21/06/2010 | Yazar: Can Başkent

Savaş gene azıttı. İnsanlar ölüyor.

Savaş gene azıttı. İnsanlar ölüyor. İster duygusal ve empatik bakmaya çalışın duruma, ister kapitalist bir liberalizmle yaklaşın, hiç bir bakış açısı acı gerçeği değiştirmiyor. İnsanlar bir ‘hiç’ uğruna ölmeye devam ediyor, faşist şairin kan kokan şiirinde dediği gibi ‘Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!’ [ Mehmet Akif’e değinen bir yazı için: http://www.kaosgl.com/content/pisligin-besigi ]… 

Ben bu yazıda, hayalperest bir barış fikriyatı dile getirmeye çalışmayacağım. Ben bu yazıda, devletler satrancında kimlerin piyon olduğunu anlatmaya gayret etmeyeceğim. Ben bu yazıda, komplo teorilerine bizleri sürükleyen gelişmelere değinmeyeceğim. Ben bu yazıda, TSK’nın mide bulandırıcı zaaflarından (!!!) ya da PKK’nın anlaşılmaz stratejisinden (!!!) söz etmeyeceğim. Ben bu yazıda, PKK’nın Kürt Kuvay-i Milliyesi olup olmadığını tartışmayacağım.
 
Ben bu yazıda bir tek şeye değineceğim. İnsanların uğruna öldüklerinin birer HİÇ olduğunu anlatacağım. Elbette, ölenleri suçlamak değil emelim. Kim bilir, belki bir kaç kişinin aklını çelebilirim de, gelecekte olması muhtemel ölümleri engelleyebilirim. Belki de TSK ve diğerleri, kendilerine hakaret ettiğimi düşünüp dava açar da yazım yayılır ve daha çok kişiyi etkilerim [muhterem basın savcısı, bu yazıda düşüncelerimi gördüğünüz gibi eleştiri sınırları dahilinde güncel gelişmelerin duygulanımı altında yazmaktayım].
 
Kimi şeylerin uğruna ölünebileceğini anlayabiliyorum. Bir çocuğu, caddede üzerine doğru hızla yaklaşan kamyondan kurtarmak için insanın kendisini siper etmesini ve bunun neticesinde hayatını kaybetmesini tüm kalbimle anlar ve saygı duyarım. Hiç tanımadığınız birine böbreğinizi vermek isterken, ameliyat masasında kalmanızı anlar ve saygı duyarım. Kaya tırmanışını ipsiz yapıp, bir gün Balıkkayalardan aşağı sorti yapmanızı ve ölmenizi anlarım, birazcık saygı duyarak. Timsah yetiştiricisi olmanızı ve günün birinde asabi bir timsah tarafından yenerek ölmenizi anlar ve gene birazcık saygı duyarım.
 
Ancak, bir hilal ya da yıldız uğruna ölmeyi anlayamam. Hadi biraz ılımlı olayım, bu ruhiyatı anlıyorum anlamasına da, bu psikososyal hali savunmayı ve mazur görmeyi anlayamıyorum. Dahası, ölenler ve ölen yakınları bundan gurur duyup sevinmiyorken, kimi basiretsizin bunu bir onur mertebesi olarak kutsamasına karşı nasıl hâlâ sessiz kalıyoruz, bilmiyorum. Yaşamamayı, yaşamdan daha güzel ve onurlu görenler peki neden hâlâ yaşıyorlar, bilmiyorum.
 
Benzer şekilde, insanların gözünün içine baka baka bir hiç’i, dünyanın anlamıymış, uğrunda ölünecek bir şeymiş gibi gösterenleri görünce de aklıma benzer şeyler geliyor. Neden hâlâ ‘hayır’ diyemiyoruz? Neden hâlâ göz göre göre insanları ölüme götüren devletleri ve örgütleri sırtımızdan atamıyoruz? Neden insanın vahşiliğini değil de yaratıcılığını ortaya çıkartmıyoruz?
 
