20/10/2015 | Yazar: Kansu Yıldırım

Führer, devletin sürekliliği için hukuku askıya alsa da, ‘yasal olandan vazgeçse de’, halkla ve devletle türdeşliği dolayısıyla ‘meşruiyetini’ korumaktadır.

Goethe, Genç Werther’in Acılarını kaleme alırken, sanki Ankara Katliamında yitirilenlerin arkasından duyulan o “boşluğu” tasvir etmiş: “Ah, bu boşluk, burada göğsümde hissettiğim bu korkunç boşluk! - Sık sık düşünüyorum: onu bir defa olsun, yalnız bir defacık şu bağra basabilsen, bütün bu boşluk dolardı”. O gün o alana gelenler barış dileklerini gökyüzüne bırakacakken, beden parçaları gökyüzünden yağdı. Yetmedi, polis yaralıların ve cesetlerin olduğu alana gaz bombası attı. O gün Ankara’nın üzerine biber gazı kokusuyla karışan yanık et kokusu sindi!

Yerdeki kan daha kurumamışken, acılar hala tazeyken, yandaşlardan mantığı zorlayan yorumlar gelmeye başladı. Star gazetesi yazarlarından birisi “Halay ile patlama anına ilişkin videoyu izlemişsinizdir. Hayret, nasıl bir senkron var ‘Bu meydan kanlı meydan’ nakaratı ile bombacının pimi çekmesi arasında? Hayret!” diye yazdı. Yeni Akit yazarlarından birisi “Miting öncesinde ‘derin sol’ katliam; çok sayıda ölü, yaralı var. Yine ‘adamları’nın canı üzerinden ‘seçim çalışması’ yaptılar!” diye bir komplo teorisini ileri sürdü. Milli maçta saygı duruşu esnasında ıslıklara karışan tekbirler ya da katliamda yitirilenlerin sembolleştiği karanfillerin tekmelenmesi gibi izandan uzak olaylara tanıklık edildi.

Yüzlerce insanın öldürüldüğü, yaralandığı, hükümetin bile kayıtsız kalamadığı ve milli yas ilan ettiği bir katliamın üzerine, bu olayları ve yorumları gören herkes “siz ne zaman bu kadar kötü oldunuz” sorusunu ister istemez sordu. Peki, bize kötülüğün en son raddede görünürleşmesi olarak gelen böylesi bir tutum nasıl soğukkanlılıkla dile getiriliyor? Hangi nedendir ki o, ölüleri yuhalayacak, ıslıklayacak, anmalara küfredecek kadar kitleler kemikleşiyor?

Brecht’in şiirindeki gibi, “işte bir sürü olay sana. Ve bir sürü soru.”

Öncelikle şunu belirtelim, “vicdan” veya “duyarlılık” gibi siyasi parametre mahiyetinde bir ikilik, soluk aldığımız bu atmosferde kifayetsizdir. Rejim ve fanatikleri açısından her şey ya oy oranları ya da vekillerin meclis dağılımı düzeyinde iktidarla somutlaşan matematiksel hesaplara endekslenmiştir. Onlarca insanın ölümüne rağmen veya bölgedeki OHAL pratikleri üzerinden “seçimler nasıl etkilenir” gibi temalar, boşuna televizyon programlarının tartışma konusu değildir. Çoğu kişinin mantıksız, akıldışı, vicdansızlık gibi algıladığı olaylar veya konuşmalar, gerçekte, bir düşünce sisteminin, bir dönüşümün dışavurumudur.

Führerprinzip

Cumhurbaşkanı, hukuksal çerçevede başkanlık statüsünü elde edememiş olsa dahi, gerek Saray’ı fonksiyonelleştirme biçimi, gerekse AKP üzerindeki “vesayeti”yle fiili başkanlığa geçmiştir. Erdoğan’ın kendisi de “Türkiye’nin yönetim sistemi fiilen değişmiştir” şeklinde yeni boyutu nitelemekten kaçınmamıştır. Bu noktada sol/sosyal demokrat muhalefet sıklıkla Erdoğan’a karşı “Anayasal sınırlarına çekilmesi” yönünde bir eleştiriyi dile getirmektedir. Ancak Erdoğan, şu ana kadar Anayasa’yı askıya almamış, aksine, bazı devlet teamüllerine aykırı davranmıştır. Erdoğan, “rejim fiilen değişti” derken hukuksal düzlemin ötesinde bir olguya ve dönüşüme dikkat çekmektedir.

