04/06/2009 | Yazar: Kaos GL

En çok çocuklar verir hakkını şaşırmanın. Minik ağızlarını, bademcikleri görününceye kadar şöyle bir karış açar, gülümseyen kocaman gözlerle bakarlar.

En çok çocuklar verir hakkını şaşırmanın. Minik ağızlarını, bademcikleri görününceye kadar şöyle bir karış açar, gülümseyen kocaman gözlerle bakarlar. Şaşkınlıklarının sözcüğü yoktur. ‘Aaaa’, derler, ‘baksana anne, baksana baba...’

Özlemişim şaşırmayı. Şaşırınca fark ettim. Şaşırmayı en az umduğum yerlerden biriydi. Sabancı Üniversitesi’nin Hrant Dink Vakfı ve Anadolu Kültür işbirliği ile Tütün Deposu’nda düzenlediği Hrant Dink Atölyesi’nde bir ara hayali bir pinpon topunu izler gibi bir katılımcıdan diğerine, oradan izleyicilere döndüğümü ve kalbimin çarptığını anımsıyorum. Sevinçle şaşakalmıştım.

İki yıldır düzenlenen Hrant Dink Atölyesi, adını taşıdığı kişinin, insandan insana katedilecek yolla sınırları aşabilme gücünden ilham alıyor. Bu yıl ‘Anadolu ve Komşu Bölgelerinde Toplumsal Cinsiyet, Etnisite ve Ulus-Devlet’ başlığıyla yurtiçi ve yurtdışından akademisyen ve sanatçıları buluşturdu. Genelde böylesi ortamlarda az çok neyin nasıl söyleneceğini tahmin edersiniz. Dolayısıyla kendine yakın bulmak, bulmamak, beğenmek, beğenmemek üzerinden öznel değerlendirmeleri olur da insanın, şaşırmaya alan kalmaz. Gel gör ki, herkes sanki en çok da Hrant Dink’in o beklenmedik sorular, pırıl pırıl yeni düşünceler, samimi itiraflar ve geçmişi insanca konuşmayı mümkün kılacak umutlu gelecek vizyonlarından etkilenmiş gibiydi. Sanki herkes, kendi alanında susturulmaya yeltenilmiş bir sözü devam ettirmeye kararlı gibiydi. O yüzden de bizzat Hrant Dink aramızda dolaşır ve gülümser gibiydi. Rüya gibiydi.

Tüm konu başlıkları o alışılagelmiş kalıplarından çıkmış, kendilerine yeni iletişim kanalları arıyordu. Ermeni sorunu; anneanne, büyükteyze gibi ailenin efsanesine dönüşmüş kadınların hayatta kalma hikâyeleri üzerinden konuşulunca birden toplumsal cinsiyet ve kadın dili, belleği gibi nice yaşamsal ayrıntıya yer açıldı. Ortaklaştırılmış çerçevelerse, Kürt, Türk, Ermeni, Kafkas ve Balkan halklarını çoğunlukla birbirlerine düşman etmenin gerekçesi olarak kullanılan farklılıklarından çok, mustarip oldukları acının aynılıklarını ortaya çıkardı. Yaşarken yolu kesişmemiş dönem tanığı yazarlar sözü birbirinden alıp verircesine tanış kılındılar karşılıklı sunumlarla. Sanatın sınıra dayanan, onu zorlayan rolü, sadece sözle değil, dansla, şarkıyla da sergilendi. Söz, havada asılı kalmadı çünkü herkes kendi yaşadığını çıkınında getirmişti. Bohçalar açıldıkça kâh gülüştük, kâh ağlaştık.

Ağlamak değil de ağlaşmak olunca, yani gözün yaşı paylaşılır olunca, onun adı arınma oluyor. İnsanın insanda hatrı kalıyor. Sarılıyorsun sadece, yetiyor...

Tabular çifter çifter devrilir

Şaşırmanın gücüne takılmam boşuna değil. Yaşadıklarımı, dinlediklerimi sindirmeye çalışırken bu kez de gazetedeki bir söyleşiye bakakaldım. Ezgi Başaran, yılın başında Azerbaycan’da piyasaya çıkan ve çok tartışılan Artuş ve Zaur başlıklı romanın yazarı Ali Akbar Aliyev ile görüşmüş.

