17/08/2011 | Yazar: Özgür Güçlü

Bana kilitli, gri-mavi gözlerinden aldığım cesaretle uzanıp dudaklarına hafif bir öpücük konduruyorum. Tam o an trafik ışığı yeşile dönüyor. Onun yüzüyse kırmızıya.

Trafik ışığı yeşilden kırmızıya geçiyor. Sol elim direksiyonda. Diğer elimle yanımdaki yakışıklının elini tutuyorum. Bana dönüp okyanus mavisi bakışlarla sessiz bir gülücük atıyor. Kendimi ondan alamıyorum. Keşke hayatımız bu kavşakta takılı kalsa.
 
Bu sabah erkenden çaldı telefonum, o arıyor. Fred. Brunch için buluşmamıza üç saatten az kala. Ya iptal edecek, ya da gelecek Pazar’a erteleyelim diyecek. Hiç bir zaman planlandığı gibi gitmez bu ilk buluşmalar. Son anda cayıverir erkek arkadaşı adayları. Tereddütle cevapladım telefonu. “Yarım saat geç kalacağım sanırım. Onu haber vereyim” dedi sıkıntılı. En kötüsünü bekliyordum ben. Geniş, rahat bir kahkaha attım onu rahatlatmak için, gecikeceğinden dolayı gerilmiş gibiydi: “Biz de bir söz vardır, Fred. Geç olsun da güç olmasın. Dert etme. Onbirbuçukta görüşmek üzere”. Kapatıp telefonu derin bir nefes verdim.
 
Şunu mu giysem, bunu mu diye kararsızca dolandım evin içinde. Aynanın önünde ikide bir durdum. Bin bir soru. Saçıma jöle süreyim mi? Çok hafif parfüm mü sıksam acaba? Fotoğraflardaki kadar yakışıklı olacak mı? Düşündükçe heyecanlanıyordum. Kalbimin atışları hızlandıkça daha çok çırpınıyordum. Bu duruma en iyi ilaç? Tabii ki müzik. Bir ay önce Türkiye’den gelirken aldığım Sezen CD’si: “Yaz Bitmeden”. Dinlerken adamakıllı yatıştım. Az biraz çiçeklendim.
 
Buluşacağımız Fransız bir krepçi, San Francisco’nun cıvıl cıvıl Mission semtinde. Ben 15 dakika önce vardım restoranın önüne ama çok erken gelmiş olmayayım diye etrafta gezinmeye koyuldum. İnsanları seyrettim, eski kitaplarla dolu vitrinlere baktım. Eylül ayının başındayız. Kuzey yarımkürenin çoğu sonbahara merhaba derken, bizim yazımız yeni yeşeriyor. Havada tek bulut yok, alabildiğine bir mavi. Temiz havayı soluyarak ağırca, kabaran kalbimi dindirmeye uğraştım.
 
Saat onbirbuçuğu birkaç dakika geçerken yeniden krepçiye vardım. Önünde buluşacaktık. Ortada yok Fred. Kafam anında negatif vitese atıverdi. Kesin ekildim. Gelmeyecek. Zaten hep böyle oluyor. Boşuna bunca heyecan. Saniyeler içinde güzelim yaz gününü natürmort bir resme çevirmek üzereyken restoranın kapısı aralandı. Şaka mı bu?
 
Bana doğru gülümseyerek gelen adam rüya gibi. Üzerinde hem deseniyle, hem kumaşıyla deniz dalgalarını andıran mavi bir gömlek. Altında beyaz keten bir pantolon. Pahalı, parlak kâğıtlı moda magazinlerden fırlamış bir manken sanki. Vesvese etmişim, fotoğraflarında göründüğünden çok daha göz alıcı. Uzattı elini, “Merhaba ben Fred. Tuvalete girmem gerekti de” dedi utangaçça. Sıkıca kavradım elini “Özgür. Sonunda yüz yüze tanışabildiğimize çok memnun oldum.”
 
Ardından gelen altı saat durmaksızın konuşup gülüştük. Kuru sıcakta susayıp da ağzını musluğa dayayanların hoyratlığıyla tanımaya çalıştık birbirimizi. Ailelerimizden bahsettik, sevdiğimiz filmleri karşılaştırdık, başımıza gelen sevimsiz ama komik ilk buluşma öykülerini paylaştık. Arada sustuk kısa kısa. Birbirimizin gözlerinin içine baktık. Zaman zaman ellerimiz, dirseklerimiz, dizlerimiz hafiften dokunuştu. Kalbimi göğüs kafesinden zorladı her temas.
 
Işık hala kırmızı. Onu, arabasını park ettiği yere bırakacağım birazdan. Buluşmamızın sonu yaklaşmakta. Bana kilitli, gri-mavi gözlerinden aldığım cesaretle uzanıp dudaklarına hafif bir öpücük konduruyorum. Tam o an trafik ışığı yeşile dönüyor. Onun yüzüyse kırmızıya. Gülümsüyor, keyifle. Diyorum ki “Fred, çok sevdiğim bir Türk şarkıcı var. Sana onun bir şarkısını çalmak istiyorum. Beğenirsin umarım”

Hoşgeldin Fred, yaz bitmeden…

Etiketler:
İstihdam