14/03/2014 | Yazar: Samet Atasoy

"Hiçbir şey mutlak olduğu için mücadele etmem, ama hiçbir şeyin mutlak olmadığını göstermek için savaşabilirim."

Evet arkadaşlar, resmen 60’lar, 70’ler oluyor muyuz? Tabii ki. Kaçarımız var mı? Hiçbirimiz kazandık mı? Hayır... İçin için şeriat ile yananlar, her şeyin kökünü kazıyıp İslam’ın hidayetini getirmek isteyenler, kırmızı bayrakların altında başka türlü bir kardeşliği bulup insanlık için mutlak eşitliğin hayalini kuranlar, Avrupa’dan üç beş insancıl ilkenin peşine düşmüş modern bir kültürel patlamanın hayalini kurup yaratıcı yıkımları seçenler, azınlıklığında taze heyecanlar bulup kökünden mücadele etmek için ölenler, 1920’lerin nostaljisinde kızamık ateşindeymiş gibi Aristokrat odalarda Zeybek danslarını hayal edip tekrar canlandırmak isteyenler.  İbneler, Ateistler, Yobazlar, Faşistler, Komünistler, Cahiller, Anarşistler, Softalar, Yolsuzlar, İleri Görüşlüler.
 
Kaç gündür, Türkiye’nin sorunu nedir yahu, diye kendi kendimle konuştum. Türkiye’nin sorunu çok tanrılı olması sanırım. Nasıl olduğunu açıklayayım.
 
Türkiye’nin en büyük siyasi gücü Allah’tır... Allah her şeyin hakimi ve sahibi olduğu için Türkiye siyasetindeki avantajı doğal olarak yadsınamaz. Allah her yerdedir, Allah mutlak güçtür, her şeyi görür, her şeyi bilir. Allah’ın iktidarı mutlak ise, Allah’ın sevgili kulları bir devletin iktidarına gelmeyi doğal olarak hak ederler. Tabii ki Allah öyle herkese yardımcı olmaz, evvela Allah’ın mutlak gücünü kabul ettiğinizi duyurmanız gerekebilir, belki. Çünkü allahsız kimseye, Allah yardım etmez. Pekiyi, bundan daha doğal ve daha güzel ne olabilir? Demokrasi ve sandık söz konusu olduğunda, istatistiksel olarak başarı yolunda en mantıklı yöntem değil midir bu? Sonsuza kadar seçmenini alev alev, acı içinde yakabilecek olan Allah’ı, 4 yıllık seçim denklemine bir değişken olarak katmak kadar başarı odaklı bir şey göremiyorum.
Hadi diyelim ki seçim sonrasında kazandınız, seçmeniniz kendi verdiği oyları bile doğaüstü bir şey gibi görme eğiliminde olabilir. "Allah nasıl yön verdi Türkiye’nin kaderine" diyebilirler. Şüphesiz ki Allah’ın siyasetteki en mutlak güç olduğunu görmemek ahmaklıktır. Böyle bir siyasi güce karşı gerçek galibiyet mümkün değildir, direk olarak kendisine karşı çıkmak yasaktır. Tam olarak yasak değildir belki ama keyifsiz bir intihara benzer, çünkü insan vücudu yanıcıdır, birden tutuşabilirsiniz. Yapabileceğiniz tek şey, devlette iktidar isteyen kişi Allah’ın gücünden yararlanamaz gibi, Allah’ın mutlak iktidarına inanan birisi için tamamen geçersiz olan sekülerlik, laiklik gibi argümanlarla insanlara karşı çıkabilirsiniz. Bu durumda otoritesi mutlak olmayan ancak "mantıkla", "tartışarak" ortaya çıkmış fikirlerle geldim dersiniz belki ama bir ve tek olan gerçekleri görmezden geldiğiniz için aslında birazcık Allah’a da karşı çıkmış olursunuz.
 
