03/08/2016 | Yazar: Rahmi Öğdül

Konuşmak dışında başka seçeneğimiz var mı?

Kübik bir tablonun parçalılığını kemiklerine dek hissetmeyen var mı? Yere düşüp parçalanmış cam gibiyiz. Tutarlı, bütüncül benliklerimiz kırılmış ve dağılmıştır; çok parçalı bir halde, olup biteni kırık parçaların prizmasından yansıdığı kadarıyla algılamaya çalışıyoruz. Yeryüzü üzerimize enformasyon kırıntıları, “bite”lar halinde boca edilirken neresinden tutacağını bilemiyoruz, tutarsızlaştık.

Tutarlı ya da tutarsız; her iki benliğimiz de sanal âlemin ürünüdür; sanal âlemin sanıldığı gibi yüzyılımıza ait bir olgu olmadığını, çitlerle kendimizi doğadan ayırdığımız ve yerleşik hale geçtiğimiz andan itibaren sanallaştığımızı söyleyebiliriz. Sanal teriminin 18. yüzyıl başında, bir nesnenin kırılmış ya da yansımış görüntüsünü/imgesini tasvir etmek için optikte kullanıldığını akılda tutarsak, bu kopuşu doğayı imgeler aracılığıyla deneyimlemeye başladığımız 40.000 yıl öncesinin ilk mağara resimlerine dek çekmek de mümkün. Hepimiz sanal bahçenin, yani kültürün ürünleriyiz. Hiç kimse Pokemon Go oynayan gençleri eleştirmesin; iktidar tarafından yakalanıp biçimlendirilen Pokemonlar değil miyiz?

Tek merkezli ve tutarlı sanal bir âlem kurduk önce; eş merkezli çemberlerden oluşan yerleşme planının merkezi halkası bir mercek gibi işlev görmüş ve doğanın sadece evcilleştirilmiş imgelerini yansıtmıştık içeriye. Doğaya özgü çokluğun ve farkın içeri sızmasını önlemek için yarattığımız bu mekânsal düzenlemeyi, iç içe geçmiş çemberlerden oluşan, labirentimsi Göbeklitepe Tapınağı’nda da görüyoruz. Bu tapınak, doğanın gerçekliğinden koparak kendine aşkın bir gerçeklik yaratan ve kendi üzerine kapanan insanın ilk radikal sanallaşma edimidir. İnsanı andıran ve tanrıları temsil eden, T biçimli taşlar kutsal merkezi işgal ederken, artık doğa bizim için ancak aşkın bir imge aracılığıyla dolayımlanan ve düzene çevrilebilen saf kaos alanına dönüştü ve doğanın kaosuyla baş edebilmek için daha fazla aşkın imge ve sanal düzen yarattık içeride. Ve bu kutsal merkez, daha sonra tanrı-kralın yerine, politik merkeze dönüşünce, katmerli imgelerin sanallığı içine gömüldük. Sanal hakikat merkezdeydi, merkezi elinde tutanlar bu âlemin efendileriydi. Hakikati elde etmek için dinsel ve politik merkezlere hac yolculuklarına çıktık. Merkeze ulaşanlar kahraman, ruhani ya da politik lider oldular. İçsel yolculuğa çıkanlar, yine hakikate ulaşmak için içlerindeki merkeze yolculuk edeceklerdi. 11. yüzyıldan kalma, tek merkezli bir labirent şeklinde tasarlanmış dinsel bir metin, tutarlı benliklerimizin haritasıdır. Labirentin tam merkezinde, doğanın oluş halinin karşıtı, hep değişmeden kalan varlığın dilsel işareti olan latince “est” vardır ve bu merkez, tıpkı Göbeklitepe’de olduğu gibi aynı zamanda aşkın bir gerçekliğin merkezidir. Dolayısıyla hem mekânsal örgütlenmemiz hem de benlik haritamız, imgeleri içeri yansıtan tek odaklı bir mercekti ve yeryüzünü bu mercekten kırıldığı ölçüde anlamlandırdık ve sanal bir âlem kurduk içeride.

Şimdi “est”in yerinde yeller esiyor, enformasyon fırtınaları nasıl da dağıtıyor bu merkezi? Yeni makineler, bilgisayarlar tutarlı benliğimizi parçalamıştır; ve çok merkezli ve merkezi durmadan yer değiştiren, çoğalan ve imgeler arasında yeni bağlantılar kurduğumuz, imgeleri dağıtıp yeniden bir araya getirdiğimiz bir düzlemdeyiz şimdi. Hayatımıza eklenen yeni teknolojiler, makineler, imge üretim aygıtları içinde bulunduğumuz sanal ekosistemin doğasını değiştiriyor her seferinde. Bilgisayar insanın düşünme, yaratma, iletişim kurma, birlikte çalışma, kendilerini örgütleme, hatta iktidarı ve sorumluluğu paylaşma biçimlerini değiştirmiştir.

Tek merkezli ve merkezi aşkın bir gerçeklikle bağlantılı bir sanallıktan, çok merkezli, hatta merkezsiz bir sanallığa geçince, hakikat de yerini yitirmiş ve dağılmıştır. Şimdi hakikati hep birlikte içeriden keşfetmek durumundayız. Nietzsche’nin “olgular değil, sadece yorumlar vardır” önermesi, bir gerçeklik alanı olarak olguları yitirdiğimizi, yorumlamanın sanallığına gömüldüğümüze işaret ediyor; nesnelerin kırılmış ve sonsuzca yansımış imgeleriyle paramparçayız şimdi ve birbirimizin yorumlarına muhtacız. Konuşmak dışında başka seçeneğimiz var mı?


Etiketler:
nefret