Marksçılıktan ayıran bizi bu değil mi? Yüzyıllarca, bir evrimsel mertebeye erişmeyi beklememize gerek yok, döngünün işlemesini ve yücelmeyi beklememize gerek yok. Hiç bir şeyi beklememize gerek yok.
 
Etrafımız aptallarla çevrili. İki bin yıl önce kimilerinin gördüğünü hâlâ göremiyorlar. Naif olmayalım değil mi, göstere göstere, göz göre göre, riyakarlıklarını sürdürüyorlar diyelim hadi. Ama anarşistler devlet kenesinden kurtarana dek toplumu, illa ki bir asalak olarak yaşayacaksa bu devlet, Tao Te Ching’de yazanlara bakalım ve sabrımızı eğitelim şimdilik. 
 
‘zorla öğretmenin
tao'ya ters olduğunu bildikleri için
ilk bilgeler tao'nun yolunu
öğretmeyi tasarlamadılar.
devletin önünde iki yol vardır.
ilki saman altından su yürüten kurnaz olup
halkı aldatmayı tasarlamaktır.
böyle yönetilirse,
halk kurnazlaşır,
ve yöneteni aldatmayı tasarlar.
ülkeyi yönetmenin ikinci yolu,
öyle içten pazarlıklı olmadan yönetmektir.
erdemle yönetildikleri için
böyle yönetilenler gerçekten mutlu olur,
erdemli yönetim herkese karşı adildir
ve böylece birliği sağlar.’
 
ve
 
‘yararlı bir savaşçı
ne hiç yoktan kızgınlıkla
ne de öldürme arzusuyla hareket eder.
yenen kinci olmamalıdır.
efendilik tevazu ister.
eğer barış ve birlik diliyorsak
hasımlarımıza yaklaşımımız
üstünlük arzusundan arınmış olmalı
ve çekişme olmadan uygulanmalıdır.’
 
Tüm bu edebiyatı da bir kenara bırakalım. Tüm bu vahşet karşısında, ağızdan köpükler saçarak intikam yeminleri etmek değildir çözüm. Aynaya bakıp ‘Ne yaptım ben?’ demektir çözümün başlangıcı. Sana öl diyene, ‘Çok meraklıysan, bırak golf sopanı da sen git ölmeye’ demektir. Sana devrimi kana bulamayı önerenlere, ‘Bu mu ezilenlerin dayanışması senin kafanda?’ demektir.
 
Öte yandan, çok meraklıysan bir hiç uğruna ölmeye, çıkartırsın apoletlerini siper edersin gövdeni. Çok meraklıysan öldürmeye, alırsın bir atari, oturursun televizyon başına. Ama anlaşılan o ki, ben ‘hayır’ diyene dek, sen ‘hayır’ diyene dek, bizler bir avuç küstaha ‘hayır’ diyene dek, bu vahşet sürecek.
 
Peki bir hiç, nasıl her şey haline geldi? Bunun öyküsü seksen yıldır yazılmıyor mu? Askerine ölmeyi emreden, her isyanı kanla bastıran ve bastırdıktan sonra bile ‘yahu neden çıkmıştı bu isyan?’ diye bile sormayan bir zihniyetin ne üretmesini bekliyorduk?
 
Farkındayım, tüm klişe ve ajitatif argümanları bir yazıya sığdırdım. Sıradan tezlerle çok aşikar kimi realiteleri anlatmaya çalışır buldum kendimi. Filler tepişir, olan çimlere olur, şeklinde özetlenebilecek ruh halimi saklayamadım. Daha da trajik bir şekilde, bilgisayar ekranı karşısında, tuhaf bir güne başlarken, bir faydam olacağına inanacak kadar da saflaştım bir yazıyla.
 
Karamsarlığı iyi günlere saklayalım. Kim bilir, belki gün gelecek, Savaş ve Barış’ı Manço ailesinden anımsayacağız sadece Tolstoy’u dahi unutarak. Bu hayale nasıl ulaşabileceğimizin yolunu yordamını da, oturur konuşuruz. Dert mi?
 

Etiketler: insan hakları, askerlik
nefret