Her ne kadar farkında olmasak da, bu seçimli, sandıklı, demokrasili, cicili bicili devletlerin bir önceki versiyonları Tanrısal yetkilerin birkaç insana verildiği monarşi dönemiydi. Padişahlar var ya hani, sağı solu fetheden imparatorlukları kocaman, şişman eden? İşte onlar küçük birer tanrıydı zamanında, mutlak güçtü onlar, onlar ne derse o olurdu, her şeyi bilirlerdi, her şeyi görürlerdi. Beğenmediklerinin, uygun görmediklerinin canını alabilirlerdi, istedikleriyle birlikte olabilirlerdi, ayrılabilirlerdi, kendilerine uymayan kanunları değiştirebilirlerdi. Erişkin olmayan çocukları ailelerinden alabilirlerdi. Osmanlı imparatorluğu tüm güzellikleriyle birlikte Türkiye’nin en büyük ikinci gücüdür.
 
Şimdi Osmanlı İmparatorluğu da Allah’ın gücünü yanına almaktan çekinmedi. Bu da mutlak güçlü padişah’ın gücüne güç katmaz mıydı? Katardı tabii... İyisiyle kötüsüyle çok işler başardılar. Ancak bugün olsa suç sayacağımız birçok şey olağandı Osmanlı’da. Birkaç kuşak öncesinde olsa bile, şimdi geçmişte kalmış ölümlü yaratıkların hatalarını yüzlerine vurmaya ne gerek var, onlar zamanın gerekliliklerini yerine getirdiler. Çünkü bu yüzyılda bir Padişah’a faşist demek, Charlie Chaplin’e dilsiz demeye benzer.
 
Neden geçmişte kaldı bunlar?  Pis, iğrenç, kokuşmuş batılılar yüzünden. Ya da Hrıstiyanlar mı diyelim? Bakın yüce Allah, batı nefretini de içlerimize, gerektiği gibi, nasıl yerleştirmiş. Bazen Batı’dan haz etmemek için neredeyse Hristiyan olmalarından başka bir sebep varmış gibi bile geliyor. Batıya hemen çamur atmadan önce bir duralım. Aslında onlar da kendi aralarında uzun bir süre krallar, kraliçeler vasıtası ile tatlı tatlı tanrıcılık oynadılar. Sonra mesela, mis gibi Vatikanları her yere yetiyordu. Sonra ne oldu, birkaç insan çıktı,  "bir dakika" dedi.  "Belki biz insan olduğumuz için birbirimize bir anlam ifade edebiliriz bu Dünya’da" dediler.  "Sadece Tanrı’nın kulu olmak gibisinden değil de, hani birbirimiz için insan olalım mı?" gibi lakırdılar edildi. Tabii Hristiyanlar inanılmaz derecede yavşak ve gevşek oldukları için bu lafları duyunca bir gereksiz reformlar, Fransız Devrimleri, eşitlik, vs. Sonra Milliyetçilik çıktı.  Yine birkaç kuşak önce oldu bunlar. Sonunda siyasi bir güç olarak MİLLET geldi. İşte burada işler çamurlaşmaya başladı, bir padişahın egosu tüm halka pompalanmıştı çünkü. Türklük de, bir siyasi güç olarak öncekiler gibi tavizsiz ve kazanmaya inatla mahkum bir güçtü doğal olarak. Çünkü Türk en iyisiydi, en güçlüsüydü, her yerdeydi ve en güzeliydi, mutlak milletti. Her milletin kendisini 99 sıfatla övmesiyle oluşan bu garip hadise, Tanrıcılığın bir kişiden herkese yayılmasıydı. Monarşinin çözülmesinde en içler acısı durum olan, Tanrının vasıflarının ülkede yaşayan herkese çerez gibi dağıtılmasıdır. Bunu da bireyin eline verilen seçme gücüyle tamamlayarak mükemmel bir sistemmiş gibi sunmaktır.
 
Türkiye’nin büyük başka bir siyasi gücü Mustafa Kemal Atatürk’tür.  Mustafa Kemal Atatürk hem Tanrıcılık arzularının bir ürünüdür hem de bu durumla çelişen prensiplerin. Sonunda listelenebilecek, ilaç haline getirilmiş idealler vardır Dünya’da. Herkesin ahenk içinde yaşamasını sağlayacağı düşünülen yeni güzel prensipler yelpazesini temsil eder Atatürk... Burada kilit kelime ahenktir. Çünkü ahenk içinde yaşamayanlar mutsuz, verimsiz, fakir  hayatlar sürüyormuş gibi görünür.  Atatürk’ün sevdiği prensipler insan kaynaklı prensiplerdir. Özünde Atatürk’ün kokuşmuş, bozulmuş Hristiyanlardan getirdiği prensipler, Allah’ın prensipleriyle tabii ki boy ölçüşemez. Ama Atatürk herhangi bir insan değildir, Tanrılığı millet duygusu ile herkesin göğsüne kırmızı beyaz bir ışık gibi, şiir gibi yerleştirip dağıtmış  bir kahramandır. 
 
Son olarak, para Türkiye’nin en önemli ve en kadim siyasi gücüdür. Son 20 yılda Siyaset meydanına yeni kıyafetlerle çıkmış gibi görünen para, hala köylü, ağa ilişkisine dayanan hatırasından gücünü alır.  Para Türkiye’nin en maganda ve en arabesk yorumladığı güçlerden birisidir. Bu gücün tüm Dünya’daki mutlaklığı tartışılmaz bile. Çünkü para için, Allah da, Padişah da, Millet de, unutulur. Para hem uyuşturur, hem uyandırır. Para her yerdedir. En iyisi, en doğrusu paradır.
 
Ancak hala tam olarak insanlığın kendisiyle tanışmamıştır Türkiye. Batıl inançların ve cehaletin ahenksiz bir dansına sahnedir. Antik Yunan’da olduğu gibi birçok Tanrı’nın gereksiz, anlamsız, kaprisli boğuşmalarına seyircilik ettiğimiz bir arena olmuştur.
 
Evet çok görüş var. Türkiye’yi ancak Allah yönetebilir. Nur yüzlü, haksızlığa dur diyecek, tüm insanlığı bir araya getirecek, Türkiye’yi Dünya’nın tacı yapacak, Allah’ın da yardımıyla, tüm saadetlerin ve hidayetlerin bir araya geldiği, ışık ve adaletin doğduğu bir yer haline getirecek.  Tabi bunların tümü bir grup müslüman erkek aracılığıyla mümkün olabilir.
 
Evet, Demokratik ve özgür bir ülke olalım. Sanatın ve bilimin beşiği, herkesin gitmek isteyeceği, insanlık haklarının şahikasında. Heykellerin pipilerinin, kukularının da göründüğü, insanların özgürce öpüştüğü, kadınların, kendi hayatlarını yönetebildikleri modern bir ülke olalım. Ancak bu Ulu önder Atatürk’ün izinden şaşmadan mümkün olur. Asla şaşmadan!
 
Evet, işçi hakları, eşitlik, herkesin, mücadelelerin meyvesini verdiği üçbeş adamın parasıyla diğerlerini köpek gibi çalıştırmadığı, sömürgeden uzak insanın hayatını önemseyen, bir ülkeyi Demirden bir irade ile ve mutlak kararlılık ile savaşarak mümkün olur.
 
Evet, belki bunların binlerce farklı varyasyonu herkesin kafasında ümit dolu ütopyalar halinde dönüp duruyor. Herhangi birimize şans verilse,  herşeyin kökünü kazıyıp mutlak ahenki yakalayacağız ama yok olmuyor. Aynı evde bile güzel çizgiler çizilemiyor. Bütün görüşler içiçe geçmiş, ama bir o kadar da kararlı, ayrı ve mutlak.
 
Ben insanların üzerinde çalışıp, paylaşıp, tartıştığı fikirleri takip etmekten yanayım. Neden mi? Çünkü yaşadığım gerçek deneyimlerin tümünü bir insan olarak, insanlarla yaşadım. Ve insanlar olarak vardığımız en güzel noktalardan birisi, hiçbir şeyin mutlak doğru olmadığı fikrini ortaya çıkarmış olmamız.  Hiçbir şey mutlak olduğu için mücadele etmem, ama hiçbir şeyin mutlak olmadığını göstermek için savaşabilirim. 

Etiketler:
nefret