, her şey mümkün. Foucault “benim dikkatimi çeken, toplumumuzda sanatın, kişileri ve hayatı değil de, yalnızca nesneleri kapsayan bir şey oluşu” dedikten sonra hemen ekliyor: “ama niye her birimiz kendi hayatından bir sanat yapıtı çıkarmasın ortaya? Neden şu lamba, bu ev bir sanat nesnesi olsun da, benim hayatım olmasın?” Kışkırtıcı bir soru. Nasıl inşa edildiğimizi ve iktidarın/erkin nasıl işlediğini anlamak ve yaşamlarımızı yeniden biçimlendirmek için büyük ölçekli yapılardan, küçük ölçekli yapılara çevirmeliyiz bakışımızı önce; teleskopla değil de mikroskopla çalışmamız gerekiyor. İçimizde, hemen yanı başımızdaki, aralarda yer alan kılcal damarlar boyunca ilerleyerek yaşamlarımızı içeriden bir sanat yapıtına dönüştürmek mümkün. Önce kılcal damarlarda olup bitiyor her şey, sonra makro yapılar çıkıyor ortaya.

Sanatın sadece nesneleri kapsadığının farkındayız. Nesnelerin pırıltılı sanat yapıtları olarak dolaşmaları, nesnelere göre hayatlarımızı biçimlendirmemiz, sefil yaşamlarımızı daha da açık ediyor. Ölü nesnelerin etrafında dönüp duruyoruz da başka türlü davranarak yaşamlarımızı sanat yapıtına dönüştürmek aklımızın ucundan geçmiyor. Nesneler küçük öznelere dönüşürken özneler de iktidarın elinde küçük nesnelere dönüştürülüyor. Bireyleri ve kitleleri, bir an önce biçimlendirilmesi gereken şekilsiz bir kil kitlesi gibi, heykeller yapacağı bir malzeme olarak görüyor iktidar, uygun büfelerin raflarına yerleştirebileceği kiç nesneler olarak. Yunanlıların ‘tekhne tu biu’suna, yani yaşama sanatına gönderme yaparak etik bir yeniden biçimlendirmenin, bir sanat yapıtı olarak hayatın mümkün olabileceğini söylüyor Foucault.
“Bios’u estetik bir sanat eserinin maddesi olarak algılama fikri bana çok ilginç geliyor. Aynı şekilde etiğin, kendi başına yargısal olanla, otoriter bir sistemle, disiplinci bir yapıyla hiçbir ilişkisi olmaksızın, varoluşun güçlü bir yapısı olabilmesi düşüncesi de beni heyecanlandırıyor.” Spinoza’nın etik ile ahlak arasındaki ayrımını vurguluyor Foucault. İktidar yasalarıyla, ahlakıyla bireyleri, kitleleri dışarıdan biçimlendirmeye çalışırken, etik içeriden dışarıya doğru iş görerek, bireylerin, kitlelerin erklenmesine ve kendi yaşamlarını bir sanat yapıtı gibi içeriden oymalarına yarıyor. Sanki tüm zaman ve mekânlarda veriliymiş gibi iktidarın bireye yüklediği niteliklerden sıyrıldığımızda, içeriden yaratabileceğimiz, verili olmayan bir ben’imiz var.“Ben’in bize verilmediği düşüncesinden yalnızca bir tek pratik sonuç çıkabilir sanıyorum” diyor, “kendi kendimizi oluşturmalıyız, tıpkı bir sanat yapıtı gibi imal etmeli, düzenlemeliyiz.”

Foucault tek tek ben’lerin birer sanat yapıtına dönüşmesini önerirken, amaçlarının estetik değil, toplumsal olduğunu vurgulayan Fluksus hareketi içinde yer almış sanatçı Joseph Beuys da, sanat yapıtı olarak toplumsal organizmadan söz ediyordu; herkesin sanatçı olduğu bir toplumda, yaşadığımız dünyayı içeriden biçimlendirirken ortaya çıkacak bir toplumsal heykelden. Sabit ve bitmiş bir heykel değil tabii, sürekli biçim değiştiren bir heykel. Beuys katılımcı bir demokrasiyle biçimlenecek bu toplumsal heykelin ilkelerini şöyle sıralıyor: “Kültürel ortamda kendi kararlarını vermek ve katılımcı olmak; yasaların yapılandırılmasında (demokrasi); ekonomik alanda (sosyalizm). Kendi kendini yönetmek ve odaklanmak şu anlama gelir: özgürlükçü demokratik sosyalizm.”
Doğrudan, yüz yüze kurulacak bir ilişkiyi, her türlü dolayımdan arınmış bir ilişkiyi doğal olana da taşımıştır Beuys. 1974 yılının Mayıs’ında, kapalı bir odada vahşi bir kurtla üç gün geçirmek üzere New York’a uçar; performansı “Amerika’yı seviyorum, Amerika da beni” başlığını taşısa da kaldığı süre içinde bildiğimiz Amerika ile hiç karşılaşmaz. New York’un imgelerine bulaşmamak için havaalanının kapısında bekleyen ambulansın sedyesine keçeye sarılı halde uzanır ve performansını gerçekleştireceği Doğu Broadway’deki René Block Gallery’nin kapısından içeri yine sedyenin üzerinde, keçeye sarılı halde girer ve dönerken de yine aynı yolu izler. Üç gün boyunca her gün sekiz saatini bu kurtla geçirir. Kalın, gri bir keçe battaniye sarılmış, elinde tuttuğu çoban bastonuna eğilerek durur bazen. Kimi zaman samanların üzerine uzanır, bazen de etrafında dönüp duran ya da keçeyi parçalamaya çalışan kurtla bakışırlar uzun uzun ve sonunda birbirlerine ısınırlar. Dolayımların içinde boğulmak yerine, bir canlıyla doğrudan ilişki geliştirmeyi yeğlemiştir Beuys; kılcal damarlar boyunca gerçekleşen bu etkileşimden toplumsal/doğal bir heykel çıkmıştır ortaya.

Etiketler: kültür sanat
nefret