Ankara Katliamından sonra yaptığı açıklamada “Türkiye tüm terör örgütlerine karşı samimi bir mücadele verirken olaylardan devleti, hükümeti hatta şahsımı sorumlu tutanlar doğrudan terör örgütleriyle aynı safta yer aldıklarını bilmelidirler” cümlesi, “fiili değişimin” ifadesidir. Erdoğan, şahsını, “seçilmiş” cumhurbaşkanlığı üzerinden halkla ve bulunduğu makam üzerinden devletle eş tutmaktadır.

Parlamenter demokrasi veya anayasal monarşi gibi yönetim biçimlerinde ülke liderleri “idari erk”, “tarihi kudret”, “toplumsal birlik” gibi özelliklerin toplamıdır; bu nedenle liderin şahsiyeti devletle birdir ama semboliktir ve sınırları vardır. Erdoğan’ın buradaki çıkışları kendi bedenini siyasi bedenle özdeşleştirmesi açısından kritiktir. Bunun bir örneğini “Führer Demokrasisi”nde görürüz.

Führer, halkın temsilcisi olarak halkla “türdeş” haldedir. Tarihsel açıdan halkın “siyasal parçalanmışlığını” yine “siyasal birlik” altında toplayacak olan Führer’dir. Führer’i diğer tip diktatörlüklerden ayıran nüans, halkın siyasal bilince sahip olduğu ön kabulüdür. Bundan dolayı, her şey Führer’e bağlı bir algoritma içinde anlamlıdır; “devlet”, “halk” ve “hareket”ten oluşan üçlü yapının kristalize olduğu an, Führer’in bedenidir. Bu mantıktaki devlet örgütlenmesine ise Führerprinzip denilir.

Nazi teorisyenleri, Schmitt gibi hukukçu isimler, Führer’in halkla ve devletle özdeşliği ve türdeşliği durumunda demokrasiden, Führer Demokrasisi’nden söz edilebileceğini belirtir. Führer, devletin sürekliliği için hukuku askıya alsa da, “yasal olandan vazgeçse de”, halkla ve devletle türdeşliği dolayısıyla “meşruiyetini” korumaktadır. Bu meşruluk, Führer’in bedeni ve sözleri varoldukça devam edecektir. Çünkü Führer, halkın siyasi “bilinçli” bir tercihidir, onayıdır (acclamatio).

Erdoğan’ın katliamdan sonra kendisine yöneltilen eleştirileri, devlet kurumlarına yöneltilen eleştirilerle bir tutmasında da, sentezlemesinde de böylesi bir türdeşlik algısı vardır. Bu nedenle katliamı katledilenlerin planladığı türünden asılsız tezleri ileri sürenler, çoğu kişi için irrasyonel gelse de, Führerprinzip gereği, Erdoğan’a sadakat yarışında böyle yorumlara başvururlar. Führerprinzip örgütlenmesinde, ast ve üst düzey görevliler sadece Führer’e karşı sorumludur çünkü sadece Führer halkla türdeştir.

Örneğin, bombanın patladığı andaki halayla patlama arasındaki ilişkiyi kuran zihniyet, sorumluluk ilkesi gereği, komplosunun toplumsal karşılığını hesaplamadan, baştakini söylemsel olarak koruma ve zırhlandırma çabası içindedir. Poulantzas bu tipler için “ideoloji görevlileri” der; tek vazifeleri rejimin ideolojisini daha fazla kanaldan ve tek bir biçimden dolaşıma sokmak, hızlandırmaktır. Führerprinzip gereği böyle açıklamalarla, liderin bedeni ile kendi bedenini eşdeğer kılma uğraşındadırlar. Nitekim katliam sonrasında miting düzenleme komitesini, yaralılar için kan anonsu yapan sendikaları ve meslek örgütlerini suçlamak, bu “sadakatin” diğer parçalarındadır.