Ermeni Artuş ile Azeri Zaur’un aşk hikâyesi üzerinden Azerbaycan-Ermenistan sorununu mesele edinen romanda, hassas konunun zorluğu yetmezmiş gibi iki baş kahraman bir de eşcinsel. Hal böyle olunca, romanın en azından iki ülke için de üzerinde mutabakat sağlanacak bir rahatsızlık konusu olması açısından, hayırlı bir işlevi olduğu bile söylenebilir. Zaten  Ali Akbar  Aliyev, ne yaptığının da, sonuçlarının da farkında olan bir genç adam. Nitekim öncelikle kitabın kendi toplumunu neden bu denli tedirgin ettiğini mizahi bir üslupla yanıtlıyor: ‘Azerilerin en büyük iki tabusunu kaşıyorum bu romanla. Ermeniler ve eşcinseller. Biliyorsunuz Ermeni ve eşcinsel olmak suç burada. O yüzden kitap toplatıldı’.

Bakü’de doğup büyüyen, önce çok iyi arkadaşken 13 yaşında birbirlerine ilgi duymaya başlayan Artuş ve Zaur, Azerbaycan-Ermenistan savaşında ayrı düştükten sonra 2000’lerde Tiflis’te yeniden karşılaşıyorlar. Hollandalı bir papaz Gürcistan’ın Poti şehrinde nikahlarını kıyıyor. Elbette kurgunun sınırı yok ama ‘Sonradan öğrendim ki benzer hikâyesi olan bir çift Moskova’da yaşıyormuş, onlar da evliymiş’ diye eklemiş yazar. Bu da hayat dipnotu olsa gerek.

Savaş halindeki halklara mensup kişiler arasındaki imkânsız aşk hikâyeleri edebiyatın da, sinemanın da sevdiği konuların başındadır. Çünkü aşk, dayatılmış dost-düşman kalıplarını yerlebir eder, âşıkları kendileriyle ve toplumlarıyla yüzleştirir. Sanattan taviz verilen daha sıradan hikâyelerde ise erkeğin hangi milliyetten olduğuna bakılır çünkü bu bakış açısına göre gelin ‘alınan’dır.

Ali Akbar Aliyev’in romanı böylesi tesellilere mahal vermeyen bir sıradışılıkta. Pekçokları için tüyler ürpertici bile sayılır. Söyleşi boyunca onun böyle bir kurgu yaratmasındaki gerekçeyi merak ederken hep o müthiş kara mizaha tosladım. Genç yazar, işe kendinden başlamış, kendisiyle dalga geçmeyi öğrenmiş önce. O yüzden de tabuları çifter çifter yıkabilmiş. Devirme gücünü, şu birkaç cümleye sığdırdığı hayatta kalma hikâyesine de borçlu:

Azerbaycan’da şube açan Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı aracılığıyla Türkiye’ye gelen ve Üsküdar İmam Hatip Okulu’ndan mezun olan bu adamın bizzat kendi hayatı esaslı bir kurgu zaten. ‘14 yaşıma kadar Bakü’de son derece seküler Sovyet eğitiminden geçmiştim. Ailem de dindar değildi. İmam Hatip’i normal bir liseymiş gibi okumaya karar verdim kafamda: Matematik, kimya, edebiyatı dinler, din derslerini de ‘Bir gün bitecek’ diye beklerdim. Geçti de. Ben İmam Hatip’e başladıktan kısa süre sonra babam vefat etti, 11 Eylül 1994’te de özel tim subayı olan ağabeyim Ermenilerin koyduğu mayına basıp öldü. Bakü’ye dönmek için bir sebebim kalmamıştı. Üniversiteyi de İstanbul’da okumaya karar verdim ve Nişantaşı’nda okuyarak başka bir hayatla tanıştım’.

Ali Akbar Aliyev, göze almanın kararlılığı ile karşı kıyı tepkilerini de mizahın ta kendisi kılıyor: ‘Kitap çıktıktan sonra Azerbaycan ve Gürcistan’daki gizli eşcinsel örgütleri bana destek verdi. Ama Ermenistan bu üç ülke arasında en homofobik olanıdır. Çok ataerkiller. Ben bazen onlarla ‘Size Müslümanlık yakışırmış’ diye dalga geçiyorum. Kitabım Ermenice’ye de çevriliyor ama basılmasına izin vermezler. İsviçre’de yaşayan Ermeni arkadaşıma boşuna uğraşıyorsun bu çeviriyle diyorum. Hiç olmadı internette yayınlarız artık, n’apalım!’

Siyasilerin gelgit açıklamaları süredursun ben işte böyle, şaşırmanın gücünden medet umdum en çok. Yaşadığımı hissettiren ve buna şükrettirenlerden. Ve gülümsedim hepsine minnetle.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam