04/11/2010 | Yazar: Adnan Yıldız

Yakın zamanda yaşadığımız Tophane faciası, kelimenin tek anlamıyla bütün varlığımızı, profesyonel kimliklerimizi, aydın sorumluluklarımızı ve bakış açılarımızı sorgulamamız içi

Yakın zamanda yaşadığımız Tophane faciası, kelimenin tek anlamıyla bütün varlığımızı, profesyonel kimliklerimizi, aydın sorumluluklarımızı ve bakış açılarımızı sorgulamamız için yüzümüze tutulmuş bir ayna. Çünkü, mesele sadece galerilerde olanlardan ibaret değil! Tersine, olayların ele alınış biçimi ve olayların arkasından gelişen tutum, tavır ve davranışlar bize ne kadar tutumsuz, tavırsız ve düşünmeden yaşayan bir sanat toplumu olduğumuzu söylemiyor mu? Yaşadığı yerde dışlandığını hisseden bir ordu erkek, kendi gibi olmayanı öldürme, yaralama ve hayattan bezdirmeye hakları olduğunu düşünerek, bu yarı-kamusal olarak tarifli alanlara hücum ederek, açık hedefli şiddet gösteriyorlar. Yarı-kamusal olarak işaretlenmiş yerlerde sosyalleşen yeni-melez kalabalıklar, farklılıkların yüceltildiği yeni şehir kültürünün zorunlu hizmeti açılışlarda network-leşirken, birden dışarıda bıraktıkları ‘bağlamın’ hücumuna uğrayarak, can havliyle “Madımak”ı ketliyor. Aradaki derin farkın neye tekabül ettiği ise, 12 Eylül 2010’dan sonra, yani TC Demokrasisi’nin İkinci 12 Eylül Kırılması olarak tarihe geçecek bilinç depremi sonrası, bu galerilerdeki açılışlarda bulunan Evet’çilerin Hayır’cılar’dan farkında gizli.  

Tartışmanın ana-haber-bültenleşmesi, bir araba kazası gibi. Biliyorsunuz, kazalar ve depremler olmasa, Türkiye’de gerçekler ortaya çıkamıyor. Panik ve korku toplumu! Bu ülkede sanat adına üretilen eleştirinin yüzölçümü malum. Söylemler skandallaşmadıkça; kültür sanat ekine malzeme-faaliyet raporu yazarsınız, Madra hanım gibi. 2010 Alo Temizlik Kampanyası yazıları çıkar, -boy boy, karşınıza. Medya, her şeyi ya Orhan Pamuk’a sorar ya Bedri Baykam’a. Yıllar önce,  “genel ahlaka aykırı” oldukları imzası tarafından bizzat ‘-bilirkişilenen’ resimsel imajların basılı olduğu, içinde sanatsal, teorik ve eleştirel pratiklerin “pornografi” temalı bir dosyada bir araya geldiği dergimizi toplatma kararını veren sayın devlet mahkemelerimize, bu kez sıra gelmiyor. Fail-i Mecnun’larsalıverilerek, ‘küsler’ tatlıyla barıştırılıyor. Herkese büyük geçmiş olsun. Toplatılma kararında Türkiye’yi suçlu bulan Avrupa, bu kez tartışmanın hukuk dışı açılmasından dolayı olaya kendi oryantalist-İslamofobik bakışıyla yaklaşıyor: “Tophane’de Allah Allah sesleri!”

Hayatın cilvesi, alternatif galeriler “tartışma içkili sanatseverler yüzünden çıktı” suçlamasının savunmasını, galerilerinin açılışlarına en çok entelektüel ve üst kesimlerin geldiğini söyleyerek yapıyor. Olayın sosyal boyutunu tek taraflı açıklayan mutenalaştırılma söyleminin yeniden piyeslenmesi ise, akşama Banu Çalış Güven’e düşüyor. Büyük iş filozofu Osman Bey, ne belediyenin ne de valinin olaya ilgisiz bakışını gündeme getirebiliyor, adeta robot resim çizer gibi, “saldıranlar gençti ama yapanlar ortayaşlı”  türü tipik solun fail-i meçhul ağıtı adlı marşı söylüyor. Bu Sayın Çalış Güven’i kesmiyor, Osman Bey’e “en sevdiği hayal kahramanı” soruyor. Osman Bey’in “uçan bir adam vardı, neydi?” cevabına eklemeyi ise, “Süpermen” diyerek yine kendisi yapıyor. Ben orada, ikisine de Şener Özmen’i hatırlatma gereği duyacak bir isim isterdim. Orada entelektüel, akademik ya da toplumcu bir ses yoktu. İş adamının ve sunucu hanımın sesi duyuldu sadece.

