14/05/2012 | Yazar: Hande Çayır

‘Şarkta bir ilde, on iki saat aralıksız nöbet tutuyorum. Temel ihtiyaçlarımı bile karşılayamıyorum. İhtiyaç molası için telsizle bilgi verip görev yerimden beş dakika ayrılabiliyorum. Oldukça zor şartlarda çalışmaktayım. Sizce bir memur bu şekilde çalışabilir mi?’

-          Dolmabahçe Sarayı’nın önündeki askerler orada ne yapıyor?
-          Asker değil onlar, polis.
-          Neden orada, o halde duruyorlar?
-          Neden durmasınlar?
-          Kime, ne yararı var bunun?
-          Görüntü…
-          Neyin görüntüsü?
 
Deprem olduğunda, televizyonun alt köşesinde ölü sayısı reyting ritmiyle artar: “Yaralı sayısı iki yüz elliye ulaştı sayın seyirciler…” Rakamlara karşı duyarsızlık yaşanır. İki yüz elli kişi ve çevresindekiler… Etkinin büyüklüğü silinir. Matematiksel bir haberdar olma hali devam eder. Duyarsızlaşma başlar. Telefonda bir arkadaşla konuşulur: “Evet, üç yüz elli olmuş sayı.” Dokunuşu bu kadar olur bazen. Savaşlar, cinayetler… Kesmiş, vurmuş, kırmış, morartmış, bozmuş, kilitlemiş, dövmüş, itmiş, çekmiş, atmış, ezmiş, yolmuş, delmiş, delirmiş, sığınmış, haykırmış…
 
Bu arada, satır aralarında, günlük merhaba’larımızda bolca “özel olan politiktir” durumları yaşanır. Onların ağırlığı da bambaşka… Dolar, birikir içimizde, sırt ve boyun ağrısı olarak çıkmak ister bedenimizden. Sigara yaktırır. Bazen de kırışmış bir alnın sebebi oluverir. Sarayın önündeki askerler; televizyona yansımış deprem, savaş, cinayet haberleri gibi bağırmasa da gözlerimizin önüne serpiştirilmiş bir hatırlatıcı. Sıradan bir günü her zaman kırıyor. Kanıksanmış ve tam da bu yüzden aklımın, kalbimin bir türlü kabul edemediği bir kare.
 
“İyi haber, haber değildir; kötü haber satar” dünyasının ortasındaki gazeteci diyor ki: “Tüm bu olumsuz haberlerden sonra gülen bir bebek videosu veriyoruz ki bir parmak da bal çalalım.”
 
Sarayın önünden her geçişimde gördüğüm, nöbet tutan silahlı asker-polislere baktıktan sonra ağzıma neden kimse bal çalamıyor?
 
Şehir efsaneleri:
 
-          “Gel içime, güzelim!” diye laf atmış bir tanesi, arkadaşıma.
-          Ay, sağa kaysana, fotoğrafta çıkmıyorlar!
-          Affedersiniz, bunlar gerçek mi?
-          Saygı duymak gerek ne de olsa düzen simgesi…
-          Kas gevşetici iğnelerle ayakta duruyorlarmış…
-          Terlerini bile arkadaşları siliyormuş…
-          Gönüllülükle yapıyorlar!
-          Göz kapaklarına damla damlatıyorlarmış kırpmasınlar diye…
-          Ya sinek konarsa?
-          Konuşmak ve gülmek? Tabii ki yasak!
-          Bir tür heykel gibiler… Ne hoş!
-          En uzun boylularını seçiyorlarmış…
-          Seçilmek mi?
-          On iki saat öylece duramazlar; bu mümkün değil!
-          Altmış dakika denesene durmayı…
-          Çok gurur verici!
-          Zanlının hedefinin saray önünde bekleyen askerler olduğu iddia ediliyor. Olayın ardından bölgeye çok sayıda güvenlik gücü…
 
Gerçek olduğuna inandığım birilerinden:
“Şarkta bir ilde, on iki saat aralıksız nöbet tutuyorum. Temel ihtiyaçlarımı bile karşılayamıyorum. İhtiyaç molası için telsizle bilgi verip görev yerimden beş dakika ayrılabiliyorum. Oldukça zor şartlarda çalışmaktayım. Sizce bir memur bu şekilde çalışabilir mi?”
“On iki, on üç saat bir metrekare noktada nöbet tutuyorum. Noktalar soğuk alıyor. Isınmıyor. Oturmaktan yarımızda hemoroit; diğer yarımızda kıl dönmesi oldu.”
“Arkadaşım bir konsolosluktan diğerine tuvalete gitti. Aradaki mesafe elli metre… Bölgeleri koruma şube müdürü, yerinde yok diye tutanak tuttu. İki ay stres çekti arkadaşım. Sonra, doğal ihtiyaç dendi. Uyarı almadı.”
“İki seneye yakın çalıştım bu şekilde ve sağlığımı kaybettim. Şimdi ise başka bir kuruma geçmenin yollarını arıyorum.”
Adına “saygı nöbeti” ya da “nokta nöbeti” denen ve her gördüğümde öylece kalakaldığım bu sert görüntü… İnsan bedeninin böyle kullanımı… Ayaklar belirli bir açıda… Silahlı… Hareketsiz… (İşleyen beden ışıldar mı?) Küp şeklinde bir camın içinde duruyorlar. İnciniyorum.
Osho’ya takılıyor gözüm:
“Asırlardır askerlerin cinsel ilişki kurmasına izin verilmediğini biliyor musun? Niçin? Çünkü şayet askerlerin cinsel ilişkisine izin verilirse, onlarda yeterince öfke, yeterince saldırganlık birikmez. Onların cinsellikleri serbest kalır, yumuşarlar ve yumuşamış bir kimse savaşamaz.”
 
İşte bu da benim kendi ağzıma çaldığım bir parmak bal:
 
Bu katılığın aşkla, sevgiyle eridiği bir dünya diliyorum. Ve belki bir sonraki filmim, bu durumun hepimize olan etkisi-etkisizliği ile ilgili olur. Öyle bir dünya istiyorum ki yapıların önünde illa ki sembolik bir şey olacaksa sevişen insanlardan oluşsun bu! Ve sevişmenin sembolize ettiği şeylerle donansın her yer!
 
Not 1: Bir an düşündüm de, ofiste tüm günümü geçirdiğim sandalye de acaba benim kilitlendiğim nokta mı? Benim nokta nöbetim mi? Benim fanusum-kavanozum-akvaryumum mu? Bunların hepsi birbiri ile bağlantılı değil de nedir şimdi?
 
Not 2: Neyin görüntüsü olduğunu rasyonellikle açıklayan bir arkadaşım dedi ki: “Bu bir görev. Yarın iş yerine pijama ile gel o zaman. Neden gelmiyorsun?” Sarayın önüne, 3D asker görüntüsü yansıtma çözüm önerisinde tıkandık. Hem işsiz kalabilirler; hem de diğer ülkelere verilecek olan “askerimiz, 3D yansıtılmış görüntüden oluşur” mesajı, mevcut imajı bozuyor.
 
Not 3: Çiçek çocukları hatırladım bir an.

Etiketler:
İstihdam