27/05/2010 | Yazar: Derya Gölge

Bugün gidip izlediğim filmden boğazımda birkaç düğüm kan kaldı.

Bugün gidip izlediğim filmden boğazımda birkaç düğüm kan kaldı. Filmin girişinde bir uyarı vardı: “Bu film korku ve şiddet öğeleri içermektedir” devamında “Tıpkı Türkiye’de milyonlarca evde olduğu gibi” yazıyordu. Bu Türkiye’de kadının durumunu açıklayan çok güzel bir ironiydi.
 
Konusunu internet kaynaklarında yazdığı şekliyle “Freidoune arabası bozulduğu için durduğu küçük bir köyde Zahra ile tanışır. Daha doğrusu, gazeteci olduğunu anlayan Zahra, onunla konuşabilmek için ısrarla peşine takılır. Yeğeni Soraya bir gün önce aynı köyde yaşadığı insanlar tarafından zina yaptığı gerekçesiyle taşlanarak vahşice katledilmiştir. Ölmeden önce yeğenine söz veren Zahra, bunun köyün sırlarının arasına gömülmemesi için elinden geleni yapmaya kararlıdır. Tek umudu da bu gazetecinin elindedir, dinlemeli ve bu küçücük köyün büyük günahını tüm dünyaya anlatmalıdır.”
 
Filmin bitişinde bu film İran’da çekilemez, acaba nerede çekildi diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Hangi İslam ülkesinde çekilmişse, o ülkeyi tebrik etme isteği duyuyorsunuz. Çünkü bu kendi cemaatini koruyan ve pisliklerini kapatan zihniyet ile suç ortaklarını yaşatan düşünceler arasında, kendisinden olanın yanlışını anlatma cesaretini gösteren bir başka ülke ki -Ürdün’de çekildiği söyleniyor- bence tebriki hak ediyor.
 
Ürdün Kuzeyinde Suriye, kuzey doğusunda Irak, güneyinde ve doğusunda Suudi Arabistan, batısında İsrail ve Batı Şeria ile sınır komşusudur. Başkenti Amman olan Ürdün'ün temel dini İslam ve ana dili Arapçadır. Görüldüğü gibi Ürdün, aslında aynı kültürle kıstırılmışlığa rağmen, dik bir duruş sergilemiştir.
 
Soraya’yı Taşlamak adlı film İran Hükümeti’nin taşlama sahnesinin sansürlenerek yayınlanması için Türkiye’ye baskı yaptığı, ancak Türkiye’nin kabul etmediği, kadın haklarını korumak adına çalışan derneklerce de sansürsüz gösterimi desteklenen müthiş bir film.
 
Filmi gözyaşları içerisinde izleyen bir tek ben değildim. Bilimden uzaklaşılmış, sorgulayan düşünce biçimlerine kapıların kapatıldığı, ataerkil bir düzenin hükümdarlığını ilan ettiği ve aslında bazı açılardan da Türkiye ile benzerlik gösteren bir dünyaya adım atarken, her bir adımda kadınlara layık görülen yaşam koşullarını izlerken kalbim, ruhum parçalandı. Zina yaptığı gerekçesiyle,-aslında tamamen kurgulanmış ve üzerine atılmış bir iftira ile- kendi çocuklarına taşlatılan bir anne gördüğümde hissettiğim duyguları anlatmam imkansız.
 
Çoğunluğun, kendisinden olmayanı ötelediği o dünyayı gördükçe, itmek, kendisinden olmayanı ötelemek ve yok saymak, baskıyla kendisine destek vermeye zorlamak gibi kavramların Türkiye’de ki kadınlara tanıdık olduğu kadar, LGBT bireylerine de tanıdık olduğunu düşündüm.
 
Bu yazıyı da işte tam da bu sebeple yazıyorum. LGBT bireyleri, arkadaş gruplarıyla toplanarak, ya da her bir birey annesinin elinden tutarak; ya da az uzağınızda oturan başörtülü arkadaşınızı, ya da heteroseksüel bir arkadaşınızı, ya da erkek kardeşinizi yanınıza alarak, ya da babanızı -tıpkı çocukluğunuzda olduğu gibi pantolonuna yapışıp çekerek- alıp gidin; hatta parasını da babanıza ödetin ya da arkadaşlarınıza siz ısmarlayın bileti ama gidin.
 
Ötekileştirmenin, ezmenin, çoğunluk olmanın getirdiği ezici gücün empatisiz ve hoşgörüsüz beyinlerde nasıl bir vahşete dönüşeceğini gösterin. Bir damla gözyaşı düşerse hiç beklemediğiniz bir gözden, işte o gözyaşı, kalıplaşmış düşüncelerle dolu ve çıkarları için başkalarının hayatlarını harcayabilen, korkusunu vahşete dönüştürebilen insanların yumuşamasına yardımcı olacak yumuşacık ama yıkıcı bir darbe olacaktır.           


Etiketler: kültür sanat
İstihdam