Kitleler “kötü” mü?

Ankara Katliamı sonrası, yandaşların açıklamalarından belki daha vahimi, iki fenomendir: Birincisi, Konya Maçında taraftarların katliamda ölenler için saygı duruşunu ıslıklaması ve tekbirle protesto etmesi; ikincisi, Ankara Garı önüne saygı için koyulan karanfilleri tekmeleyen kişinin görüntüleridir. İkincisi tertip işi gibi görünse de, Türkiye’nin farklı yerlerindeki anmaları protesto eden, katliamda ölen herkesi PKK üyesi ilan eden bir kitle psikolojisi de bulunmaktadır. Bu iki nokta, basit ve özsel olarak, toplumsal dönüşümün en çıplak göstergesidir. Bu nedenle kişilerin ötesinde, kitlesel düzeyde kamplaşmanın geldiği noktayı, “iyi”lik veya “kötü”lük gibi ölçütler yerine, ideolojik konumlar itibariyle tarif etmek en sağlıklısıdır.

Führerprinzip’in de bir parçası olduğu, parti ile devletin bütünleştiği rejim tiplerinde, “her şey devlet içindir”. Mussolini de İtalyan Ansiklopedisi’nde faşizmi tarif ederken, rejimin “gerçek olan tek özgürlük, devletin ve devlet bünyesinde bireyin özgürlüğünden” yana olduğunu yazmıştı. Devlete kutsiyet atfedilmesi sadece bir parçadır. Devletin eylem ve işlem sınırlarını sınırsızlaştırırken, devletin dışında bir alan tanımlamayarak rejimin sınırları da tayin edilir: “…insani veya manevi hiçbir şey var olmaz ve hiçbir şeyin az da olsa değeri yoktur”. Bu bağlamda akla AKP’nin son seçim sloganı gelebilir: “Sen Ben Yok, Türkiye Var”.

Bu slogan, şu ana kadar AKP’nin rejimin ideolojisini tanımladığı en açık enformasyondur. Devleti AKP ile özdeş, AKP’nin parti ideolojisini devletin ideolojisiyle türdeş gören söz konusu anlayış, “sen ben yok” diyerek, kendi “sivil toplum” projesini duyurur. Egemen kitle partisi, sokak hücreleri veya yasal örgütlenmeler üzerinden ideolojik referanslarını hâkim kılmaya çalışır. Böylelikle rejimin ideolojisinin dolaşımı için failler ordusu garantilenir. Bu durum kötülük ya da iyilik gibi, rasyonel ve rasyonel olmayan gibi ikilikleri aşar çünkü birisine “kötü” gelen diğeri için “iyi”dir. Nitekim sosyal medyada Konya’daki protestoları eleştirenlere karşılık olarak “Konyalılar PKK’lılar için yas tutmaz” minvalindeki çıkışlar bu duruma örnektir.

Acıların ve yasın önemsizleştiği kamplaşmış bir topluma yol açan başlıca faktör, egemen kitle partisinin kitle motivasyonunu sağlamaya yönelik ısrarı ve devlet aygıtlarını seferber kılmasıdır. Klasik faşizm dönemi incelendiğinde, devletin ideolojik aygıtlarının baskı aygıtlarına tabi olduğu görülecektir. Çünkü Führer’in bedeni gibi halk ve devlet ile lider arasındaki mutlak özdeşlik durumunda, tek bir amaç manzumesi, “ödev bilinci” vardır. Hitler’in de belirttiği gibi, Führerprinzip gereğince, küçük veya büyük sorunlarda şefe karşı çıkılmaz bir yetkenin muhafazasıdır. Lider büyüdükçe, liderlik sultası yayıldıkça, liderin bedeni devletin siyasal bedeni ile iç içe girdikçe, kitle, bu kompozisyondan ister istemez etkilenir. Basitçe ifadelendirirsek, Konya’da ya da başka yerde rahatlıkla cenazeler yuhanabiliyorsa, bizzat katliam anı ölülere ve yaralılara gaz bombası atıldığından, bu katliamın katledilenlerce yapıldığı dezenformasyonunun yaygınlaştırılmasındadır. (Birgün)


Etiketler:
nefret