Çok değil, dört ay önce; dünyanın bir başka şehrinde -Berlin’de, bienal yüzünden Kreuzberg’e yığılan bobo kalabalık, semte sahip çıkan ve giderek mutenalaşmasından rahatsız olan alternatif-politik örgütlerin posterli tepkisine yol açtı. Bienalin küratörünün ve direktörünün Arnold Schwarzenegger-ci güvenlik anlayışına tepkilerini, bu hanımefendilerin resimlerinin altına “Gentrificator” yazıp, posterleştirerek her yere yayan aktivistlerin tavrı şehirde hâlâ tartışma konusu. Geçen İstanbul Bienalin’de, açılışı protesto eden Direnistanbul’un bienal küratörleri WHW’ye yazdıkları açık mektupta, küratörlere kurdukları kavramsal zeminle çelişen Koç Holding işbirlikleri hatırlatılıyordu. Uzun lafın kısası, Modern’e Antrepo’ya davetiyesi olmadığı için giremeyen ama dışarıdan olayları dikizleyen mahalle bıçkınlarının gücü, biriken öfkesi ve taşan sabrı küçük ölçekli galerilerin vitrininde patladı. Resmi genişletmek için, olayın çok boyutlu başka açılımlarına bakmak gerek. Zira bu geniş perspektif gerekliliği, zamanın kendisinden gelen bir şart, mecburiyet, zorunluluk.  
  
Bütün bunların olduğu zamanın ruhunu son zamanlarda en iyi okuyan ise, bir zamanlar Dövüş Kulübü’yle adını kalbimize yazdığımız David Fincher. feysbuk’un mucit-kurucusu Mark Zuckerberg’in hayatını konu eden “The Social Network” bir portre resmi çizerek, yaşadığımız dünyanın dönüşüm sürecini analiz ediyor. Karşımıza diğer filmlerindeki (zaten Dövüş Kulübü’dür yok Yedi’dir aman efendim Oyun’dur gibi filmlerinde zirve olmuş) katastrofik ya da sürpriz-son olarak özetlenebilecek aksiyon estetiğini tekrar etmeden, (daha çok zamansal bir hikayecilik öneren), daha durağan ama yine erkekler arası iktidar savaşına odaklı çıkan yönetmen, bir buluş hikayesine odaklanıyor. Bize, başarı ve güç savaşının aslında başlı başına bir (territorial) iktidar alansal-bölgesel gerilim hattı olduğunu hatırlatıyor. Tophane’de olanlar yoksa bir alan kavgasından mı ibaret? O nedenle mi tartışma ilerlemedi?

Tophane’deki yaşayanların galeride değil, TAMAMEN yeni-KAMUSAL ALAN olan feysbuk’un sayfalarında buluştuğu bugün, oradan bir yorumu,“bunlar geldi, kiralar iki katı oldu” cümlesini duymamazlıktan gelemiyor, -insan. İnsan neyle yaşar? İçgüdüsel bir savunmayla, yaşam alanlarına kentsel müdahalede bulunanlara tepkisini yumruğuyla, bilemedin, donmuş portakalla göstermesi ise meseleyi daha da derinleştiriyor. İnsan nefesini tutarak, üstteki yorumlara dönme gereği duyuyor. “Otomatik Portakal’ı duymuştum, ama buz portakal yeni çıkmış.” esprisini patlatan gençle “bunlar geldi, kiralar iki katı oldu” abi ve “Evet’çiler düşünsün” teyze arasında geçen muhabbetin gerisini hâlâ Binnaz Toprak’a bırakalım mı? Mahalle baskısı, sokak kavgasına dönüşmüyor, direk toplumsal linç olayına dönüşüyor. Zira tarafların silahları ve durumları eşit değil. Erkeklerin alan kavgası arasında kalan kadınlar, çocuklar ve yaşlılar hele bağlama tamamen yabancı konuklar...

Ben konuyu ancak böyle bir özetten sonra dinlendirebileceğim. Zira hayat, sadece tek bir alan savaşından ibaret olsa, bütün cephelerde aşk kazanırdı. Yok, Ezel’den Ramiz Dayı değil. Hayat tecrübesi. Yaşadığımız toplumsal linçlerin nedeni, biraz da -hepimizin her geçen gün daha büyük bir yalnızlıkla kendi sayfasına gömüldüğü karanlık- sosyal intiharlar değil mi? Kolektif çalışan Slavs and Tatars adlı sanat grubunun uzun bir hikayeyle Polonya sınırında üretip, Berlin’de gösterdiği aynasına bakmak ve işin adını okumak arasında geçen süreyi vicdanınıza bırakıyorum.

İmaj: Slavs and Tatars, Entelektüellere Nasihat: Kimsenin sizi temsil etmesine izin vermeyin., Ayna, 2010.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam