17/08/2009 | Yazar: Mahmut Şefik Nil

Ruh sağlığı alanında çalışanların danışanları ile sıkça ele aldıkları bir başlık vardır: Kendini kabul edebilmek. Bu başlık neredeyse tüm terapi seanslarının konusudur.

Ruh sağlığı alanında çalışanların danışanları ile sıkça ele aldıkları bir başlık vardır: Kendini kabul edebilmek. Bu başlık neredeyse tüm terapi seanslarının konusudur. Bu başlığı bu kadar önemli ve temel kılan nokta kendini kabul edemeyen insanların çektikleri ruhsal acıların zamanla depresyon ya da yoğun endişeli bir yapıya yani ruhsal anlamda hastalık üretici bir potansiyele sahip olmasındandır. 
 
Kendini kabul edebilmek cidden kolay bir yaşantı değildir. Var olan sistem tarafından aykırı, kötü olarak adlandırılan, "değiştirilmesi ya da gizlenmesi" emredilen yapısal özelliklerimizin ve ruhsal niteliklerimizin her şeye rağmen doğallıkla ve kimliğimizin parçaları olmaları sebebiyle yaşamla bizi bütünleştiren bir varoluşsal coşku ile taşınması demektir.
 
Kendindeki herhangi bir potansiyelin ya da yapının sistemle çatışması durumunda insan içsel ve derin bir korkuya kapılır. Toplum tarafından dışlanmak, yasalar ya da tanrı tarafından cezalandırılmak, sevdiği insanların onayını ve desteğini yitirmek insanın en derin endişe kaynaklarından biridir. Psikoterapi kuramcıları bu korkunun temelinde küçük bir çocukken yaşanan ve ebeveynler tarafından uygulanan yaptırım ve verilen cezaların bilinçaltlarımızda oluşturduğu ve yaşamımız boyunca sürebilecek olan derin bir endişeden kaynaklandığını söylerler: aileyi kaybetmek. Bu korku küçük bir çocuk için çok gerçektir çünkü içgüdüleri bir bakıcısı olmazsa hayatta kalamayacağını bilmektedir.
 
Bu içgüdüsel ve küçük bir çocuk için gerçek olan kaygı birçok sistem tarafından kendi yararlarına olmak üzere güncellenmiş ve insanın nasıl olursa kabul görecek bir "vatandaş",  bir "birey", bir "kadın", bir "erkek" olacağına ait nitelikler gerekirse yasalar gibi yazılı metinlerde, gerekirse gelenek gibi sözel ve uygulamalı yapılarda uzun uzun ve detaylı bir biçimde açıklanmıştır.
 
Hepimiz anne babamıza ne diyemeyeceğimizi, toplum içinde ne yapamayacağımızı, yasalar karşısında nasıl bir tutum takınacağımızı çok biliriz.
 
Bir insan toplum, tanrı ya da yasalar tarafından belirlenen bu niteliklere aykırı hissetmeye ve davranmaya başlarsa yaşayacağı dışlanma ve cezalandırılma anksiyetesi (endişesi) nedeniyle kendi yapısal özellikleri ile çatışmaya girdiğinde iki temel yoldan birini takip edecektir: Ya kendi yapısının ürettiği arzuyu bastıracak ve genel kabul göreni ve dolayısı ile güvenli olanı seçecektir ya da aykırı kalmayı, dışlanmayı, cezalandırılmayı göze alarak kendi yapısal özelliklerini koruma yoluna gidecektir. Yani kişi ya 'kendini olduğu gibi kabul edebilmeye doğru' yürüyecektir ya da derin bir korku ile kaskatı kesilecek ve tüm yolları tıkayacak, herhangi bir anımsatıcı uyaran karşısında yaşadığı endişe ve korku nedeniyle saldırganlaşacaktır. Ancak saldırganlık her zaman dışa doğru yönelen bir duygu değildir. İnsanın aşamadığı engellere duyduğu öfke nedeniyle alevler arasındaki bir akrep gibi iğnesini kendine saplaması sık yaşanan bir olaydır. 
 
Kendini olduğu gibi kabul edebilmek var olan sistem tarafından ciddi bir tehlike olarak algılanır. Çünkü sistemin dengesi en başta herkesin tavizi ve gizlenmesi ile yaratılmış olan kamusal alanın korunması ve bu alana akabilecek olan tehlikeli yapıların durdurulması ile sağlanır. Bu engellemenin insan ruh sağlığı üzerindeki etkileri, sistemin ruh sağlığı kriterlerini yeniden tanımlaması yolu ile denetlenmeye çalışılır. Mutsuz insanlar mutlu olabilmeleri için bu tariflere uymaya zorlanır ve dahasını isterlerse doyumsuz, hasta ve son noktada suçlu ilan edilerek bastırılmaya çalışılır.
 
Bu basit ve sıradan bir eylem değildir ve sıkça yaşadığımız bir tablodur. Nasıl bir kadın ya da erkek olacağınızı seçmeniz mümkün değildir. Belli sınırları aşmadan kendi özelliklerinizi güncellemek ve açıkça yaşamak adına sunulan seçenekler oldukça sınırlı ve çoğu zaman sıkıcıdır.
 
Bir insan kendini kabul edebilme potansiyelini harekete geçiremezse kendine karşı öfkeli ve korku dolu bir yapıya dönüşecektir. Artık o kişiyi denetlemek için toplum, tanrı ya da bir yasaya gerek kalmayacak, o kişi tüm denetleme mekanizmalarının işlevini kendi içinde üreten bir yapıya, 'kendi kendinin jandarması' diyebileceğimiz bir kişiliğe dönüşecektir. Tahmin edilebilir ki böyle bir yapının mutlu olmasına ve yaşamı dingin ve üretken bir süreçte var olarak deneyimlemesine imkân kalmamış olacaktır. Erik Erikson'un formülasyonu ile yaşamın son evresi olan ihtiyarlık, benlik bütünlüğü ya da bilgelik yerine umutsuzluk ve yaşam dolu tüm yapılara karşı derin bir hasetle yaşanacak ve bir ömür böyle geçirilmiş olacaktır. 
 
Konumuzu daha net anlayabilmek için ‘Bugün’ gazetesi köşe yazarlarından Mehmet Paksu beye 13 Ağustosta gelen bir maili örnek olarak vermek isterim. Hollanda'da yaşayan Kiraz Hanım aşağıdaki ruh hali ile durumunu izah eder (alt çizgiler bana ait):
 
"Bir genç kız olarak her zaman erkeklere karşı ilgim oldu ama Nisan ayından beri aklıma bir kız arkadaşımla ilgili kötü düşünceler geldi. İçim daralmaya başladı. Böyle pis şeylerin aklıma neden geldiğini anlamadım, anneme anlattım.
Annem, bunu şeytanın yaptığını söyledi, beni teselli etmeye çalıştı. Annem haklıydı ama o düşünceler geçmedi, devam etti. Ben o arkadaşımdan ve öbür kız arkadaşlarımdan uzaklaştım. Kafama çok taktım ve hep dua ettim. Canım hiç bu kadar yanmadı. "Eskisi gibi olmak istiyorum" dediğim anda içimden bir ses, "Hayır, değişmeyeceksin, değişemezsin.

Çünkü sen bunu istiyorsun" diyor. İçim daralıyor. Biliyorum ki o içimden gelen ses bana ait değil, o şeytanın verdiği vesvese... Dayanacak gücüm kalmıyor. Arada bir "Allah'ım, bana kanser ver, ne hastalık verirsen ver ama böyle pis şeyler gelmesin aklıma" diye isyan ediyorum. Her zaman dua ediyorum ama o pis düşünceler gitmiyor. İnternette araştırdım, bu siteye rastladım. "http://www.bugun. com.tr/kose-yazisi/ 67584-escinsel-egilimden- nasil-kurtulurum-makalesi. aspx" Bunu okuyunca rahatladım biraz. Çünkü tam benim sorunuma uyuyor. Lütfen bana yardım edin, canım o kadar acıyor ki anlatmakla olmuyor. Allah'a istemediğimi kanıtlamak için sıcak suyla bedenimi yakarak canımı acıtıyorum. Bana bir yol gösterin lütfen, bitsin artık bu işkence... "

Kiraz hanımın yaşadığı derin sıkıntı çok belirgin ve hiç kuşku yok ki bu duygularında oldukça da samimidir. Ancak kendini sorgulamak ve kabullenmek yerine bastırmaya çalışıyor ve arzusunu "kötüleştirip" şeytana fırlatıyor. Ama ne çare ki şeytan, ona fırlatılanı alıp gitmiyor. Kiraz hanımın bu yaşantısı nedeniyle kız arkadaşları ile görüşmüyor, kendini yalıtıyor, canının hiç bu kadar yanmadığını yaşıyor ve alevler arasındaki akrep örneği gibi iğnesini kendine saplıyor, keşke kanser olsaydım diye dua ediyor. (Dua kelimesi Arapça bir kelimedir ve anlamı da çağırmak demektir) Derin bir suçluluk içinde bedenini sıcak su ile yakarak arınmaya çalışıyor.
 
Bir ruh sağlığı uzmanı için bu tablo klinik değer taşıyan ve bir tedavi sürecine girilmesi gereken bir yaşantıdır. Ancak Mehmet Bey için durum daha farklı bir içerik taşıyor. Cevabına Kiraz hanımı ve annesini tebrik ederek başlıyor:
 
"Kiraz kardeşim, anneni de, seni de tebrik ediyorum. Şuurlu, bilinçli, her şeyin farkında birer insansınız. Bunun bir şeytan vesvesesi olduğunu biliyorsunuz. Bu saçma ve yanlış düşüncenin sizinle bir alakasının olmadığını da söylüyorsunuz."

Mehmet Bey cevabının devamında Kiraz hanıma şu açıklamada bulunuyor:
 
"İfade ettiğiniz gibi bu pis şeyleri şeytan aklınıza getiriyor, dolayısıyla sizinle bir ilgisi, alakası yoktur. Bu düşünceler sizin kötü bir insan olduğunuzu asla göstermez; siz doğru yoldasınız. Çünkü düşünceden, takıntıdan ve vesveseden öteye geçmemiş, orada kalmış ve kalacak. Şeytan insanın hayaliyle uğraşır, pis ve kötü düşünceleri hayal ekranına yansıtır, hayal duygusunu bir yayın merkezi olarak kullanır."

Görünen o ki Mehmet Bey "sabrı ve hakkı" tavsiye ederek kendi inançları doğrultusunda oldukça uygun bir yol seçiyor. Ancak bu tavsiyenin, Kiraz hanımın yaşadığı varoluşsal krizi ne yönde tetikleyeceğini, sonuç itibarı ile Kiraz hanımın yaşadığı sıkıntının kendini sıcak suyla yakacak bir boyuta ulaştığını görmezden geliyor. Ancak her ne koşulda olursa olsun sağduyu galiba bir yerlerde duruyor çünkü Mehmet Bey cevabının sonunda bir psikiyatrik kitap öneriyor ve bedenini sıcak suyla yakmaması konusunda Kiraz hanımı uyarıyor.
 
Kuramcılar sorumluluğu yüklenilmeyen bir yaşamda seçebilme özgürlüğü ve yaratıcılığın yaşanamayacağı konusunda oldukça ısrarcıdırlar.
 
Irvin Yalom "Varoluşcu Psikoterapi" adlı kitabında yaşamdaki sorumlulukları yüklenmemenin en temel yolunu "dış kontrol odaklı kişilik" adını verdiği strateji ile açıklar. Bu strateji, yaşam olaylarının nedenini dış güçlerle tarifler. Yaşadığımız "şey"ler bir tanrı, bir şeytan, bir sistem ya da bir başkası nedeniyle başımıza gelir. Böylelikle biz sorumlu olmayız ancak bu stratejinin yarattığı bir yanılsama olan çaresizlik nedeniyle de acı çekmeye devam ederiz çünkü dışımızda olan bir şeyi değiştirebilme gücümüz yoktur.
 
Yalom, terapi sürecinden geçen kişilerde iç kontrol odaklılığın yükseldiğini söylüyor. İç kontrol odaklılığı ise kişinin kendi yaşamını yaratmadaki, seçmedeki sorumluluk duygusu ile açıklıyor. Vurgusu oldukça ilginç geliyor kulağa; kendi yaşamımızla ilgili sorumluluk almamak mümkün değildir. Hepimiz en azından 'yaşamımızla ilgili sorumluluğu almama' sorumluluğu ile yüzleşiriz. Yani yaşamsal dürtülerimizi ister kendimizle açıklayalım ister bir şeytanın vesvesesi olarak yorumlayalım sonuç olarak yine kendi yaşamımıza bir yön vermiş oluruz. Seçimlerimizi ister kendimizden hareketle yapalım, ister toplumsal yapıya uygunluğu öne çıkaralım neticede bir seçim yapmış oluruz.
 
Ruh sağlığımız adına ferahlatıcı olanın zor olmakla birlikte kişinin kendi ile yüzleşmesi ve kendi yapısını kabul edebilmesi olduğunu çeşitli araştırmalar neticesinde biliyoruz. İnsan kendi labirentlerinde kaybolabilen bir tür. Ancak yaşama içgüdüsü onun kılavuzu olduğu takdirde o labirentlerden çıkabilme potansiyeli de olan bir tür.
 
Yazımızı yine Mehmet beye 15 ağustosta kendi labirentlerinde kaybolmuş görünen bir ruhtan gelen bir maille bitirelim:
 
‘Merhaba Mehmet Bey, 23 yaşında gizli bir eşcinselim. Hemcinsim olan birisine âşık oldum. Yaklaşık 2 senedir karşılığını alamadım, acı çekiyorum. Geleceğimi duygularıma bırakıp, körü körüne mantıksız bir hal içinde de değilim. Ama bir türlü unutamıyorum. Son iki yıldır elimi hangi işe atsam olmuyor.

Ne iş, ne aşk, ne para... Batıl inanışlarım çok olmasa da şu an kapı kapı medyum arıyorum. Acaba başka bir güç mü var? Bir taraftan da "Kim, sana, neden bir şeyler yapsın, uğraşsın" diye düşünüyorum. Tekrar bir adım atıyorum hayallerime, ama döndüğüm nokta yine aynı oluyor. Siz, dışarıdan gözlemliyorsunuz, ne dersiniz bu duruma?’ (Rumuz: Gece Live)

‘Kendinizi eşcinsel olduğunuza inandırıyor, kendinizi böyle bir yola zorlamaya çalışıyor olmayasınız. Eşcinsel olduğunuzu bilen birisi mi söyledi? Bir psikolog mu tespitte bulundu, bir psikiyatr mı teşhis koydu, kim dedi? Böyle bir kanaate nereden vardınız? Böyle bir tespit, teşhis ve bilgi yoksa neye göre kendinize bu durumu kabul ettiriyorsunuz? "Hayır, bende böyle bir durum yok, ben böyle bir düşünceden vazgeçebilirim. Birisine âşık olduğum halde dönüp yüzüme bile bakmadı.

... Kendinizi bu halden kurtarabilirsiniz. Zaman içinde karşı cinse ilginizi çekebilir. Önemli olan içinde bulunduğunuz hali kabullenmemek, kalbinizden sıyırıp atmaktır.’

Gözünüzde büyütmeyin

... insana kötülük yapmaktan zevk alan şeytan hayal duygumuzu sürekli kirletir, karma karışık hale getirir. Şeytanın oyununa gelmeyin. Bu arada inançlı bir psikologla irtibata geçmeyi ihmal etmeyin, derdinizi onunla paylaşın, bir çıkış yolu arayın. Mutlaka vardır.’(AE)


Etiketler: insan hakları, sağlık
İstihdam