11/08/2011 | Yazar: Dağhan Irak

Orta sınıfın favori gazetelerinden Milliyet alevli bir koca sürmanşetle çıkmış: "Sopalı Türkler kahraman oldu". Onlara göre fakir zenginin malına dokunursa ‘talan’, zengin fakirin malına dokunursa ‘kentsel dönüşüm’dür.

Orta sınıfın favori gazetelerinden Milliyet bugün alevli bir koca sürmanşetle çıkmış: "Sopalı Türkler kahraman oldu". Bu başlıktaki "kahraman" ve "Türk" anahtar kelimelerinin Beyaz Türkler’in Tanıl Bora’nın daha evvel tarif ettiği cinnet hâlini nasıl gıdıklamaya yönelik olduğunu görmek için müneccim olmaya gerek yok, zaten ben de basının motivasyonlarını dün burada yayımlanan yazımda tahlil etmeye çalıştım. Bu nedenle oraya fazla takılmayıp esasa geçmek istiyorum. Bu sürmanşetten bahsetmenin nedeni ise bana bu yazının temel konusunu vermesi; Sopalı Türkler kimin kahramanı?

Olayların gelişimine baktığımızda dükkânlarının önünde çeteleşerek isyancılara saldıran (ki bunu yaparken kime saldıracaklarını neye göre seçtiklerini de bilmiyoruz) "Sopalı Türkler"in silahını bırakmış bir adamı teslim olurken vuran İngiliz Polisi’nin ve isyanın mallarına dokunmasından korkan zengin, beyaz İngilizler’in kahramanı olabileceklerini söyleyebiliriz. Ancak asıl noktayı atlamamak gerekir; "Sopalı Türkler" bizim Beyaz Türkler’in de kahramanı. Hem Türk oldukları için, hem de mücadele ettikleri amaç nedeniyle.

Dünkü yazımdan sonra benim de girmek zorunda kaldığım tartışmalardan anladığım şu; Sopalı Türkler’in yaptıklarını onaylayanlar bunu "mülkiyetin kutsallığı"na bağlıyorlar. Yani bir insanın malını koruması için cana kast etmek dâhil her türlü şiddete başvurması doğal ve meşru. Küçük alıntılar yapmam gerekirse "oturup polisi mi bekleyeceklerdi" ya da "kusura bakmayın ama benim evime, iş yerime saldırsalar ben de oturup beklemem". Bu argümanların yalnızca Sopalı Türkler için değil, ABD’nin Meksika sınırında gezip kaçak göçmen avlayan Neo-Nazi çeteler için de kullanılabildiği notunu düştükten sonra bu zihniyeti biraz irdeleyelim.

Bu kafa yapısı ile ilgili söylenebilecek ilk şey "yasal mülkiyet kutsaldır", bu yasal mülkiyeti nasıl elde etmiş olursan ol. Burada altını çizmemiş gereken kelime "yasal" ("adil" ya da "meşru" değil), yani kitabına uygun. Tapusu sendeyse, onu nasıl aldığın çok da önemli değil. Yalnız buradan şaşmaz bir burjuva hukuku bağlılığı, sarsılmaz bir kitabilik de çıkarmamak gerekir. "Yasal mülkiyetin kutsallığı" da büyük ölçüde sınıfsal reflekslerle yoğurulur. Mesela "kentsel dönüşüm" adı altında belediyeler ve devlet eliyle gerçekleştirilen yasa dışı el koymalar, mesela şu anda Tarlabaşı’nda baskı ve tehditle gerçekleştirilen el koymalar, hiçbir zaman o “kutsallık”tan kaynaklanan tepkiyle karşılanmaz. Diğer taraftan gecekondular, basit hırsızlıklar, mülkiyetin gördüğü ufak tefek zararlar (mesela toplumsal olaylarda camları kırılan dükkânlar) her zaman bu tepkinin konusudur.

“Yasal mülkiyetin kutsallığı” yine sınıfsal ayrımlara tâbi olarak “canın kutsallığı”nın da önüne geçer. Örneğin Tottenham’da dehşetle karşılanması gereken polisin silahını bırakmış birini vurup öldürmesi değil, isyan edenlerin başkalarının mallarına saldırmasıdır. Tabii bunu savunurken karşı tarafın hassasiyetine hitap eden “insanlar o malları edinmek için senelerce çalışmış” argümanı ihmal edilmez. Tabii bu noktada, “senelerce çalışıp” bırakın o malları edinmeyi, sırtındaki borç yükünü bile atamamış insanların durumundan pek bahsedilmez. Neden böyle bir eşitsizlik olduğu, insanların neden isyan ettiği ve sorunun nasıl çözülebileceği “yasal mülkiyet kutsallığı”nın peşine takılanların konusu değildir. Dolayısıyla sopa dışındaki çözümlere, örneğin Londralı anarşistlerin iki gündür önerdiği mahalle komiteleri kurarak isyancılarla iletişim kurma çabasına açık değillerdir. Mala dokunuldu mu, sopa kılıfından çıkar, bu kadar basit. 


Diğer taraftan bu kesimin yaşadığı hayatın tamamen elinde sopa olmayanların sahip olabildiği azıcık şeyin çekip alınması üzerine kurulu olması ilginçtir.

Mesela onlara göre şiddet, parasız eğitim hakkının ihlal edilerek zorla alınan üniversite haraçlarının devlet eliyle şanslı azınlığın okuduğu okullara aktarılması, üzerinde kamu yararı olan arazilerin, orman alanlarının bu üniversitelere verilmesi, düzenin çarpıklığından yararlanıp palazlanan dershane tüccarlarının teker teker üniversite açması değildir. 

Mesela onlara göre şiddet, parasız sağlık hakkının ihlal edilerek sağlık sisteminin özel hastanelere devri, katkı payları ve el altından alınan kayıtdışı “bıçak paraları”yla bir zümrenin zenginleşmesi, diğerinin sağlık hizmetlerinden mahrum kalması değildir.

Mesela onlara göre şiddet, polis panzerlerinin daha iyi bir hayat isteyenleri ezmesi değildir. Her gün çocuklarını gömen bir halkın kırdığı iki vitrin camıdır şiddet. 

Mesela onlara göre şiddet, fakir insanların oturduğu mahallelerin mahkeme kararlarına rağmen tehdit, şantaj yoluyla ellerinden alınması ve yerine etrafı çitlerle ve kameralarla çevrili zengin mahallelerinin yapılması da değildir.

Onlara göre fakir zenginin malına dokunursa “talan”, zengin fakirin malına dokunursa “kentsel dönüşüm”dür. 

Sopalı Türkler, işte bu zihniyeti, Tarlabaşı’na yapılan lüks otelleri, orman arazilerine dikilen ticarethane üniversiteleri, imar planına yan bakan gökdelenleri ezilenlerden koruduğu için kahramandır. 

Ne diyor Henry Thoreau; “Zengin insan her zaman onu zengin eden yapının malıdır”. İşte Beyaz Türkler, Sopalı Türkler imgesini bu yüzden sevdi. Hem zengin insanın, hem de onun ait olduğu yapının bekçisi olabildiği için.
 

Etiketler: medya
nefret