30/11/2012 | Yazar: Hande Çayır

İlk kez kitap fuarına gittim. Çok uzakta yeri… Bilmediğim duraklardan ilerleyerek… Ulaştım Beylikdüzü’nün de ötesindeki mekâna.

 

İlk kez kitap fuarına gittim. Çok uzakta yeri… Bilmediğim duraklardan ilerleyerek… Ulaştım Beylikdüzü’nün de ötesindeki mekâna.
 
Kalabalıktı. Şu sözcüklere yakalandım: “Gelmesinler bu kadar. Of, ne çok insan var. Özel bir bölüm olsun, ben oradan gireyim.”
 
Havaalanlarındaki VIP salonları incitici gelmişti. “Niye tüm insanlar aynı mekânda beklemiyor? Kimlerin erişimi daha fazla?” diye düşünmüştüm. Onu eleştiren biricik kafam, kitap fuarındaki kalabalığa kızdı ve bir sistem üretmeye çalıştı oracıkta. Bana hizmet edecek ve ben olmayanları dışlayıcı bir hal… O da benden çıktı. Demek ki yer değiştirmek hep çok mümkün. Duruma göre, mekâna göre…
 
Sonra bu refleks tepkimle ilgilendim ve o sesi susturdum. İyi ki herkesin kitaba erişme hakkı eşit. Biraz olsun…
 
Başım döndü. Onca kitap… Onca insan…
 
Eric Jean Zührer konuşması vardı. Modernleşen Türkiye Tarihi adlı kitabın yazarı…
Üniversitede okumuştuk. Baskın tarih anlayışının bendeki ilk kırılmalarından biridir. O dersten öylesine etkilenmiştim ki sınava hazırlık gecesinde “bu işin hakkını veremedim, bırakacağım dersi, sınava girmeyeceğim, sonra daha çok okuyacağım” demiştim. Kararımı, çok sevdiğim tarih hocama söylediğimde şaşırmıştı. Ertesi sene aldım yine o dersi. Hakkını verdim mi, veremedim mi bilemiyorum ama bir minik anı olarak yer etti.
 
Zührer karşımdaydı. Türkiye’den bazı akademisyenler “iyi ki varsınız, ne cesaret ki yazdınız yazılamayanı, harikasınız” övgüleri ile Zührer’i kendisinin de orada paylaştığı gibi utandırdı. Ben de tuhaf şeyler hissettim. Doğduğun toprağa karşı içeriden bir sesin yazması değil midir asıl zor olan?
 
Sesim hep titriyor ya da ben öyle sanıyorum topluluk içinde soru sorarken. Bunu bana kim yaptı? Ben mi kendime yaptım? Neyse! Sordum sorumu: “Neden ve nasıl başka bir toprak parçasından bir diğerinde olan biteni merak ediyorsunuz? Bu güdünün peşinden yıllarca nasıl gittiniz? Hayatınızı adamak gibi bir şey bu… Araştırma alanınızı nasıl belirlediniz?”
 -         Tesadüf.
Belki orada çok kaynamıyor sular. Başka şeyler de ekledi. Ben cevabımı aldım.
 
Soru sorma zaferimi kalp çarpıntıları arasında tamamlamıştım. Sırada fuarı gezmek vardı. Taschen beni etkiliyor. Erotik fotoğraf kitaplarına baktım. Onları gerilere koymuşlar. Tasarım kitapları da müthişti. İlerledim. Ne için harcama yaptığımız bir gösterge. Bejan Matur’dan Dağın Ardına Bakmak kitabını aldım. Sahafların bulunduğu küçük alanı keşfettim. Girişte engelli yazarların bulunduğu bölüm vardı.
 
-         Kitabımızı imzalayalım size.
 
Kaçtım. Öyle bir kaçtım ki… Bir sigaraya doğru… Döndüm sonra. Tekerlekli sandalyedeki kırmızı saçlı kadına gittim. Söylediklerinden bir şey anlamadım. Annesi yardımcı oldu. Tüm utancımla bütün kitapları almaya başladım. Bu sefer de gereğinden çok tepki… Yani bir kontrol ve ne istediğini bilen hal olamayacak mı? Hep bir vicdan muhasebesi… Almayacağım kadar çok kitap aldım oradan. Fiyatlarına da şaşırdım. Kredi kartı geçmiyormuş. Kitap imzalarını aldıktan sonra fark ettim. Bir yolunu buldum, ödedim. Ve yine iğneler batırmaya başladım. “Sus işte, al, ellerini tut, mır mır ne konuşuyorsun Hande? Böyle gelişti! Var bir nedeni.”
 
Tatlılıkla biraz da iç hesaplaşmaları ile ayrıldım oradan.
 
Fularlı İstanbul beyefendisinin bulunduğu alanda durdum. (İstanbul beyefendisi de ne problemli bir deyiş! Mardin, Muş, Kastamonu beyefendisi yok mesela.) Sadece kendi kitapları vardı masada. Hepsini de kurduğu yayınevi basmış.
 
Bir de, kader mahkûmlarının bölümü vardı mıknatıslarla çeken. Mektup yazmışlar. İlk defa hapishaneden birinin el yazısına dokunuyorum. Zarflar ne güzel… Allah kelimesinin geçtiği hikâyelerden çok var. Bot istemişler. “Tövbekâr olduk” yazmışlar. Ofiste mektupları bilgisayara aktarırken konuştuk. Biri dedi ki:
-         Şimdi mi akılları başlarına gelmiş?
 
Sessizleşiyorum. Öyle bakamıyorum. Bot gerekiyor. Mektuplara gömüyorum kafamı.
 
İnsan olmak nasıl bir şey? Mesela, bir arkadaşımız bulaşıcı bir hastalık geçirdi yakın dönemde. O hali ile kalkıp gelmiş. Sonra, git dedik gitti. Sebep, bize bulaşmasın. Yoksa zincirler; yine de tutardık. Gidince konuşmalar başladı. Biri çok ağır konuştu. Hakaret içeren cümleler… Böyle zamanlarda küçük bir sinek vızıltısı gibi hissediyorum. Ama başardım.
 
 -         Pardon ama ne var yani bize bulaşsa? Küçücük bir hastalık! Ne değerli canınız varmış! Bir minik hastalıkla karşılaşınca bile bu kadar evhamlanıp burnunuzun ucundakini dışlamak da nedir? Mesafe artsın. Aman, bize bir şey olmasın! Gelmiş işte, ne yapsaydı? Git dediniz, gitti.
 
Sonra düşündüm. Ya AIDS olsam? Ya bacağım kopsa? Ya hapse girsem? Paketleyip kurtulacak mısınız benden? Hapishaneler, fuhuş mekânları da ondan şehir merkezinde değil, uzak mesafede. Aman gözümüzün önünde olmasın! Bu arada, dikelim on bin katlı ışıldak kuleleri. Çıkalım tepesine. Gökyüzüne değelim. Oh! Dünya varmış!
 
 Ben gökyüzüne başka türlü değmek istiyorum. Kanatla belki… A, hayır! Fasulye ağacı* ile! Tamamdır!
 * Jack and the Beanstalk / Jack’in Fasülye Ağacı

 


Etiketler:
İstihdam